Modern Türkiye tarihine biraz aşina olup da son on yıldaki gelişmeleri yakından takip etmemiş birine 15 Temmuz’da ne olduğunu anlatmayı bir deneyin? Tabii 15 Temmuz’a “o bir askeri darbe girişimiydi” derseniz işi kolayca geçiştirmiş olursunuz. Malum, 20’nci yüzyıl Türkiye tarihi bir yönüyle askerî müdahaleler tarihidir. Türkiye’yi biraz bilen biri bu açıklamayı yadırgamayacaktır. Ama 15 Temmuz vakasını Pennsylvania’da oturan bir tarikat liderine bağlı yüzlerce yüksek rütbeli ordu mensubunun İslamî hareketten gelen bir hükümete karşı düzenlediği bir darbe teşebbüsü olarak anlatırsanız, bu kişi muhtemelen dalga geçtiğinizi sanacaktır. O zaman “Evet, kulağa biraz tuhaf geliyor ama durun size biraz anlatayım” deyip, 15 Temmuz’a nasıl gelindiğini ve o gün ne olduğunu, tabii oldukça sınırlı bilgilerimiz ışığında, anlatmaya çalışırsanız, sanırım karşınızdaki kişi ya sizin olayları çok abarttığınızı, hatta uydurduğunuzu düşünecek ya da “Aman Tanrım” nidası atıp, ülkelerin tarihleri hakkında oluşturulmuş tüm bilgi birikiminin bir anda çöpe atılabileceğini aklından geçirecektir. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi bence de modern Türkiye tarihinin en garip, anlaşılması en zor olaylarından biridir. Bu gariplik ve zorluk o gün gerçekten ne olduğuna dair olduğu kadar, o aşamaya nasıl gelindiği ve darbe girişiminden sonra neler yaşandığı ile de ilgilidir. Önce hemen şu tespiti yapalım; 15 Temmuz günü gerçekten ne olduğuna dair eldeki bilgiler hâlâ oldukça sınırlı. Tüm bu gariplik içindeki bir diğer gariplik ise şu: 15 Temmuz’u birinci derecede araştırması gereken Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin araştırma komisyonunun raporunun akıbeti bilinmemektedir! Diğer yandan 15 Temmuz davalarının iddianameleri ve kararları olayın arka planını ya da ayrıntılarını vermekten uzaktır. 15 Temmuz günü çatışmaların cereyan ettiği ülkenin belli yerlerinden olan bitenler hakkında Sedat Ergin ya da Ahmet Şık gibi araştırmacı gazetecilerin değerli çalışmaları 15 Temmuz vakasını bir yere kadar aydınlatmaktadır. Aynı şekilde, darbeyi önleyen, katılan ya da olaylar karşısında tarafsız kalıp olan biteni bekleyen birçok aktörün sonradan yazıp söyledikleri henüz eleştirel bir gözle incelenmiş ve analiz edilmiş değildir. İktidar çevrelerinin ortaya çıkardığı 15 Temmuz hikâyesi ise büyük oranda önceki yazılarda kısmen tartıştığım, iktidarın konumunu ve tarih tezini desteklemek için üretilmiş metinlerden ibarettir. İşin doğrusu, ben bu yazıda 15 Temmuz’a gelirken neler yaşandı, o gün ne oldu ve darbe nasıl önlendi sorusunu incelemeyeceğim. Bu konuyu bayağı okumuş ve dinlemiş olsam da hâlâ bilinmeyen o kadar şey varken, böyle bir girişimde zaten bulunmam. Sadece bu konuda birkaç gözlemimi paylaşmakla yetineceğim. Bunun ardından, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün modern Türkiye tarihinde ne manaya geldiği hakkında bazı düşünceler ileri süreceğim.
Önce gözlemler
Bu darbe teşebbüsü belli ki ordu, emniyet ve yargı bürokrasisi içinde 2000’li yılların başından beri devam eden karmaşık iç mücadelelerin, daha doğru bir ifade ile, iç savaşın sonucudur. Bu iç savaşın bir tarafını Gülencilerin oluşturduğu bellidir. Ama mesele Gülenciler ve Gülenci olmayanlar arasındaki bir savaştan çok daha karmaşık gözükmektedir. İşin doğrusu Gülencilerin de yekpare bir yapı olduğunu düşünmemiz gerçekçi olmaz. Gülencilerin arasında da çok ilginç rekabetlerin olduğu ve farklı hizip ve ağların bulunduğunu, Gülenci olmayan gruplaşmalar ile aralarında rekabetler olduğu kadar, bazı ittifakların da hep mümkün olduğunu ihtimal dahilinde tutalım. Gülenci ordu mensuplarının ne kadar Fethullah Gülen tarafından direkt yönetildiği, ne kadar daha karmaşık mekanizmalar içinde karar aldıkları da ayrıca tartışmaya açıktır. Gülencilerin asıl rakibinin, özellikle ordu içinde 2007’den ve daha sonra 2011 referandumundan itibaren Gülencilerin etkili olduğu yargının taarruzuna maruz kalmış, muvazzaf ve emekli ordu yetkilileri olduğu herhalde herkesin hemfikir olduğu bir husustur. Bu grubun yargı taarruzuna muhatap olmasının arkasında çok karmaşık nedenler gözükmektedir. Bu konuyu da önceki yazılarda ele almıştık. Yargı taarruzuna uğramış subayların da ordu içinde homojen bir gruba dahil olduğu, mesela bunların ordunun Avrasyacı kanadını oluşturdukları gibi basit varsayımlardan uzak durmak sağlıklı olur. Diğer yandan, orduda Gülenciler ve yargı taarruzuna uğramış subaylar arasında kalan birçok başka grubun ve tek tek askerî yetkililerin olduğunu da not düşelim. Ayrıca nasıl oldu da Gülenciler 1980’lerin başından itibaren orduya girdiler, zamanla orduda bu kadar etkili oldular, AKP üst düzey subaylar arasında Gülenci kadrolaşmanın önünü nasıl açtı, bu da uzun tartışmaların ve ilginç tezlerin konusudur. Darbenin birkaç gün öncesinden başlayarak, özellikle darbe teşebbüsü sürecinde, çok karmaşık pazarlıklar, ittifak kurup yıkmalar, pozisyon alıp vazgeçmeler, iç içe geçmiş farklı ölçekli komplolar meydana gelmiş olsa gerek. Bu pazarlıkların, ittifakların ve komploların ayrıntılarını bilmek neredeyse imkânsız. Ama şunu söyleyebiliriz: Darbe teşebbüsünü derin toplumsal ve siyasal krizle açıklamak yerine devlet kurumları ve siyaset içindeki iç savaş ile ve özellikle uzun süredir devam eden yoğun “güvensizlik” ile açıklamak daha gerçekçi olacaktır. Güvensizlik ve güvensizlikle gelen belirsizlik muhakkak ki her darbe için geçerlidir. Ama belli oranda toplumsal destek ve emir-komuta zinciri içinde gerçekleşen askerî müdahalelerle kıyaslandığında, ordu ve kısmen emniyet içindeki fraksiyonların iç savaşı sonucu vuku bulan 15 Temmuz darbe girişiminin başat hikâyesini, kimsenin kimseye güvenemediği, herkesin herkesin kurdu olduğu bir olaylar örgüsü olarak incelemek daha gerçekçi olur. Burada ilginç olan, bir noktada Gülenci subaylar ile onlarla hareket eden ya da etmek zorunda olduğunu düşünenlerin bir anda azınlığa düşmüş olmalarıdır. Ama bu nasıl olmuştur? Önceden kesinlikle iyi planlanmadığı belli olan bu teşebbüsün, 1. Ordu gibi anahtar durumundaki kuvvetlerin tutumu sonucu başarısız olduğu açıktır. Diğer yandan bu yoğun güvensizlik ortamını en iyi anlatan epizot, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar‘ın bir anda Marmaris’te ölümle burun buruna gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Ben sizi korurum, İstanbul’a gelin” demesi, Erdoğan’ın “Sana nasıl güveneyim” sorusu üzerine komutanın “Beni Devlet Bahçeli’ye sorun” diye cevap vermesidir. Hiper güvensizlik ortamında, sadece üç kişi arasındaki bir güven filizlenmesinin darbe sürecini bir anda terse çevirdiğini gördüğümüz o an, aynı zamanda önceden kazılan Erdoğan-Bahçeli ittifakının da temeline çimento atıldığı andır. Hulusi Akar’ın bir şekilde onu ikna etmek isteyen darbeci askerlerden kurtulup helikopterle Akıncı Üssü’nden ayrılıp daha sonra darbeci olduğunu öğreneceğimiz, kardeşi AKP milletvekili olan bir general ile Çankaya Köşkü’ne inmesi; ya da darbe teşebbüsünün bir aşamasında tutuklanıp serbest bırakılan Adil Öksüz diye Gülenci bir ilahiyat doçentinin darbenin planlanmasında etkili olduğuna dair garip bulguların ortaya çıkması; ya da Erdoğan’ın reklamcısı Erol Olçok’un Boğaz Köprüsü’ndeki direnişte oğlu ile beraber kurşunlara hedef olması gibi daha birçok ilginç ve dramatik olayı hatırlayalım. Bu arada ve tabii Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bombalanması, başta Boğaz Köprüsü olmak üzere İstanbul ve Ankara’daki belli yerlerde sokağa dökülüp askerlerle çatışmaya giren ve hayatını kaybeden 300’ün üzerindeki vatandaş; ya da darbenin bastırılmasından sonra linç edilen askerî okul öğrencileri gibi Türkiye tarihinde görülmemiş olaylara tanık olduğumuzu yeniden bir düşünelim. Sonuçta 15 Temmuz darbe teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı ama darbecilerin darbeyi nasıl planladıkları dahil hâlâ birçok sorunun cevabını bilmiyoruz. O zaman darbenin ayrıntılarını bir kenara bırakıp bu teşebbüsün Türkiye tarihindeki yerine dair birkaç hususa değinelim.