14 Kasım 2024, Perşembe Gazete Oksijen
09.09.2022 04:30

Boğaziçi Üniversitesi neden hedefte?

İktidar içinde belli grupların Boğaziçi’ni dönüştürmek istedikleri görülüyor. Amaç birilerinin dünya görüşlerine aykırı olduğunu düşündüğü bir kurumu ortadan kaldırmak mı? Yoksa bütün bunların arkasında ilginç rant oyunları mı var?

1980’li yılların sonunda Ankara TED Koleji’nde okur ve üniversiteye hazırlanırken, aramızda en büyük hayali Boğaziçi’ne girmek olan arkadaşlarım vardı. Boğaziçi’nde okumuş, hatta daha sonra orada öğretim üyesi olmuş akrabalarım olduğunu da söylemeliyim. Ama benim Boğaziçi Üniversitesi ile çok yakın bir ilişkim olmadı. Sanırım Boğaziçi bana biraz ulaşılmaz bir yer gibi geliyordu.

Boğaziçi’nin kampüsünü ilk ziyaret ettiğim zamanı hatırlıyorum. O kadar güzeldi ki, bu okula âşık olmamam gerektiğinin farkındaydım. Olur da Boğaziçi’ne giremezsem çok üzülecektim. Sanırım kendimi koruma hissiyle, Boğaziçi’ne karşı hep mesafeli kaldım. Tanıdıklarım ”İnşallah Boğaziçi’nde okursun” dedikçe, onlara aslında Boğaziçi’ni çok da istemediğimi, ODTÜ’yü ya da SBF’yi tercih ettiğimi, Ankara’da kalacağımı falan söylüyordum. Belki bu tamamen yalan sayılmazdı ama dedim ya, verdiğim cevap biraz da kendimi koruma hissinin sonucuydu.

Tabii ki, 1990 yılında girdiğim üniversite sınavında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü birinci sıraya yazdım. Ama, evet, puanım Boğaziçi’ne yetmemişti. Ben de Boğaziçi’ne “mesafeli” olmanın sonucunda büyük bir hayal kırıklığına uğramaktan kurtuldum. Üniversiteyi ODTÜ’de okudum. Çok güzel yıllardı. Ama ODTÜ’de gördüm ki, çoğu arkadaşım benim gibi Boğaziçi Üniversitesi’ne “mesafeliydi”. Kimimiz Boğaziçi’ni piyasa ile fazla içli dışlı buluyorduk. ODTÜ’nün sol ve radikal geçmişi dolayısı ile ODTÜ’yü üstün görüyorduk. Bazılarımız Boğaziçi’nin ODTÜ’ye göre “light” olduğunu düşünüyordu. Ama muhtemelen bu mesafenin asıl nedeni Boğaziçi’ni kıl payı kaçırmaktan kaynaklanıyordu. 

Robert Kolej

Hadi biraz tarih yapalım: Malum, Boğaziçi Üniversitesi’nin kökleri 1863’te açılan Robert Koleji’ne gider. Robert Koleji 19’uncu yüzyılda ABD’de gelişip serpilen güçlü eğitim kurumlarının ABD dışındaki ilk örneğidir. Robert Kolej’in Arnavutköy ve Bebek’teki arazisi Sultan Abdülaziz tarafından verilir. İlk önceleri Amerikan misyonerlik faaliyetlerinin uzantısı olarak görünen Robert Koleji özellikle Rum ve Ermeni çocukların eğitimini hedefler. 

Kolej, 1908’den sonra Müslüman öğrencilere kapılarını açar. Zamanla Robert Kolej eğitimi dini çehresinden uzaklaşır, okul laik bir eğitim kurumuna dönüşür. Bu arada Rumelihisarı’ndaki Şehitlik Dergâhı adıyla bilinen Bektaşi Tekkesi ile Robert Kolejliler arasındaki ilginç ilişkiler üzerine ayrıca değinmek gerekir. Okulun ilk Müslüman müdürü Hüseyin Pektaş (1884-1970) Şehitlik Dergâhı’nın şeyhi Nâfî Baba’nın torunudur. (Önder Kaya’nın Kronik Yayınları’ndan birkaç ay önce çıkan Dünya’nın Tam Orta Yerinde Robert Kolej kitabını hararetle tavsiye etmeme izin verin.)

Stanford Üniversitesi Hoover Arşivi’nde 1910’lardan 1933’e kadar Robert Kolej’de öğretmenlik yapmış Edgar Fisher’in (1885-1968) arşivinde Robert Kolej öğrencilerinin yazdıkları ödevleri incelemiş, çok etkilenmiştim. Robert öğrencilerinin yazdıkları o ilginç tarih kompozisyon ödevlerinden yola çıkarak, Robert’in tarihinin nasıl Osmanlı modernleşmesi ve erken Cumhuriyet tarihinin önemli bir parçası olduğunu takip edebilmiştim. İleriki yazılarda belki bu enfes öğrenci kompozisyonlarından örnekler paylaşırım. 

Boğaziçi Üniversitesi’nin kuruluşu

Robert Kolej’in Lozan Anlaşması ve Tevhit-i Tedrisat Kanunu’na göre statüsü bazı tartışmalara yol açmıştır. İlk önce ortaokul ve lise eğitimi veren Robert Kolej, 1957’de yükseköğretimi de kapsayacak şekilde genişler. 1970’lerde, o güne kadar ABD’den gelen yıllık 2 milyon dolarlık yardım kesilmeye başlar. Aynı zamanda 1960’ların sonlarından itibaren yüksekokulun Robert Kolej’den ayrılarak, özerk bir üniversiteye dönüşmesi konusunda öğrenci ve öğretim üyelerinin talepleri gündeme gelir. 1970’lerde Robert’in yüksek kısmının geleceği belirsizdir. Mütevelli heyetin Amerikalı üyelerinin yüksek kısmı kapatmak istedikleri basına yansır. Diğer yandan, eğer yükseköğretim kısmı devam edecekse, bunun kampüsünün Arnavutköy’de (Günümüzdeki Robert Kolej) olması gerektiği, Bebek kampüsünün ise ortaokul ve liseye ayrılması gerektiği üzerine tartışmalar olur. 

1970 Eylül’ünde okulun yüksek kısmındaki ses getiren öğrenci boykotu, yüksek kısmın Robert Kolej’den ayrılması ve özerk bir üniversite haline gelmesi, Bebek kampüsünün de üniversiteye devri taleplerini kamuoyuna taşır. 1970’lerde Robert Kolej’in statüsü tartışmaları Türkiye eğitim tarihinin ilginç epizotlarından biridir. Nihat Erim hükümeti döneminde Robert Kolej yönetimi, mütevelli heyeti ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki müzakereler sonucu, Ocak 1971’de Robert Kolej’in yüksek kısmı, Robert Kolej’den ayrılacak, Boğaziçi Üniversitesi adıyla özerk bir üniversiteye dönüşecek, Bebek kampüsü de Türkiye Cumhuriyeti Millî Eğitim Bakanlığı’na devredilecektir. Mimarlık tarihi profesörü Abdullah Kuran kurucu rektör olarak atanır. 

Dünyanın en iyi üniversiteleri 

Türkiye’nin yükseköğretim tarihinin en başarılı hikayelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nin 1971’den sonraki çok renkli ve ilginç dönüşümü, üzerine uzun uzun çalışılması gereken bir konu. Robert Kolej’den çıkıp, ulusal bir özerk kamu üniversitesine dönüşen Boğaziçi birçok alanda hızlı bir şekilde Türkiye’nin en önemli öğretim kurumlarından biri, belki de birincisi olmayı başarmakla kalmaz, dünyanın sayılı üniversiteleri arasına girer. Ben Boğaziçi’nin bu elli yıllık macerasının ayrıntılarını bilmemekle beraber hem okuduklarımdan hem dinlediklerimden bazı fikirler edinmiştim. 

Mesela Boğaziçi Tarih Bölümü’nün 1980 Darbesi’nden sonra, 1983’te nasıl kurulup kısa bir süre sonra Türkiye’nin en prestijli tarih bölümü olma hikayesini, bölümün kuruluşuna büyük katkı vermiş olan sevgili hocam Engin Deniz Akarlı’dan dinlemiştim. Boğaziçi Tarih, Türkiye’de sosyal bilimleri tarih disiplinine taşıyan öncü bir bölüm olmuştu. Aynı zamanda Boğaziçi, tarih çalışmalarını, Osmanlı ve Türkiye tarihinin çok ötesinde, küresel bir bağlama oturtma konusunda da liderlik etmişti. Ama Boğaziçi Tarih Bölümü’nün bana en anlamlı gelen özelliği Tarih ve Sanat & Mimarlık tarihini aynı bölüm içinde entegre edebilmiş olmasıdır. 

Muhakkak Boğaziçi’nin 50 yıllık hikâyesi her bölüm, her enstitü, her program için çok ilginç ve renklidir. Eğitim tarihçilerinin bu hikâyeleri ayrıntısıyla yazmaları gerekir. (Bu arada son günlerde üniversite yönetiminin emr-i vâkisi sonucu Barnum House’daki mekânını terk etmek zorunda kalan meslektaşımız Cengiz Kırlı’nın başında olduğu Boğaziçi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi’nin önemini zikredelim.) 

Kolektif kimlik

Vurgulamaya çalıştığım nokta, Boğaziçi Üniversitesi’nin aslında kısa bir süre içinde nasıl da Türkiye’nin ve dünyanın sayılı kurumlarından biri olduğu konusunu düşünmemiz gerektiğidir. Boğaziçi’nin sihri nedir? Elli yıllık bir kurum, hele büyük bir krizden filizlenmiş bir kurum, nasıl olmuştu da bir mucizeye dönüşmüş, Türkiye’yi dünyaya bağlayan, ülkemizin en seçkin kamu kurumlarından biri olmuştur. 

Sanırım Boğaziçi mucizesinin arkasında yatan şeylerin başında, bu nispeten küçük üniversitenin oluşturduğu kolektif kimlik gelmekteydi. Bu kimlik üniversitenin o güzel kampüsünde hocalar, öğrenciler ve idari personeli ile çok kuvvetli bir aidiyet duygusu ile şekillenmişti. Boğaziçi, imtihanlardaki başarıları sonucu onun parçası olmaya hak kazanan öğrencilere bu aidiyet duygusunu aşılıyor, onları öğretim yılları içinde özgür bir entelektüel ütopyada yaşatıyor, hatta belki onları Türkiye’nin sert ve sürekli kutuplaşan siyasal ve kültürel ikliminden izole edip, korumaya çalışıyor, arkasından mezunlarının sadece Türkiye’ye değil, onun ötesinde dünyaya açılmalarını sağlıyordu. 

Evet, benim uzaktan gördüğüm buydu. Hatta belki ODTÜ’de iken bizim biraz eleştirdiğimiz Boğaziçi’ndeki bu korunaklılık hâli, görece içe kapalılıktı da diyebilirim. Ama Boğaziçi’ni değerli kılan şey de buydu. Robert Kolej birikimi üzerine, aslında bir yoruma göre ona başkaldırarak kurulup, bir kamu üniversitesi olmuş bu kurumun 50 yıl boyunca titizlikle ürettiği görece kapalı ve korunaklı kültürel iklim o kadar kıymetliydi ki, böylece farklı ortamlardan gelen ve Boğaziçi’nin parçası olan öğrencilerin bu kuruma çok kuvvetli bir aidiyet hissi ile, Türkiye’nin çok ötesinde, dünyanın parçası olmalarının önü açılıyordu.

“Elit” üniversite

Boğaziçi elit bir üniversitedir. Türkiye’de “elit” kelimesi maalesef siyasal oportünizmin kurbanı oldu, “elitizm” ile karıştırıldı. Halbuki her toplumun farklı yönlerden seçkin insanlara ve o insanların çoğalmasına ihtiyacı var. Seçkin olmak özellikle eğitim ile elde edilmiş bir kimlik olduğunda değerlidir. Boğaziçi işte tam da farklı sosyal sınıflardan gelmiş öğrencilerin güçlü bir eğitimle dünya ölçeğinde seçkinleştiği bir üniversite ve bu yönüyle Türkiye Cumhuriyeti’nin en değerli kamu kurumlarından biri olmuştu. 

Bazı çevrelerden gelen, ‘üniversite öğretim üyelerinin çoğunun belli bir sosyal çevreye dahil oldukları’ eleştirisi ise ne kadar gerçeği yansıtmaktaydı? Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğretim üyesi alımları için teşkil edilen komitelerin titizliği Türkiye akademi camiası tarafından iyi bilinir. Özellikle son yirmi yılda Üniversite’nin öğretim üyesi kompozisyonunun çok daha çeşitlilik kazandığı da bilinmektedir. Bu çeşitlilik sadece Türkiye ile sınırlı değildir. Unutmayalım, Boğaziçi Üniversitesi, yurt dışından öğretim üyesi çekebilen ender Türkiye üniversitelerinden biridir.  Yine de Boğaziçi Üniversitesi’ne belli bir içe kapalılık eleştirisi getirilebilir. Bu eleştiriye katılmasak da bunu meşru kabul edebilir ve tartışabiliriz. Ama bu eleştiri, ancak bu üniversitenin kendi dinamiği ve evrimi içinde gerçekleştirdiği evrensel başarının değerini takdir ederek yaptığımızda anlamlı olur. 

Kim neyi amaçlıyor?

Boğaziçi Üniversitesi neden hedefte?

Bu soruya basit bir cevap veremiyorum. Olan biteni hepimiz takip ediyoruz. (Bu konuda Binnaz Toprak Hoca’nın 26 Ağustos 2022 tarihli T24’teki yazısını öneriyorum.) İktidar içinde belli grupların Boğaziçi’ni kendilerine uygun bir şekilde dönüştürmek istedikleri, bunun için ilginç yöntemlere başvurdukları görülüyor. Kim var bu dönüştürme projesinin arkasında? Kim, neyi amaçlıyor? Bu bir tür “fetih” projesi mi? Yoksa bir nevi temellük (zamanın tabiri ile “çökme”) girişimi mi? Amaç birilerinin dünya görüşlerine aykırı olduğunu düşündüğü bir kurumu ortadan kaldırmak mı? Yoksa bütün bunların arkasında bu dönemin alâmet-i fârikası olan ilginç rant oyunları mı var?

Bu süreç hakkında duyduklarım oldukça dehşet verici olmakla beraber, iktidar çevrelerinin neden Türkiye’nin en büyük değerlerinden birinin değerini azaltmaya çalıştıklarını tüm yönleri ile anladığımı söyleyemem. Ama şunu söyleyebilirim: Eğer amaç Boğaziçi’nin elli yıl içinde ürettiği bu başarı hikayesini ve evrensel standartlardaki değerini temellük edip, onu bazı tuhaf yöntemlerle, kendilerinin tasarladığı bir şekle sokmak ise bunun sonucu bu kurumun ölümünden başka bir şey olmayacaktır. Boğaziçi’nin kendi doğal entelektüel habitatına ve evrimine dönmesine izin vermedikleri sürece, ellerinde sadece binalar ve arsalar kalacak, bir süre sonrasında o güzelim diplomaların ne Türkiye’de ne dünyada değeri kalmayacaktır. Onun için bu yoldan bir an önce dönmek herkesin hayrınadır.

Bu arada bir buçuk senedir devam eden ve akademik özerklik adına Türkiye akademi tarihinin en değerli hareketlerinden olan Boğaziçi direnişini gerçekleştiren meslektaşlarıma saygılarımı sunuyorum. 

Sular durulduğunda hepimiz için ilginç bir başlangıç olacak. O zaman biraz daha fırtınanın keyfini çıkaralım, ne dersiniz? 
Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu