23 Aralık 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
12.07.2024 04:43

Aşırı sağ yükseliyor, peki ya sol?

Fransa ve İngiltere seçim sonuçları bize birçok perspektif sunuyor. Ama şöyle bir yoruma ne dersiniz? İki ayrı solla karşı karşıyayız. İngiltere’de 14 yıllık skandallarla dolu başarısız bir muhafazakâr iktidar sonunda restorasyonist, bir anlamda reformcu bir sol. Fransa’da ise çok katmanlı ve heterojen, hatta kaotik bir sol koalisyon… Aktivizm dorukta ama tutarlı bir proje var mı, o belli değil


Küresel bir seçim dönemi yaşıyoruz. Birçok ülkede seçimler oluyor. Bu seçimlerde Amerika ve Avrupa'da II. Dünya Savaşı'ndan sonra şekillenmiş ve Soğuk Savaş sonrası yenilenmiş demokratik düzene karşı aşırı sağın yükselişinden bahsediyoruz.

Bazı analistlere göre aşırı sağın yükselişi ve birçok ülkede demokratik sistemlerin erozyona uğraması kaçınılmaz. Hatta kimi gözlemciler dünyada küresel ölçekte yeni bir faşist dalgalanmanın hiç de uzak olmadığını iddia ediyor. Bazılarına göre, başta Trump, aşırı sağ liderlerin iktidarları elde etmesiyle sadece II. Dünya Savaşı'ndan sonra oluşan demokratik kurumlar değil, Atlantik güvenlik sistemi de (NATO) alt üst olacak. Hatta Rusya ve Çin'i dengeleyen Atlantik sisteminin çöküşünün yeni bir nükleer savaşa kadar uzanabilecek, sonucunu öngöremeyeceğimiz bir kaosa doğru dünyayı itebileceği kehanetinde bulunanlar var.

Aşırı sağın yükselmesinin nedenleri neler?

Bu konuda büyük bir literatür oluştu. Soğuk Savaş sonrası oluşan neoliberal iktisadi sistem tarihte görülmemiş bir ekonomik büyüme sağlamışken, yine yüksek bir gelir eşitsizliğine neden olması; ya da parlamenter sisteme, siyasal partilere ve siyasal elitlere duyulan öfke; ya da bilimsel gerçekliğe ve bu gerçekliği üreten başta üniversitelere karşı duyulan yeni bir şüphecilik; yoğun değişim karşısında duyulan güvensizlik hissi ve muhayyel bir yüce geçmiş ihya etme arzusu... Ve tabii göç olgusu; yoğun göçle beraber ortaya çıkan yabancı düşmanlığı...

Neticede ABD ve Avrupa'da kurulu düzene ve bu kurumların dönemin zorluklarını ele alma biçimine karşı yoğunlaşan bir hoşnutsuzluk var. Bu hoşnutsuzluğa cevap veren, mobilize eden, siyasal dile çeviren ise aşırı sağcı popülist liderler ve onların etrafındaki kümelenmiş, bazen farklı gündemleri olan gruplar.

Sistemden dışlanan aşırı sağ

Neden düzene karşı sağda yoğun bir hareketlenme varken sol bu hoşnutsuzluğa cevap veremiyor? 2008 krizinden sonra solda büyük bir patlama beklenirken, neden bu olmadı ve aşırı sağ hem soldan hem merkez sağdan et kopara kopara büyüdü ve büyümekte?

Solun toplumsal hoşnutsuzluk ve yeni beklentiler karşısında etkisiz kalmasının belki bir nedeni, aslında onun zaten Avrupa ve ABD'de mevcut yapı içinde kuvvetli bir şekilde var olmasıydı. Aslında II. Dünya Savaşı’nda Avrupa ve ABD'de oluşan sistem bir yönü ile liberalizmin, muhafazakarlığın ve demokratik sosyalizmin bir sentezi değil miydi?

Unutmayalım, İkinci Savaş sonrası ABD’de ve başta Almanya, Fransa ve İngiltere olmak üzere Avrupa'da savaş öncesinin ırkçı-milliyetçi-antisemitik siyasal hareketleri ile ilişkilendirilen aşırı sağ sistemin dışına itilmişti. Evet, belki mesela İspanya'da 36 yıl süren ve ancak 1975’te sona eren Franco rejimi ya da Yunanistan'da 1967-1974 yılları arasındaki Cunta idaresi içinde aşırı sağ ile özdeşleştireceğimiz unsurlar vardı muhakkak. Ama 1970'lere geldiğimizde bunlar da yavaş yavaş ortadan kalkıyordu.

Peki ya sol?

Aslında Fransız Devrimi'nde çıkmış ve içinde bazen monarşistlere karşı cumhuriyetçileri, bazen muhafazakarlara karşı devrimcileri, bazen liberallere karşı sosyalistleri bir araya getiren "sol" kavramı ancak 1930'lardan itibaren dünyada yaygınlaşmaya başlar. Böylece solcu olmak ille de sosyalist ya da komünist olmayı gerektirmeyecektir. Çok daha elastik bir kavramdır sol. Değişimci, devrimci, özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı, evrenselci, kamucu olmaktan başlayıp daha doktriner, net bir şekilde sosyalist ya da komünist hatta anarşist olmaya uzanan bir yelpaze. Sol kavramı kendini mesela doktriner sosyalizmle ya da sınıf siyasetiyle özdeşleştirilmeden eklektik bir şekilde değişimci, özgürlükçü, aydınlanmacı, kamucu olan hareketlere de kendilerini konumlandırmak için geniş bir yer açar.

1960 sonlarından itibaren ise sol dünyanın birçok yerinde toplumsal hayata ve siyasal bünyelere iyice nüfus etmekteydi. Sovyetler'in eksenindeki Marksist-Leninist ve Çin'e yakın Maocu hareketler dışında, Avrupa solu siyasal yelpazede güçlenmektedir. (Türkiye'de kurucu parti CHP, 1960 İhtilali'nden sonra bu dalga içine dahil olur ve kendini "ortanın solu" olarak niteler). 1951'de kurulan Sosyalist Enternasyonal, 1970'lerden itibaren Avrupa, Latin Amerika ve Afrika'daki sosyal demokrat ve demokratik sosyalist hareketleri birbiriyle tanıştırır, Sovyet sisteminin ve Çin'in etki alanı dışında küresel bir sol vizyon kurmaya çalışır. Euro-Komünizm Sovyet hegemonyasından kendini kurtarır.

Liberal demokratik değerlerle sosyal/sınıfsal ve kamucu öncelikleri sentezlemeye çalışan bu hareketlerin Leninist ve Maocu komünist partilerle olan ilişkisi ise bazen dostça bazen yüksek gerilimli olmuştur. Sistemin içindeki demokratik sol ile dışındaki devrimci sol kâh işbirliği yapmış, kâh birbirlerini sertçe eleştirmiş... Bazen demokratik sol ile devrimci sol arasında net sınırlar kaybolmuş, bazen o sınırlar eskisinden daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yine de sosyal demokrat ve komünist hareketler 1960'lardan itibaren dekolonizasyon sürecinde gerek birbirleriyle gerek eski sömürgelerdeki yoldaş partilerle işbirliği yaparlar.

Amerika'da ise 1930'lardan gelen ve Roosevelt'çi bir federal devletçi ekonomi siyasetinin üzerine ırkçılığa karşı sivil hareketler ve Vietnam savaşına tepkilerle olgunlaşan yeni bir radikalizm kendini göstermektedir. Bu radikalizm Demokrat Parti içinde kuvvetli bir sol damar, hatta birkaç sol damar bulur ve DP'ye yerleşir.

Kültür,cinsiyet,çevre ve sol

Soğuk Savaş'ın sonlarına doğru komünist hareketler yavaş yavaş etkisini yitirir. 1980'lerden itibaren Avrupa solu sınıfsal vurgusunu azaltmaya başlar. Bu dönemde üç önemli unsur solun içine kuvvetli şekilde dahil olur: Kültür, cinsiyet ve çevre meselesi.

Sol artık sadece işçi sınıfı merkezli sınıfsal ya da kamucu bir kodlama yapmamalıdır. Kimlik meselesine, kültürel pozisyonlara ve kültürel hegemonyalara da cevap vermelidir. Sol içinde kültür ve hegemonya çalışmaları çok gerilere gider. Ama özellikle 1990'larda Yugoslavya'nın dağılması, Bosna ve Kosova savaşları ve soykırım süreci içinde sol kulvarda çok kuvvetli bir kültürel hassasiyet başlar. Sınıfsal ayrımlar kadar kültürel ayrımların eşitsizliği ve dolayısıyla şiddeti doğurduğu tezi güçlenir. ABD'deki ırkçılık karşıtı sivil hareketlerden de öğrenecek çok şey vardır. Aynı şekilde Orta Doğu savaşları, Filistin meselesinde İntifada ile yeni aşamaya gelinmesi, İran Devrimi'nde canlanan İslamcılığın Orta Doğu, Afrika ve Avrupa Müslümanları arasında yaygınlaşması ... Tüm bunlar sol içinde önemli siyasal-kültürel ajandalardır artık.
Yine bu dönemde feminist hareketler solda çok daha etkili hale gelmeye başlar. Feminizm sınıfsal ve kültürel analize cinsiyet üzerinden güçlü bir eleştiri getirir. Ama sadece feminist hareketler değil, gay ve lezbiyen hareketler de sol içinde konumlanmaya başlar. 1970'lerin cinsel devrimi, feminist teori sol içinde yaygınlaşmakta ve doktrinleşmektedir.

Ve tabii yeşil hareketi. 1980'den itibaren Avrupa'nın birçok ülkesinde yeşil partiler ortaya çıkmaktadır. Çevre kriziyle birlikte yeşil hareketi aynı zamanda solun şehirli ve kalkınmacı ve endüstrileşmeci diline bir eleştiridir.

1990'ların sonlarından itibaren sol artık eskisinden çok daha renkli ve çok katmanlıdır. Gerçi bu çok katmanlılık solun toplumsal tabanını büyütmez. Ama sosyal demokrat partiler 1990'larda güçlü ajandalarla sisteme ciddi etkide bulunurlar. (Türkiye'de SHP'nin yükselişi.) Özellikle ABD'de üniversite büyük oranda solun kalesine dönüşmektedir. 1990'larda Federal Avrupa Birliği projesi merkez sağ, neoliberaller ile solun ortak projesidir. ABD'de Clinton, İngiltere'de üçüncü yolcu Tony Blair, Fransa'da yavaş yavaş Komünistlerle köprüleri atan Mitterrand’ın Sosyalist Partisi.

2000'li yıllar: Aşırı sağın soldan rol çalması

2000'li yıllar sol geniş toplum kesimleri için etkisini yitirmeye başlar. 11 Eylül sonrası dünya, güvenlikçi anlayışın, milliyetçiliğin, içe dönüşün ve tedirginliğin yani sağın dönemidir. Sol iktidara ara ara gelir, ama bir türlü toplumların tedirginliklerine cevap veremez. Avrupa'da Müslüman azınlığa tepkiler büyümekte, sol bu tepkileri dindirmeye çalışmakta, burada başarısız olmaktadır.

Kimilerine göre sol yavaş yavaş çok kültürlülük, kozmopolitanizm, akademik ve entelektüel elitizm ile özdeşleşmektedir. Ekonomik sosyal demokrasi ise iştahlı neoliberalizm karşısında eskimiş bir Keynezçilik ile ilişkilendirilir. Neoliberalizm sola kültürel alanda kaldığı oranda sempati ile bakar. Ama onun vergileri artırmak ve yeniden bölüştürmekten başka çok da bir şey sunmayan ekonomi siyasetinin "arkaikliğini" sürekli yüzüne vurur.

Ta ki 2008 krizine kadar. 2008 krizi 1980'lerden başlayarak devleşen neoliberal büyümenin çok sert bir şekilde duvara çarptığı yıldır. Lakin sol 2008'e hemen kuvvetli bir şekilde müdahale edecek hazırlık içinde değildir. 2008'te aşırı sağ iyice salınmaya başlayacaktır.

Yine de sol bir noktada kendini yenileyecek bir alan açacaktır. Obama sol için büyük bir hayal kırıklığıdır şüphesiz ama 2011'den başlayarak solun farklı gruplarını kapsayan Occupy hareketleri dünyayı sarsar (Bizde 2013 Gezi Direnişi). Occupy hareketleri amorf birlikteliklerle gerçekleşir. Çevreciler, sosyalistler, sosyal demokratlar, anarşistler, LGBT-Q hareketi, azınlıklar, üniversite gençliği ve bazen beyaz yakalılar. Occupy hareketleri 2010'dan itibaren şehirlerde ve bazen kırlarda etkili olur, yeni liderler ortaya çıkartır, ama holistik bir siyasal ajanda geliştirmez.

Bu arada aşırı sağ kendi yolunda gitmektedir. Kimi yerlerde o da Amerika'daki Çay Partisi hareketi gibi, kendi aktivizmini yaratır. Arkasından Trump'ın kampanyası, beklenmedik bir şekilde iktidara gelişi ve tabii dünyayı sarsan Covid 19 pandemisi... Trump'ın iktidardan gidişi...

Bu hikâye Putin'in Ukrayna saldırısı, Biden rejimi, arkasından 7 Ekim ve İsrail-Hamas savaşı ile salına salına devam eder... Bu konuları farklı yazılarda işledim. Sadece İsrail'in Gazze'de yürüttüğü katliamlara tepki olarak oluşan ve daha çok üniversiteleri saran küresel adalet vurgulu büyük tepkiyi de Occupy hareketinin yeni bir aşaması olarak not edelim.

İki sol alternatif: İngiltere ve Fransa

Bu haftanın konusu ile bitirelim: Malum, Fransa ve İngiltere seçimleri oldu. Bu sayfayı takip edenler benim bu iki seçimi yerinde takip ettiğimi hatırlayacaklar. Bir süredir de zaten Fransa ve İngiltere seçimleri üzerine yazıyorum. Seçim sonuçları bize birçok perspektif sunuyor. Ama bu yazının ana fikri açısından şöyle bir yoruma ne dersiniz?

İki ayrı solla karşı karşıyayız. İngiltere'de 14 yıllık skandallarla dolu başarısız bir muhafazakâr iktidar sonunda İngiltere'de kurumları ve ciddiyeti tesis etmeye gelen, bir anlamda restorasyonist, bir anlamda reformcu bir sol. Kendi içindeki radikal damarı tasfiye etmiş ve kendini ülkede bazı sol projelerle "düzeni" tesis etmeye gelen bir İşçi Partisi. Keir Starmer'in teknokratik üslubu ve siyasal gündemiyle sol cenahta çok heyecan uyandırdığı söylenemez. Kimisine göre bu heyecansız zafer aslında kapıda bekleyen aşırı sağcı Reform hareketini güçlendirmekten başka bir işe yaramayacak. Kimisine göre ise Blair’in ‘Üçüncü Yolu’ndan çok daha oturaklı, ne yaptığını bilen, doktriner olmasa da güçlü gündemi olan bir sol iktidara geldi. Bekleyip görelim.

Fransa'da ise durum çok farklı. Sol ittifak ikinci tur seçimlerde halkın aşırı sağı durdurmak için kullandığı stratejik oyların da sonucunda birinci grup oldu. Ama Jean-Luc Mélenchon çok katmanlı ve heterojen, hatta kaotik bir sol koalisyonu yönetebilecek mi? Çok heyecanlılar. Aktivizm dorukta ama iktidara gelip dümene geçmek için bir hazırlık ya da tutarlı bir proje var mı? Olsa da zaten hiçbir grubun çoğunluğu elde edemediği mecliste hükümet nasıl kurulacak, o belli değil. Birçok kişi tam da bu nedenden dolayı bir dahaki sefere Avrupa'da aşırı sağın amiral gemisi Rassemblement National'in ve lideri Marine Le Pen'in çok daha kuvvetlenerek 2027'de iktidara geleceğini söylüyor. Kimi gözlemciler ise bu durumun Fransız solunun kendini yenilemesi, aktivizm ile güçlü ve tutarlı bir ajandayı 2027 başkanlık seçimlerine yönelik bir şekilde sentezlemesi için tarihi bir fırsat olarak görüyor.

Gelecek hafta Türkiye solunu yazmaya ne dersiniz? 2024 seçimlerinde Türkiye'de kendini sol ile ilişkilendiren CHP, Dem Parti ve TİP neredeyse %45'e ulaşan bir oy aldılar. Pek kimse bunu dikkate almıyor ama sağa kayan Avrupa'da bu bir istisna! 

Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu