Prof. Dr. Şevket Ruacan
Türkiye’de bugün itibarıyla 392 bin tutuklu ve hükümlü bulunuyor. Ülkemiz nüfusa oranla tutuklu sayısı bakımından İngiltere, Fransa, Polonya gibi ülkelerin önünde Avrupa birincisi: 100 bin nüfusta 408 kişi.
Tutuklular üzerinde yapılan sağlık araştırmaları kısıtlı ancak bazı çalışmalar bu popülasyonda kronik hastalıkların yüzde 40-50 oranında bulunduğunu gösteriyor. Hastalıklar arasında hepatit, AIDS, hipertansiyon, astım, romatizmal eklem hastalıkları, kalp hastalıkları, ruh ve akıl sağlığı bozuklukları ile kanser önde geliyor. Burada anımsanması gereken, bu kronik hastalıkların çoğunun tam olarak iyileşmeyeceği ve kişilerin ancak sürekli tıbbi ve psikososyal bakım ve destekle yaşamlarını sürdürmek zorunda olmaları.
Yapılan çalışmalar, cezaevindekilerin kanser sıklığının genel nüfusa oranla iki kat artmış olduğunu ortaya koyuyor. İlaveten kanser hastalarının cezaevlerinde ve salıverildikten sonraki 1 yıl içinde yaşam ortalamaları da cezaevine hiç girmeyenlere göre iki kat daha düşük.
Cezaevlerinin kronik hastalıkların tanı ve tedavileri için uygun ortamlar olmadığı çok açık. Bugün bu hastalıklar ancak tam teşekküllü kliniklerde, farklı disiplinlerden uzmanlar gözetiminde takip edilebiliyor. Hastaların bu minimal tedavi olanaklarını ellerinden almak bir devletin insan haklarını ve yaşam hakkını açıkça ihlal etmesi anlamına geliyor. Diğer yandan Türkiye’deki cezaevlerinin kapasitesinin 300 bin olmasına rağmen bu cezaevlerinde 392 bin tutuklu ve hükümlünün bulunduğu göz önüne alındığında, bu kişilerin en temel sağlıklı yaşam ve sağlık hizmetine ulaşım haklarının dahi karşılanamayacağı açıkça görülüyor.
Murat Çalık vakası: Nüksetme tehlikesi yüksek
Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık mart ayı içinde tutuklandı. Çalık’ın tıbbi geçmişinde 1999’da kan kanseri (akut myeloblastik lösemi) tanısıyla tedavi edildiği ve sonradan bu hastalıkla ilgili bulgu ve belirtilerin ortaya çıkmadığı belirtildi. Ancak bunun devamında yapılan tıbbi incelemeler sonucu Çalık’ın çeşitli kan bozuklukları gösterdiği ve ayrıntılı tetkikler yapılmak üzere hastaneye yatırıldığı haberleri geldi. İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yapılan tetkiklerde beyaz kan kürelerinde azalma, kemik iliği veya periferik kanında anormal hücreler (blast) saptandığı açıklandı.
Çalık’ın tüm klinik ve laboratuvar bulguları, genetik çalışmaların sonuçları hakkında kesin bilgilerimiz olmamakla birlikte elimizdeki kısıtlı bilgiler ‘myelodisplastik sendrom’ olarak adlandırılan kemik iliği bozukluğuna yakalandığını düşündürüyor. Çeşitli kan hücre dizilerinde azalma ve ilikte/kanda blast sayılarının artmış olması bu tanıyı destekliyor. Şu kesin: Normal kişilerde anormal blast hücreleri kanda bulunmaz. Bilinmesi gereken ise tüm myelodisplastik sendromlarda lösemi gelişme riskinin yüksek olduğudur. Geçmişte lösemi geçirmiş olduğu için esasen hastalığın tekrarlama riski çok artmıştır.
Kanserli hücre varsa tedavisi gerekir, bu hapishanede yapılamaz
İnsanlarda kanser dahil birçok kronik hastalık tek bir darbe, tek bir hasar şeklinde ortaya çıkmaz. Bunlar birbirini takip eden çoklu darbeler ve üst üste gelen ilerleyici hasar durumlarında beliren süreçlerdir. Örneğin kan kanseri hücrelerinin genetik yapılarında gelişen bozukluklar birbiri üstüne binerek klinik tablonun değişmesine yol açabilir. Bu değişimin ne zaman ve hangi şiddette oluşacağı ise bugün kestirilemiyor.
Kanser biyolojisi konusundaki bu temel bilgi kanserin bir var/yok durumu değil, hangi evrede olduğunun belirlenmesinin önemli olduğunu gösteriyor. Örneğin kanda veya kemik iliğindeki kanser hücresi sayılarının 3-4 veya 5-6 olması hastalığın olmadığını göstermez. Bu sayılar klinisyenlere hastalığı sınıflama, izleme/tedaviye başlama kararlarını almada yardımcı olabilir. Ancak sayı kaç olursa olsun hastalığın esasen var olduğu ve yakından izlenerek klinik belirtilere göre erken dönemde müdahale yapılması gerektiği bilinmelidir.
Bu yakından izleme ve erken tedavi girişiminin de hapishane koşullarında sağlanamayacağını bilmek için hekim olmak gerekmez.
Ayşe Barım vakası: Sürekli izlenmesi şart
Son günlerde sağlık durumu kamuoyunun yakın ilgisini çeken bir başka hasta tutuklu da Ayşe Barım.
Ocak ayı içinde tutuklanan Barım’ın ciddi kalp ve damar hastalıkları olduğu halde mahkeme tarafından tahliye edilmediği biliniyor. Basından edindiğimiz bilgiye göre hastada kardiyomyopati, asimetrik septal hipertrofi, iki kalp kapakçığında (mitral ve triküspid) yetersizlik, sol atrium (kulakçık) genişlemesi, buna ilaveten orta beyin arterinde anevrizma bulunduğu anlaşılıyor.
Tüm bu tanılar Barım’ın hızla gelişebilecek ve çok ciddi sonuçlara yol açabilecek kalp ve beyin hastalıklarıyla yüz yüze olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Özellikle kalp yetmezliği, beyne pıhtı atması (emboli) ve beyindeki anevrizmanın patlaması olasılıkları kesinlikle göz ardı edilemez.
Bu hastanın sürekli uzman doktorlar kontrolünde ve tam teşekküllü kliniklerde izlenerek olabildiğince sakin bir yaşam tarzı içine girmesi gerekiyor.
Özetlemeye çalıştığım şu: Kronik hastalıklar genelde geri dönülmez biçimde süregelir ve ilerler. Bu temel bir tıp bilgisidir.
Bu kapsamdaki hastaların sadece ilaçlarını kullanarak sağlık durumlarını sürdürmeleri hatta yaşamlarını riske atmamaları söz konusu olamaz. Kronik hastaların en azından ev ortamında, aileleriyle birlikte ve yakın sağlık kontrolü altında yaşamaları esastır. Dolayısıyla bu hastalara “İlaçlarını kullanarak cezaevi koşullarında kalabilir” şeklinde verilen raporlar temel tıp bilgi ve etik değerleri ışığında büyük bir sorumsuzluktur.
Murat Çalık ve Ayşe Barım gibi ciddi yaşamsal kronik hastalıkları olan kişilere Adli Tıp Kurumu ve mahkemelerin (Anayasa Mahkemesi dahil), “Yaşamlarını cezaevi koşullarında sürdürebilirler” kararları vermesine hiçbir şekilde katılamayız.
Diğer yandan bu kronik ciddi hastalıklara yakalanmış insanların, haklarında kesinleşmiş bir yargı kararı hatta iddianame ve yargılanma takvimi bile olmaksızın aylarca tutuklu bulundurulmaları başka bir adalet ayıbı.
Hekimlik Andı’nın söylediği…
Bugün bu insan hakları skandalını yargı sistemi çözemiyorsa tıbbın görev üstlenmesi gerekebilir. Evet devlet büyüklerimizin klişe söylemleri yargının bağımsız olduğu hikâyesini dayatıyor olabilir ama sonuçta hastaları bizzat gören, tıp bilgi ve değerlerini koşulsuz uygulama yönünde yemin edenler hekimlerdir. Tüm hekimlerin toplum önünde okuduğu ‘Hekimlik Andı’ şunu söyler: “İnsan yaşamına en üst düzeyde saygı göstereceğime; yaş, hastalık veya engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, siyasi görüş, ırk, cinsel yönelim, toplumsal sınıf veya başka herhangi bir özelliğin görevimle hastam arasına girmesine izin vermeyeceğime; baskı ya da tehdit altında kalsam bile tıp bilgilerimi insanlık değer ve yasalarına karşı kullanmayacağıma….”
Tutuklu hastaları gören, izleyen, raporlayan hekimlerin bu temel ilkeler içinde, iyileşmeyeceği ve uygun bakım alamayacağını kesin olarak bildikleri hastalar hakkında öncelikle meslek ilkelerini gözetmeleri gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki hekim için idari tüm emir, talimat, yönetmelikten önce hastasının sağlığı gelmelidir.