20 Nisan 2024, Cumartesi
21.05.2021 06:00

15 Temmuz darbe girişimi ve modern Türkiye tarihi

15 Temmuz darbe girişimi modern Türkiye tarihinin en garip, anlaşılması zor olaylarından biridir. 15 Temmuz, merkez-çevre teorisinden bürokratik vesayet tezine, devlet-toplum ayrımının kodlarından dinin toplumsal-siyasal ve iktisadî hayattaki konumuna kadar birçok varsayımın çöpü boylaması gerektiğini bize gösterdi

Modern Türkiye tarihine biraz aşina olup da son on yıldaki gelişmeleri yakından takip etmemiş birine 15 Temmuz’da ne olduğunu anlatmayı bir deneyin? Tabii 15 Temmuz’a “o bir askeri darbe girişimiydi” derseniz işi kolayca geçiştirmiş olursunuz. Malum, 20’nci yüzyıl Türkiye tarihi bir yönüyle askerî müdahaleler tarihidir. Türkiye’yi biraz bilen biri bu açıklamayı yadırgamayacaktır. Ama 15 Temmuz vakasını Pennsylvania’da oturan bir tarikat liderine bağlı yüzlerce yüksek rütbeli ordu mensubunun İslamî hareketten gelen bir hükümete karşı düzenlediği bir darbe teşebbüsü olarak anlatırsanız, bu kişi muhtemelen dalga geçtiğinizi sanacaktır. O zaman “Evet, kulağa biraz tuhaf geliyor ama durun size biraz anlatayım” deyip, 15 Temmuz’a nasıl gelindiğini ve o gün ne olduğunu, tabii oldukça sınırlı bilgilerimiz ışığında, anlatmaya çalışırsanız, sanırım karşınızdaki kişi ya sizin olayları çok abarttığınızı, hatta uydurduğunuzu düşünecek ya da “Aman Tanrım” nidası atıp, ülkelerin tarihleri hakkında oluşturulmuş tüm bilgi birikiminin bir anda çöpe atılabileceğini aklından geçirecektir.  15 Temmuz 2016 darbe girişimi bence de modern Türkiye tarihinin en garip, anlaşılması en zor olaylarından biridir. Bu gariplik ve zorluk o gün gerçekten ne olduğuna dair olduğu kadar, o aşamaya nasıl gelindiği ve darbe girişiminden sonra neler yaşandığı ile de ilgilidir. Önce hemen şu tespiti yapalım; 15 Temmuz günü gerçekten ne olduğuna dair eldeki bilgiler hâlâ oldukça sınırlı. Tüm bu gariplik içindeki bir diğer gariplik ise şu: 15 Temmuz’u birinci derecede araştırması gereken Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin araştırma komisyonunun raporunun akıbeti bilinmemektedir! Diğer yandan 15 Temmuz davalarının iddianameleri ve kararları olayın arka planını ya da ayrıntılarını vermekten uzaktır. 15 Temmuz günü çatışmaların cereyan ettiği ülkenin belli yerlerinden olan bitenler hakkında Sedat Ergin ya da Ahmet Şık gibi araştırmacı gazetecilerin değerli çalışmaları 15 Temmuz vakasını bir yere kadar aydınlatmaktadır. Aynı şekilde, darbeyi önleyen, katılan ya da olaylar karşısında tarafsız kalıp olan biteni bekleyen birçok aktörün sonradan yazıp söyledikleri henüz eleştirel bir gözle incelenmiş ve analiz edilmiş değildir. İktidar çevrelerinin ortaya çıkardığı 15 Temmuz hikâyesi ise büyük oranda önceki yazılarda kısmen tartıştığım, iktidarın konumunu ve tarih tezini desteklemek için üretilmiş metinlerden ibarettir.  İşin doğrusu, ben bu yazıda 15 Temmuz’a gelirken neler yaşandı, o gün ne oldu ve darbe nasıl önlendi sorusunu incelemeyeceğim. Bu konuyu bayağı okumuş ve dinlemiş olsam da hâlâ bilinmeyen o kadar şey varken, böyle bir girişimde zaten bulunmam. Sadece bu konuda birkaç gözlemimi paylaşmakla yetineceğim. Bunun ardından, 15 Temmuz darbe teşebbüsünün modern Türkiye tarihinde ne manaya geldiği hakkında bazı düşünceler ileri süreceğim.

Önce gözlemler

Bu darbe teşebbüsü belli ki ordu, emniyet ve yargı bürokrasisi içinde 2000’li yılların başından beri devam eden karmaşık iç mücadelelerin, daha doğru bir ifade ile, iç savaşın sonucudur. Bu iç savaşın bir tarafını Gülencilerin oluşturduğu bellidir. Ama mesele Gülenciler ve Gülenci olmayanlar arasındaki bir savaştan çok daha karmaşık gözükmektedir. İşin doğrusu Gülencilerin de yekpare bir yapı olduğunu düşünmemiz gerçekçi olmaz. Gülencilerin arasında da çok ilginç rekabetlerin olduğu ve farklı hizip ve ağların bulunduğunu, Gülenci olmayan gruplaşmalar ile aralarında rekabetler olduğu kadar, bazı ittifakların da hep mümkün olduğunu ihtimal dahilinde tutalım. Gülenci ordu mensuplarının ne kadar Fethullah Gülen tarafından direkt yönetildiği, ne kadar daha karmaşık mekanizmalar içinde karar aldıkları da ayrıca tartışmaya açıktır.  Gülencilerin asıl rakibinin, özellikle ordu içinde 2007’den ve daha sonra 2011 referandumundan itibaren Gülencilerin etkili olduğu yargının taarruzuna maruz kalmış, muvazzaf ve emekli ordu yetkilileri olduğu herhalde herkesin hemfikir olduğu bir husustur. Bu grubun yargı taarruzuna muhatap olmasının arkasında çok karmaşık nedenler gözükmektedir. Bu konuyu da önceki yazılarda ele almıştık. Yargı taarruzuna uğramış subayların da ordu içinde homojen bir gruba dahil olduğu, mesela bunların ordunun Avrasyacı kanadını oluşturdukları gibi basit varsayımlardan uzak durmak sağlıklı olur. Diğer yandan, orduda Gülenciler ve yargı taarruzuna uğramış subaylar arasında kalan birçok başka grubun ve tek tek askerî yetkililerin olduğunu da not düşelim. Ayrıca nasıl oldu da Gülenciler 1980’lerin başından itibaren orduya girdiler, zamanla orduda bu kadar etkili oldular, AKP üst düzey subaylar arasında Gülenci kadrolaşmanın önünü nasıl açtı,  bu da uzun tartışmaların ve ilginç tezlerin konusudur.   Darbenin birkaç gün öncesinden başlayarak, özellikle darbe teşebbüsü sürecinde, çok karmaşık pazarlıklar, ittifak kurup yıkmalar, pozisyon alıp vazgeçmeler, iç içe geçmiş farklı ölçekli komplolar meydana gelmiş olsa gerek. Bu pazarlıkların, ittifakların ve komploların ayrıntılarını bilmek neredeyse imkânsız. Ama şunu söyleyebiliriz: Darbe teşebbüsünü derin toplumsal ve siyasal krizle açıklamak yerine devlet kurumları ve siyaset içindeki iç savaş ile ve özellikle uzun süredir devam eden yoğun “güvensizlik” ile açıklamak daha gerçekçi olacaktır. Güvensizlik ve güvensizlikle gelen belirsizlik muhakkak ki her darbe için geçerlidir. Ama belli oranda toplumsal destek ve emir-komuta zinciri içinde gerçekleşen askerî müdahalelerle kıyaslandığında, ordu ve kısmen emniyet içindeki fraksiyonların iç savaşı sonucu vuku bulan 15 Temmuz darbe girişiminin başat hikâyesini, kimsenin kimseye güvenemediği, herkesin herkesin kurdu olduğu bir olaylar örgüsü olarak incelemek daha gerçekçi olur.  Burada ilginç olan, bir noktada Gülenci subaylar ile onlarla hareket eden ya da etmek zorunda olduğunu düşünenlerin bir anda azınlığa düşmüş olmalarıdır. Ama bu nasıl olmuştur? Önceden kesinlikle iyi planlanmadığı belli olan bu teşebbüsün, 1. Ordu gibi anahtar durumundaki kuvvetlerin tutumu sonucu başarısız olduğu açıktır. Diğer yandan bu yoğun güvensizlik ortamını en iyi anlatan epizot, 1. Ordu Komutanı Orgeneral Ümit Dündar‘ın bir anda Marmaris’te ölümle burun buruna gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Ben sizi korurum, İstanbul’a gelin” demesi, Erdoğan’ın “Sana nasıl güveneyim” sorusu üzerine komutanın “Beni Devlet Bahçeli’ye sorun” diye cevap vermesidir. Hiper güvensizlik ortamında, sadece üç kişi arasındaki bir güven filizlenmesinin darbe sürecini bir anda terse çevirdiğini gördüğümüz o an, aynı zamanda önceden kazılan Erdoğan-Bahçeli ittifakının da temeline çimento atıldığı andır.  Hulusi Akar’ın bir şekilde onu ikna etmek isteyen darbeci askerlerden kurtulup helikopterle Akıncı Üssü’nden ayrılıp daha sonra darbeci olduğunu öğreneceğimiz, kardeşi AKP milletvekili olan bir general ile Çankaya Köşkü’ne inmesi; ya da darbe teşebbüsünün bir aşamasında tutuklanıp serbest bırakılan Adil Öksüz diye Gülenci bir ilahiyat doçentinin darbenin planlanmasında etkili olduğuna dair garip bulguların ortaya çıkması; ya da Erdoğan’ın reklamcısı Erol Olçok’un Boğaz Köprüsü’ndeki direnişte oğlu ile beraber kurşunlara hedef olması gibi daha birçok ilginç ve dramatik olayı hatırlayalım. Bu arada ve tabii Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bombalanması, başta Boğaz Köprüsü olmak üzere İstanbul ve Ankara’daki belli yerlerde sokağa dökülüp askerlerle çatışmaya giren ve hayatını kaybeden 300’ün üzerindeki vatandaş; ya da darbenin bastırılmasından sonra linç edilen askerî okul öğrencileri gibi Türkiye tarihinde görülmemiş olaylara tanık olduğumuzu yeniden bir düşünelim. Sonuçta 15 Temmuz darbe teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlandı ama darbecilerin darbeyi nasıl planladıkları dahil hâlâ birçok sorunun cevabını bilmiyoruz. O zaman darbenin ayrıntılarını bir kenara bırakıp bu teşebbüsün Türkiye tarihindeki yerine dair birkaç hususa değinelim. 
Yukarıdaki resmin bu sayfadaki yazı ile hiç bir ilişkisi yok. Daha ziyade geçen hafta paylaştığım Minâyî teknikle üretilmiş bir Selçuklu tabağından yola çıkarak yorumladığım astrolojik kompozisyonun başka, daha serbest bir yorumu... Ama bu çerk-ı felekte yer alan figürlerin hikayelerini sakın sormayın.
Yukarıdaki resmin bu sayfadaki yazı ile hiç bir ilişkisi yok. Daha ziyade geçen hafta paylaştığım Minâyî teknikle üretilmiş bir Selçuklu tabağından yola çıkarak yorumladığım astrolojik kompozisyonun başka, daha serbest bir yorumu... Ama bu çerk-ı felekte yer alan figürlerin hikayelerini sakın sormayın.

15 Temmuz ve tarihin marjı  

Yukarıda ifade ettiğim gibi, 15 Temmuz darbe girişimi toplumsal bir kriz sonucu hareketlenen ordunun ya da ordu içindeki bir grubun darbesinden ziyade, devlet içinde bir süredir devam eden iç savaşın bir sonucudur. Bu iç savaşın en öncelikli nedeni, önceki yazılarda analiz ettiğim gibi, AKP’nin iktidara geldikten sonra güvenlik ve yargı bürokrasisi ile arasında yaşadığı yüksek gerilim, bunun sonucu AKP’nin devlet içindeki direnişi bertaraf etmek içinde yoğun bir Gülenci kadrolaşmanın önünü açmasıdır. Bence de Gülencilik devlet içindeki iç savaşın ana hikâyesidir ama tüm hikâye bundan ibaret değildir. Özellikle güvenlik bürokrasisi içinde Kürt meselesi ve PKK ile mücadele ya da çözüm süreci konusunda, aynı zamanda ABD, NATO veya Suriye siyaseti ile ilişkili konularda çok yoğun görüş ayrılıklarının olduğu bilinmektedir. Belli ki, 15 Temmuz Gülenciler ve diğerleri arasındaki çatışmadan çok daha karmaşık bir olaydır. 15 Temmuz’un özellikle çözüm süreci ve Suriye meselesi ile ilişkisi ilerideki çalışmalarda aydınlanacak noktalardır. Burada kısaca Gülencilik hakkında birkaç şey yazmak gerekiyor sanırım. Aslında önceki yazılarda da değindim: 17’nci yüzyıldan beri Osmanlı dünyasında siyaseti şekillendiren en önemli dinî-siyasî akımlardan biri olan Nakşibendî-Müceddidî hareketinin geniş hikâyesi içinde bir yerlerde yer alan bu çok ilginç dinî-siyasî-iktisadî hareketi anlamak hiç kolay değil. Soğuk Savaş’ın CIA destekli komünizmle mücadele girişimlerinde nüveleri atılmış, daha sonra dershaneler ile kendince bir altın nesil yetiştirip bürokrasiye sokma iddiası yüklenmiş, ardından iş çevreleri ile ilişkiler kurmuş ve büyük bir finans, iş ve basın ağı ortaya çıkarabilmiş ve eğitim kurumları aracılığı ile dünyaya açılmış ve küreselleşmiş bir hareket… Karmaşık ve genelde şeffaf olmayan kişisel ilişkiler ile yürüyen, bir yönüyle hiyerarşik ama buna mukabil geniş bir toplumsal hinterland elde etmiş bir ağ… Gülencilik hareketini İslamî bir aydınlanma ya da Türkiye’deki sivil toplumun amiral gemisi olarak inceleyen 2015’ten önceki çalışmaların çoğu 2015’ten sonra anlamsız hale geldi. Diğer yandan Türkiye’nin geldiği ortamda Gülencilik hakkında bilimsel çalışma yapmak da pek mümkün gözükmüyor. Şunu ifade edelim: Gülencilik tek başına toplumsal, ekonomik ve siyasal bağlamından ayrışarak incelenecek bir hareket değil şüphesiz. Türkiye’nin nasıl olup da daha sonra, tabiri caizse bir canavara dönüşen böyle bir hareketi bünyesinden çıkardığı bana hâlâ cevabı hiç kolay olmayan bir soru olarak gözüküyor. (Tabii bu soruya verilen basit komplocu cevapları hiç hesaba katmıyorum).  Biz yine 15 Temmuz’un tarihî manasına dönelim: 15 Temmuz Türkiye’de tahayyül etmesi çok zor şeylerin bile bir anda olabileceğini, tarihsel olasılıkların marjının çok genişlediğini bize gösterdi. Önümüzde yaşayacağımız olaylar karşısında hayret kapısını kapatmasak da safça şaşırmamız gerektiğini bize anlattı. Bu dramatik olay aynı zamanda, neredeyse her şeyin imkân dahilinde olduğu, kalıpların, normların ve varsayımların bir işe yaramadığı büyük bir istikrarsızlık döneminin aralanan kapısını sonuna kadar açtı. İlginçtir, Türk usulü başkanlık rejimi işte her şeyin imkân dahilinde olduğunu bize gösteren bu olay sonunda kurulabildi. Yeni rejimin eski Türkiye’nin normlarından kopma iddiası ancak 15 Temmuz’un bizi her yönüyle şaşırtan “görkemi” içinde meşruluk ve anlam kazandı.  Ama aynı zamanda bu her şeyin artık mümkün olduğunu gösteren görkemli olay ile kurulan yeni rejimin de bir türlü istikrar yakalayamamasının da nedeni oluverdi. Diğer bir deyişle, her ne kadar yeni bir rejim kurmak iddiasındaki iktidar, aklından bir türlü çıkaramadığı Gezi’yi gölgede bıraktığını düşündüğü bu görkemli açılış ile yeni rejimin başlangıç noktasını kurgulasa da, o görkemli açılışın ortaya koyduğu “artık her şey mümkün” fikri karşısında bir türlü “yeni bir başlangıç” yaptığı fikrini hakim kılamamaktadır.   Son olarak, şu notla bitirelim: Modern Türkiye tarihinde varsaydığımız kalıpların çok dışındaki bu olay, şimdiye kadar modern Türkiye tarihine bakma şekillerini, merkez-çevre teorisinden bürokratik vesayet tezine, devlet-toplum ayrımının kodlarından dinin toplumsal-siyasal ve iktisadî hayattaki konumuna kadar birçok varsayımın çöpü boylaması gerektiğini bize gösterdi.