Geçen haftaki yazımda Türkiye’de siyasetin tarihe boğulduğunu vurgulamış, bundan kurtulmak için anti-tarih önermiştim. Siyasetin geçmiş tasarımından çok, gelecek tasarımıyla ilgilenmesi gerektiğini ifade etmiştim. Evet, tabii ki, her siyasi akımın tarihsel bir iddiası vardır. Ya da şöyle diyelim: Siyaset kendi iddiasını tarihsel çerçeveye oturtur. Sol ya da sağ, milliyetçi ya da muhafazakâr, farklı siyasal akımların farklı tarihsel anlatıları o siyasal akımların tarihiyle de iç içedir. Farklı tarih anlatılarının yarattığı gerilimler siyasi tartışmaların önemli bağlamlarından birini oluşturur.
Daha büyük ölçekte devletlerin hepsinin olmasa bile çoğunun resmi tarihleri mevcuttur. Resmi tarihler bazen ülkedeki siyasal akımların tarihsel anlatılarını kapsar, onları kendince sentezler ya da uzlaştırır. Bazen o anlatıların bir kısmını merkeze koyar, bir kısmını dışlar. Türkiye’nin en belirgin şekliyle okullarda öğretilen resmi tarihiyle, ülkedeki siyasal akımların ve partilerin farklı tarih anlatıları karşılaştırılırsa ne dediğim sanırım daha iyi anlaşılacaktır. Diğer bir deyişle tarih ve siyaset, tarihsel anlatı ve siyasal iddia, hatta tarih ve devlet, birbirinden ayrılmaz.
E o zaman ben hangi akla hizmet anti-tarih öneriyorum? Hem de anti-tarihin kolayca yanlış anlaşılma riskini bildiğim halde. Yoksa naif bir ütopiklik içinde miyim?
Bir not: Geçen hafta hem değerli bir tarihçi hem de hekim olan Ahat Andican HalkTV’de Sevgili İpek Özbey’in programında iki hafta önceki “Büyük Türkiye Semineri” yazımı ideal şartlarda anlamlı bulduğunu ama Türkiye’nin içinden geçtiği şu koşullarda böyle bir yaklaşımın Thomas More’un ütopyasını anımsattığını ifade etti.
O yazıda ben muhalefetin toplumdaki anlatıları (sadece tarih anlatısını kastetmemiştim) kamu alanına çıkaracak, bu anlatılar eşliğinde toplumsal kesimleri nesneden özneye çevirecek, interaktif ve kolektif bir kampanya süreci önermiştim. Gerçi o yazıda ben gerçekçiliğin sınırlarını zorlayarak bir çerçeve önerdiğimi söylüyordum. Ne seçim takvimi, ne iktidarın devlet olanakları ile oluşturduğu katılımı ve bilgi akışını sınırlayan girişimleri, ne de muhalefetin artık şu aşamada “sorumsuzca” diyebileceğimiz dağınıklığı bu seminere izin veriyor. Yine de içinde bulunduğumuz şu dönemde çıplak gerçekçiliğin ötesinde fikirler üretmenin önümüzdeki bazı kilitleri açmaya yardımcı olacağını düşünüyorum.
İkinci not: Ahat Bey’in hoş eleştirisini kastetmiyorum ama genel bir gözlemimi paylaşmama izin verin. Türkiye’de yıllar içinde metin okuma pratiklerinde bir gerileme mi oldu acaba diye düşünmeye başladım?
Mesela ironinin, mecazın, mübalağanın, kinayenin, tecahül-i arifin, telmihin ve diğer söz oyunlarının ifadelerimizi çarpıttığını mı düşünüyoruz artık? İfade oyunlarının düşüncedeki berraklık ve kaygıları yok ettiğine dair bir yaklaşım mı hâkim oldu? Kelime ve ifadelerin ma’nâ ile dansından zevk almayı unuttuk mu? Halbuki ifade ve ma‘na arasındaki dans düşüncenin ilerlemesini sağlayan unsurlardan biri değil mi?
Sadık ve salim Oksijen okurlarını tenzih ederim. Zaten ben bu düşünce ve tarih denemelerine nefes almanın zorlaştığı bu dönemde Oksijen okurlarıyla beraber yola çıktım. Neticede bu yazıları beraber yazıyoruz, öyle değil mi? İcap ederse sorumluluğu benimle paylaşacağınızı da biliyorum.
Anti-tarih nedir?
Konuya dönelim. Peki nedir anti-tarihten kastım. Anti-tarih tarihsel anlatıların siyaseti şekillendirmesine karşı aktif bir siyaset yapmaktır. Siyasetin tarihsel anlatılardan güç devşirmesine karşı durmaktır. Tarihsel anlatıyı siyasal iddianın merkezine yerleştirmek karşısında aktif bir tavır almaktır. Anti-tarih siyaseti, tarihsel koşullar ne olursa olsun, bugün ve gelecek için yapılması gerek bir iş olduğunu vurgulamak, hem objektif bir durum olarak geçmişin, hem sübjektif söylemler olarak tarih anlatılarının siyasetin merkezinde olmasını reddetmek, aktif olarak bu tavra karşı siyaset yapmaktır.
Biraz daha açayım. İlk olarak şu önermeye ne dersiniz?
Geçmiş bize birçok zorluklarla, gerilimlerle, düşmanlıklarla, üstünlükler ve zayıflıklarla intikal eder. Siyaset şüphesiz tarihsel bir analiz yaparak, tarihin bize nasıl intikal ettiğini tespit etmek zorundadır. Bu tespit ve analizin o siyasetin gelecek tasarımına yerleşmesi gerekecektir. Ama siyaset geçmişin yükü karşısında devrimci bir eda ile durur, geçmişin ördüğü duvarları yıkabilme iradesi gösterirse güçlü bir siyaset olur. Başka bir ifadeyle, siyaset geçmişi yıkarak yapılırsa o gerçek anlamda siyaset olur. Siyaseti, gelecek tasarımını geçmişin sınırlamaları içinde kurmak ya da geçmişi ihya etmek olarak değil, tam tersine geçmişi aktif olarak değiştirme iradesi olarak tanımlarsak, o siyaset bir işe yarar. Siyasetin analiz ettiği tarih de işte tam tarihi ihya etmek ya da tarihsel hatları güçlendirmek için değil, intikal eden geçmişin sınırlarını, hatlarını yıkıp, hayatı dönüştürmeye çalışan bir siyasetin yoldaşı olursa ma’nâlı bir uğraşa dönüşür.
Tarihsel anlatıların eleştirisi olarak tarih
Umarım fazla akademik ya da soyut gitmiyoruzdur. Devam edelim. İkinci önerim şu: Toplumsal fay hatlarını güçlendiren, geçmişin bir dönemini, bir grup aktörü, bir sürü kurumu tarihsel bağlamından kopartıp yücelten ya da onu lanetleyen tarih anlatılarını merkeze koyan siyaset ile aktif bir mücadele… Sürekli gelişen amorf bir hamaset ya da sürekli büyüyen bir mağduriyet temeli üzerine kurulmuş tarihsel anlatılarla siyaset yapanlara karşı gelecek merkezli aktif bir reddiye geliştirmek.
Geçmiş anlatılarının nasıl araçsallaştırılıp metalaştırıldığını topluma anlatan, tarihsel anlatılardan güç devşiren siyasetin ipliğini pazara çıkaran, buna karşı kararlı ve ışıltılı gelecek tasarıları ile toplumun önüne çıkan bir siyaset. Evet, genel hatları ile anti-tarih dediğim bu iki önermeye dayanıyor.
Peki tarih ne işe yarar?
Sakın söylediklerimden siyasetle tarihin ayrışması gerektiği anlamı çıkmasın. Ya da bir siyasetin tarihsel bir iddiası olmasın, siyaset tarihi her yönüyle reddedip sadece geleceğe baksın da demiyorum. Tam tersine siyasetin, tarih ve tarihsel anlatının önümüzde engel teşkil etmesine karşı aktif bir mücadele olarak yeniden düşünülmesini öneriyorum.
Tarih geçmişteki tüm olup bitenlerin, tüm deneyimlerin toplamıdır. Büyük bir hazinedir. İnsanlar bu hazineyi farklı şekilde kullanabilirler, onunla farklı şekilde ilişkiye girebilirler. İçinden geçtiğimiz dönemde tarih çok işe yarayabilir. Mesela modern insanın mağrurluğuna karşı geçmişte unutulmuş deneyimlerin ne kadar ufuk açıcı olduğunu gösterebiliriz. Geçmişte olduğunu varsaydığımız pozisyonların aslında görünenden çok daha farklı olduğunu anlatarak, kalıplaşmış güçlü tarih anlatılarını sarsıp, hatta yıkabiliriz.
Geçmişi modelleyip, sevdiğim bir tabirle Plato’dan NATO’ya bir düz çizgi çizerek mekanik bir tarih açıklaması yapan modellere karşı, insan tecrübelerindeki çok boyutluluğu, çok merkezliği, dağınıklığı savunarak, modellerin siyasal araçlara dönüşmesinin önüne geçemesek de modellemecilere büyük bir rahatsızlık verebiliriz. Ya da tek düze bir ilerleme ya da gerileme anlatısının farklı aktörler için karşıt anlamlara gelebileceğini gösterebiliriz.
Devletlerin dar resmi tarihlerine karşı yerel tarihleri öne çıkartarak, demokrasinin yerelden başlamasına katkıda bulunabiliriz. Aynı Evliya Çelebi’nin yaptığı gibi, ülke coğrafyasının çoğul tarih anlatılarını ülke tarihi haline getirebiliriz. Ve daha çok şey yapabiliriz.
Özetle tarihi siyasetin bir aracı olmaktan çıkarıp, özgürleştirici bir disiplin olarak kabul edersek, siyasetin de tarihle olan ilişkisini yeni bir gelecek kurmak için tasarlayabiliriz. Aslında anti-tarihten kastım da buydu. Burada bu düşüncelerin filizlenmesinde ilham kaynağı olan, sevgili hocam, Cemal Kafadar’ın bir sözüne atıf yapmak isterim: “Tarih yazıcılığı özgürleştirmiyorsa zulme hizmet ediyordur.”
Bu hafta burada bitirelim. Umarım çok soyut veya anlaşılması zor bir yazı olmamıştır. Gerçi böyle yazıları için farklı anlama şekilleri olabilir diye düşünüyorum. Ya da şöyle ifade edeyim: Bir yazıyı birden fazla anlama şekli varsa, o yazı zenginleştirici bir yazıdır. Neticede çok katı bir tutarlılık peşinde de değilim. 2007 olsa gerek, Harvard’ta doktora tezimi bitirmeye yakın, Avrupa tarihçisi Mark Mazower’la tezimi konuşuyordum.
Tezdeki iddialarımı nasıl daha güçlü şekilde ifade edebileceğim konusu açıldı. “Argümanlarının karşıtlarına tezinde yer verebiliyorsan, argümanların daha da güçlenir” demişti. Cemal Kafadar ve Mark Mazower’ın bu iki değerli sözüyle bu yazıya son verip, Osmanlılar’ın “sınır kat” ederken neden harita kullanmadıklarına dair ve üç gün içinde bitirmem gereken akademik makaleme döneyim.