Bugün adını koymak zor, yönü tam net değil; fakat çeşitli ülkelerde otoriter dalgaya karşı özgüvenle, yeni kavramlar ve yeni gündemlerle ayağa kalkan bir siyaset görülüyor. Bu yeni demokratik siyaset, bir yandan otoriter popülizme karşı durmaya hazırlanırken, diğer yandan geleneksel sağ ve solun ufuksuz, bıkkınlık yaratan çizgisine meydan okuyor
Başta ABD ve Avrupa olmak üzere demokratik rejimler fırtınalı bir süreçten geçiyor. Yeni bir otoriter-popülist dalga, geniş coğrafyalara yayılıyor. Demokratik konvansiyonları reddeden siyasal hareketler ve liderler, sanki bir daha devretmemek üzere iktidara geliyor.
Toplumlar derin bir kutuplaşmanın içine sürükleniyor. Siyasallaştırılmış tarih tahayyülleri, siyasetin geleceğe odaklanması gereken gündemini işgal ediyor. Kişiselleşmiş siyasetin taarruzu altında, yılların deneyimiyle oluşmuş kurumlar, hukuki bünyeler, siyasetin karşısında korunması gereken özerk yapılar büyük hasar görüyor.
Diğer yandan, sınıfsal ve kuşaklar arası çelişkiler daha da belirginleşiyor. 1980’lerden bu yana hâkim olan neoliberal düzen, otoriter sağ-popülist liderlerin elinde adeta yeniden, hem de eskisinden daha vahşi bir biçimde sahneye çıkıyor. Küçük bir azınlık kısa bir sürede muazzam bir servet biriktirirken; geniş toplum kesimleri, umutlarını otoriter popülizme bağlamış olsalar dahi, son yüzyılın en ağır ekonomik ve sosyal çöküşünü yaşıyor.
Benzer şekilde, uluslararası sistem ve uzun yıllar boyunca oluşmuş diplomatik normlar —hatta savaş hukuku dahi— anlamını yitiriyor. Bu yeni siyaset, gelecek hakkında belirsizliği büyütüyor; toplumlar içlerine kapanıyor. Dış dünya giderek düşman olarak kodlanıyor. Evrensellik, küçümsenen bir kavrama dönüşüyor.
Alternatifler filizlenirken
Diğer yandan, farklı bir kulvarda sanki başka bir siyaset ihtimali filizleniyor. Bugün adını koymak zor, yönü tam net değil; fakat çeşitli ülkelerde otoriter dalgaya karşı özgüvenle, yeni kavramlar ve yeni gündemlerle ayağa kalkan bir siyaset görülüyor.
Bu yeni demokratik siyaset ihtimali, bir yandan şahlanan otoriter popülizme karşı durmaya hazırlanırken, diğer yandan da geleneksel sağ ve solun ufuksuz, bıkkınlık yaratan, statükocu çizgisine meydan okumaya başlıyor. Halkın siyasete etkisini teknokratik iktidarlar lehine sürekli daraltan, sermaye karşısında çoktan yelkenleri suya indirmiş, oligarşik reflekslerle hareket eden eski siyaset tarzına karşı gelişmeye; ya da en azından onunla büyük bir hesaplaşmaya hazırlanıyor.
Zohran Mamdani
Bu satırları yazarken bir yandan da New York Belediye Başkanlığı’nı kazanan Demokratik Sosyalist Zohran Mamdani’nin șahane zafer konuşmasını ve üzerine yapılan yorumları dinliyorum.
Bir süre önce sol popülizm üzerine kapsamlı bir okuma yapmış, bu çerçevede Oksijen’de de bazı görüşlerimi paylaşmıştım. Hatta solun da ötesine geçerek negatif popülizme karşı pozitif popülizm üzerine düşünmüştüm. Belli ki bu tartışmalara yeniden döneceğiz. Ancak Mamdani hakkında hemen birkaç not düşmek istiyorum.
Zohran’ın babası, Columbia Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan büyük antropolog Mahmud Mamdani. Uganda kökenli, Müslüman bir entelektüel ve post-kolonyal teorinin en etkili isimlerinden biri. Annesi ise Hindistanlı dünyaca ünlü yönetmen Mira Nair. Çoğu okur muhtemelen 2001 tarihli Monsoon Wedding’i seyretmiştir. Henüz bu sene evlendiği eşi Rama Sawaf Duwaji ise Suriye asıllı bir illüstratör ve seramik sanatçısı.
Bugün 34 yaşında olan Zohran Uganda’da doğuyor, küçük yaşta ABD’ye geliyor ve New York’ta bu güçlü entelektüel ortamda büyüyor. Genç yaşta sosyalist düşünceyle tanışıyor; Müslüman kimliğini benimsiyor. Üniversite yıllarında Filistin yanlısı aktivizmiyle öne çıkıyor. Siyasete girmeden önce Queens’te düşük gelirli göçmenlere konut ve tahliye desteği sağlayan bir konut danışmanı olarak çalışıyor.
2017’den itibaren Demokratik Sosyalistlerle aktif siyaset yapmaya başlıyor ve çeşitli kampanyalarda görev alıyor. Mamdani’nin içinde yer aldığı siyasal hareket Democratic Socialists of America – DSA, 1982’de kurulan, bugün ABD’nin en büyük sosyalist örgütü hâline gelmiş, birleşik bir çizgiden çok farklı sol akımları bir araya getiren bir şemsiye örgüt.
2020’de New York Eyalet Meclisi’ne seçilen Mamdani, konut, toplu ulaşım ve kamu hizmetlerinin kamulaştırılması gibi sol politikaların en güçlü savunucularından biri hâline geliyor; ücretsiz otobüs uygulaması ve taksi şoförlerinin borç yüküne karşı verdiği mücadeleyle eyalet düzeyinde geniş yankı uyandırıyor. Siyaset dışında hip-hop’la ilgileniyor, Uganda’da müzik projeleri yürütüyor ve annesi Mira Nair’in filmlerinde müzik süpervizörlüğü yapıyor.
2024’te New York Belediye Başkanlığı’na aday oluyor ve 2025 önseçiminde Demokrat Parti’nin müesses nizamının ve New Yorklu milyarderlerin desteklediği eski vali Andrew Cuomo’yu yenerek büyük bir sürpriz yaratıyor. Mamdani’nin kampanyası yüz bini aşkın gönüllünün katıldığı güçlü bir taban hareketine dönüşüyor. Sosyalist ve Müslüman kimliğini, Filistin’le dayanışmasını hiç gizlemiyor; ancak kampanyasının ana teması konut krizi, kiraların dondurulması, kamusal kreşler, parasız ulașım ve güvenliğin adalet temelli yeni bir şehir politikasıyla sağlanması oluyor. Sosyal medyayı, özellikle TikTok’u, bugüne kadar en etkili kullanan siyasetçilerden biri olarak öne çıkıyor.
Ve salı günü, yüzde 50’nin üzerinde oy alarak, bu sosyalist ve Müslüman genç adam dünyanın en önemli şehirlerinden birinin belediye başkanı seçildi. Milyarderleri ve onların desteklediği Andrew Cuomo’yu, Trump’ı, Elon Musk’ı, Cumhuriyetçi Parti’yi, kendi partisinin yerleşik siyasal oligarşisini, İsrail lobisini ve New York’a gelirse tutuklayacağını söylediği Netanyahu’yu alt etti. Amerika’daki kronik sosyalizm karşıtı önyargılara, göçmen düşmanlığına ve İslamofobiye rağmen kazandı; hatta tüm bunlara meydan okuyarak kazandı.
Yeni demokratik (halkçı) siyaset
Mamdani, dünyayı sarmalayan otoriter popülizme karşı filizlenen alternatiflerin sözcülerinden biri olabilir mi? New Yorkluların sosyalist, bir yönüyle sol-popülist bir başkan adayını seçmesi elbette çok şey ifade ediyor. New York’un çok özel koşulları olduğu muhakkak. Yine de gelin, Mamdani’nin kampanyasında öne çıkan unsurlar üzerine düşünelim.
Yeni demokratik/halkçı siyaset, önce mega şehirlerde gelișecek. New York, Bombay, Paris, Londra, İstanbul gibi kentler büyük kitlelerin, emekçilerin, göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı sert coğrafyalar. Bir yandan bin bir çeşit insanıyla, zengin kültürü ve tarihiyle hayatın tadını veren; diğer yandan büyüdükçe iç çelişkileri keskinleşen, yaşamanın giderek zorlaştığı yerler bunlar. Büyük sınıfsal çelişkilerin, devasa bir servet ve derin yoksulluğun iç içe geçtiği; çok kültürlü yapının hayatı zenginleştirdiği ama aynı zamanda toplumsal tansiyonu artırma potansiyeli taşıdığı; altyapı, konut, ulaşım ve güvenlik sorunlarının en yüksek seviyede yaşandığı metropoller… Tam da bu nedenle, en yaratıcı siyasetin zemini bu mega şehirler. Zor yerler evet, fakat aynı zamanda insanların yeni ve radikal önerilere en çok ihtiyaç duyduğu alanlar. Yeni demokratik siyaset için mega kentler, muazzam bir laboratuvar ve sahne sunuyor.
Yeni demokratik siyaset ancak taban hareketiyle lider kadrosu arasında kurulacak samimi ve gerçek ilişki içinde şekillenecek. Liderlik ve taban aynı dili konuşacak, birbirinden etkilenecek; aralarında simbiyotik bir bağ oluşacak. Güvene dayalı bir rabıta kurulacak. Bu yeni siyasette taban, gönüllülük esasıyla, adeta yaşayan bir organizma gibi çalışacak. Kampanya, reklamcıların ve iletişimcilerin masa başında ürettiği, karşılığı olmayan sloganlarla değil; taban ile liderliğin birlikte geliştirdiği organik bir dil ve kavramlar üzerinden yükselecek. Bu siyaset aktif olacak. Çok sesli olacak. Kucaklayıcı olacak. Ama aynı zamanda her katılanın bir rolü olacak; o rolün anlamı hissedilecek. İnsanlar, tarihsel bir iddianın taşıyıcısı olduklarını bilerek harekete geçecekler. Siyaset akışkan, katılımcı ve motive edici bir deneyim haline gelecek.
Yeni demokratik siyaset, sosyal devlet meselesinde piyasa oligarklarıyla açıkça karşı karşıya gelecek. Rekabetçi piyasayı tümden reddetmese de, insan onurunu ve iyi yaşam hakkını güvence altına alan sosyal müdahaleleri ve tasarımları özgüvenle savunacak. Şehir hakkının oligarkların iznine bağlı olmadığını bilecek; kentin kolektif bir yaşam alanı, demokratik bir düzen, bir tür cumhuriyet olduğunu sürekli hatırlayacak. Şehir kimliği ile sosyal ve ekonomik programlar birbirine içkin, birbirini besleyen bir bütün olacak.
Konut krizi gibi alanlarda piyasa normlarının dar çerçevesine hapsolmadan, gerektiğinde sert ve yaratıcı adımlar atmaktan çekinmeyecek. Kamusal alanları güçlendirecek; insanlar bu alanlardan keyif alacak, kendilerini şehirle özdeşleştirecek. Kreşler, öğrenci yurtları, belediyenin öncülük ettiği uygun fiyatlı ulaşım; hatta ucuz gıda erişimi… Yeni, aktif, piyasa ile ilişkisini rasyonel düzlemde kuran ama onun egemenliğinden zihnen ve kurumsal olarak özgürleşmiş bir kamu yönetimi tasavvurunun parçası. Kısacası, yeni demokratik siyaset, piyasanın üstünde değil; ama piyasanın mahkûmu da olmayan, halkın refahını, onurunu ve kent hakkını merkezine alan güçlü bir kamusallığı yeniden inşa edecek.
Güvenliği ve adaleti aynı anda kuran, bu dengeyi en etkin şekilde tesis eden bir yaklaşım… İnsanların, yaşlıların, çocukların özgürce dolaşabildiği bir şehir. Evet, çetelerden, suç örgütlerinden, ağır uyuşturucu ağlarından arındırılmış bir şehir. Ama aynı zamanda, polisin ve güvenlik güçlerinin halka kabadayılık yapmadığı; belinde silahla gezenin, çakarlı arabası olanın caka satamadığı bir şehir.
Sınıfsal, nesilsel, cinsiyet temelli ve kimlik eksenli gerilimleri bir arada görebilen bir siyaset. Ne yalnızca sınıf siyasetine hapsolan ne de yalnızca kimlik siyasetinin dar alanına sıkışan; bu toplumsal çelişkilerin birbiriyle ilişkisini kuran bir dil ve tasarım. Geleceğe bakan, ama geçmişi de tüm çelişkileri ve zenginliğiyle eleştirel bir șekilde sahiplenen bir tarihsel bakış.
Türkiye’de yeni demokratik siyaset
Yukarıda, Mamdani’nin izleyebildiğim kadarıyla kampanyasından ve zafer konuşmasından esinlenerek bazı noktaları kaleme aldım. Bunları okurken doğal olarak Türkiye’yi de düşünmüş olabilirsiniz. 2019’da, ama daha da güçlü bir şekilde 2024’te CHP’nin Türkiye’nin büyük şehirlerini kazanması, partinin yeni bir demokratik siyaset; sevgili dostum Murat Somer’in deyimiyle “olağanüstü demokratik siyaset” inşa etmesi için büyük bir fırsattı.
CHP belediyeleri sadece sert ve zor büyük şehirlerin gerçekleriyle, büyük yoksullukla, ağır altyapı sorunlarıyla mücadele etmiyordu. Aynı zamanda 2017’den bu yana giderek sertleşen otoriter bir rejimle de karşı karşıyaydı.
Ben özellikle İstanbul’u ve Ekrem İmamoğlu’nu daha yakından takip edebildim. Tüm zorluklara rağmen CHP belediyelerinin önemli bir mesafe kat ettiğini düşünüyorum. Yukarıda zikrettiğim bazı politikaların Ekrem İmamoğlu tarafından öngörüldüğünü ve kısmen uygulandığını biliyoruz. Ve ardından bu sene, 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınıp tutuklanmasıyla başlayan iktidarın CHP belediyelerine yönelik taarruzuna tanık olduk. Bugün birçok belediye başkanı ve onlarca belediye bürokratı demir parmaklıklar arkasında hâlâ yazılmayan iddianameleri bekliyor. Dahası, yeni saldırıların tuhaf tuhaf iddiaların da gündeme geldiğini görüyoruz.
Evet, çok zor bir dönem. Kuşkusuz öyle. Ama aynı zamanda, yeniden güçlü bir demokratik muhalefet inşa etmek için de bir fırsat anı. Elbette iktidar buna izin vermek istemeyecek; yargı yoluyla korkutmaya, muhalefetin toplumsallaşmasını engellemeye çalışacak. Fakat her şeye rağmen, olağanüstü bir demokratik siyaset imkânı önümüzde duruyor. Bir yönüyle şehir siyaseti, diğer yönüyle ulusal ölçekte iyi yaşam, yoksulluğa karşı mücadele, demokrasi ve adalet arayışı… Hepsi iç içe geçmiş durumda.
Türkiye bu iktidar altında yalnızca otoriter bir rejime doğru sürüklenmiyor. Aynı zamanda gençlerin geleceği tüketiliyor. Yaygın eğitimin geldiği vahim nokta nedeniyle yetişmiş insan kalitesi hızla eriyor. Bence Türkiye’nin önündeki en büyük mesele, yarın bu ülkeyi omuzlayacak, iyi eğitimli ve açık fikirli insanları bulamayacak olmasıdır.
Bu yüzden Türkiye’de demokratik muhalefetin ve bugün bu sorumluluğu fiilen tek başına taşıyan CHP’nin şehirlerden ulusal düzleme uzanan, oradan da geleceğe yönelen güçlü bir siyasal tasarım ortaya koyması şarttır. Bu tasarım, halkla birlikte; özellikle de 2024 yerel seçimlerinde ve 19 Mart sonrasında CHP’nin başarıyla harekete geçirdiği ve genişlettiği tabanla omuz omuza, ortaklaşarak üretilmeli ve yaygınlaştırılmalıdır.
Geçen yazımda “Türkiye tarihinin bekleme salonunda” demiştim. O salondan çıkma vakti artık yaklaşmaktadır.