İktidar Kürtlerle yeni bir ittifak arayışına girdi. Bu kez bir “Türk-Kürt-İslam sentezi” öne çıkıyor: Sünnilik temelli “1000 yıllık kardeşlik” söylemleri etrafında kurgulanan bir birliktelik… Ancak ne Erdoğan Kürtlere, ne Kürtler Erdoğan’a güveniyor. Bu ortamda Bahçeli-Öcalan süreci nasıl başarılı olabilir?
Türkiye siyasi tarihinin kritik bir dönemecindeyiz. Geçen haftaki yazıda belirttiğim gibi, iki birbiriyle bağlantılı gelişme-Devlet Bahçeli ile Abdullah Öcalan’ın öncülük ettiği yeni Kürt barış süreci ile Ekrem İmamoğlu ve arkadaşlarının tutuklandığı 19 Mart operasyonu-bu kırılma anını şekillendiriyor. Peki, bu eşzamanlı ve çelişkili gelişmeler Türkiye’yi nereye götürecek?
Oldukça dikkat çekici bir tabloyla karşı karşıyayız. Bir yanda, 40 yıldır süren bir silahlı çatışma döneminin sona ermesi ve Kürt meselesinin çözümüne dair ihtimaller konuşuluyor. Diğer yanda, Erdoğan sonrası Türkiye’yi yönetmesi en muhtemel siyasetçilerden biri olan Ekrem İmamoğlu’nun, iktidar tarafından yargı yoluyla etkisizleştirilmesine tanık oluyoruz. Bir yanda toplumsal barış umudu, diğer yanda muhalefetsiz, derinleşmiş bir otoriter rejim tehdidi.
Bu iki zıt sürecin aynı anda yaşanması şaşırtıcı ama anlamsız değil. Kürtlerle uzlaşma ve ortaklaşma; laik ve sosyal demokrat kesimle çatışma ve kriminalizasyon. Bir yanda açılım dili, diğer yanda tasfiye siyaseti.
Kürt hareketiyle Erdoğan arasında oluşabilecek bir uzlaşma, demokratikleşme ya da hukuk devletine dönüş anlamına gelmeyebilir; tam tersine rejimin konsolidasyonuna hizmet edebilir. Nitekim bir AKP milletvekili, değil PKK’nın silah bırakmasından, Türkiye’nin “silahlı bir unsuru” olarak yeniden yapılandırılmasından söz etti. Bu açıklama, rejim içindeki bazı çevrelerin Kürt hareketini sisteme eklemleyerek hem muhalefeti parçalamayı hem de rejimi tahkim etmeyi hedeflediğini gösteriyor.
Sandık olmuyor, ne verelim?
Uzun süredir yazıyoruz: Seçimi kazanacağına inanan bir Erdoğan’ın nasıl davranacağını biliyorduk. Ama bugün, seçim kazanamayacağını idrak eden bir Erdoğan’ın nasıl davrandığını tecrübe ediyoruz. En güçlü rakibini yargı yoluyla etkisizleştirme stratejisi bunun en net göstergesi.
Bugün Erdoğan yönetimi, artık bir azınlık iktidarına dönüşmüş durumda. Meşruiyetini sandıktan alan bir yapı için bu son derece zorlayıcı bir konum. AKP, kurulduğu günden bu yana, kendi tahayyülüne göre şekillenmiş bir “Türkiye sosyolojisine” güvenerek hareket etti: Yüzde 65 sağ, yüzde 25 sol, yüzde 10 Kürt oyları. Bu kabuller, özellikle çoğunluk esasına dayalı başkanlık sistemiyle birlikte, sağ alanı büyük oranda kapsayan AKP’nin iktidarını uzun vadede garanti altına almıştı.
1000 yıllık kardeșlik mi 20 yıllık güvensizlik mi?
Ancak bu tablo 2019’dan itibaren değişmeye başladı. Muhalefetin statik kalmadığı, büyüyebildiği ortaya çıktı. Buna cevaben, MHP ile kurulan Cumhur İttifakı giderek bir “neo Türk-İslam sentezi”ne dönüştü. İlk önce gücünü tazelese de, neo-Türk-İslam sentezci Cumhur İttifakı’nın da toplumsal desteğinin erimeye başladığı ortaya çıktı. Önce yüzde 50’nin altına, ardından yüzde 40’lara düştü. 2023 seçimleri muhalefetin stratejik hataları nedeniyle kaybedilmiş olsa da, gerçek tablo 2024 yerel seçimlerinde tüm açıklığıyla ortaya çıktı. CHP’nin geçirdiği dönüşüm, yeni liderliği ve Cumhur İttifakı’nın ekonomik vaatlerini yerine getirememesi, bu bloğun yeniden seçim kazanmasını oldukça zorlaştırdı.
Bu koşullarda Erdoğan halk desteğinin yerine ne koyabilirdi? Güvenlik kaygılarına oynayabilirdi, ancak bu sınırlı bir etki yaratacaktı. Dini ve milli söylemler ise sandığın meşruiyetini gölgede bırakmaya yetmiyordu. Elbette rejim içindeki bazı odaklar, 15 Temmuz 2016’dan itibaren bir “devrim süreci” yaşandığını ve yeni bir düzenin kurulduğunu savunuyor. Ancak bu iddialara, bu çevrelerin dışında inanan neredeyse yoktu. Evet, bu rejimin eski düzeni yıkma kapasitesine tanık olmuștuk. Ancak yeni bir düzen inşa edip, toplumdan rıza üretme yeteneğini görmüyorduk.
Şimdi rejimin toplumsal desteğini yeniden inşa etmek için Kürtlerle yeni bir ittifak arayışına girdiği anlaşılıyor. Bu kez bir “Türk-Kürt-İslam sentezi” formülü öne çıkıyor: Sünnilik temelli “1000 yıllık kardeşlik” söylemleri etrafında kurgulanan bir birliktelik. Ancak ne Erdoğan Kürtlere, ne Kürtler Erdoğan’a güveniyor. Bu yoğun güvensizlik ortamında Bahçeli-Öcalan süreci nasıl başarılı olabilir?
Eğer Erdoğan gerçekten Kürtlerden yeniden destek almak istiyorsa, oldukça radikal adımlar atmak zorunda: Anayasada Kürt kimliğinin kolektif bir unsur olarak tanınması, Türkiye’nin Türk-Kürt ortaklığı temelinde yeniden tarif edilmesi ve Selahattin Demirtaş başta olmak üzere siyasi tutukluların serbest bırakılması gibi. Lakin bu adımlar atıldığında, Erdoğan’ın bu sefer de milliyetçi-muhafazakâr tabanında ciddi bir çözülme yaşanması kaçınılmaz olur. MHP bu süreci ne kadar taşıyabilir? Erdoğan için bir garantör olabilir mi?
Diğer yandan, Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel liderliğindeki CHP için çok farklı bir dönem başlıyor. İlginç biçimde, aktif bir hamle yapmadan bile güçlenen bir muhalefet var. Evet, kayyumlar aracılığıyla CHP’yi dahi tasfiye etme ihtimali tamamen dışlanamaz. Ancak toplumun Ekrem İmamoğlu’nun yargılanmasını bir “siyasi tasfiye” olarak gördüğü de ortada. Bu algıyı değiştirmek mümkün değil. Erdoğan yargı yoluyla daha da sertleşirse, kendisini daha fazla köşeye sıkıştırmış olacak.
MHP açısından tablo biraz daha farklı. Bahçeli, Öcalan ile yürüttüğü bu sürecin başarıya ulaşmasını istiyor gibi görünüyor. Ancak İmamoğlu’nun tutukluluğu sürecin meşruiyetini zedeliyor. Yine de Bahçeli bu süreci sahiplenmiş durumda, el yükseltiyor. Türk siyasetinde radikal dönüşümler gerçekleştirmiş, sıradışı bir lider olarak önümüzdeki süreçte yeni hamleler yapması muhtemel.
Özetle, Erdoğan rejimi kendisini köşeye sıkıştırdı. Yeni bir düzen kurmak için gereken devrimci sıçramayı yapabilecek kapasiteden yoksun. Ne güçlü bir ideolojik hatları var, ne de bu sıçrama için toplumsal destekleri. Belki bir “yeni Türk-Kürt ulusu” inşa etme fikriyle bir momentum yakalama arzusu var, ama bunun gerçekleşmesi yukarıda saydığım nedenlerle pek mümkün görünmüyor. Ekrem İmamoğlu davaları zaten inandırıcılığını yitirdi. CHP ise muhalefet alanını genişleterek ilerliyor ve iktidarın buna karşı etkili bir cevabı yok. Belki Erdoğan’ın tek tesellisi, mevcut uluslararası konjonktürün görece lehine işlemesi. O konuyu da haftaya ele alalım.