21 Kasım 2024, Perşembe Gazete Oksijen
14.06.2024 04:30

Dört trajedi: Filistin İsrail, ABD ve Türkiye

Hamas operasyonuna bir yönüyle intihar saldırısıydı diyebiliriz. İsrail'in saldırganlığını dünyaya teşhir etmek ve Suudi Arabistan-İsrail yakınlaşması (hatta Türkiye-İsrail ilişkilerinin restorasyonu) ile oluşmakta olan yeni status quo'yu başlamadan dağıtmak için yapılan bir intihar saldırısı

İsrail'in yüksek düzeyde cevabı ise binlerce Filistinlinin ölümüne yol açacak, bu da dünyadaki dengeleri sarsacaktı. Rusya-Ukrayna savaşının Rusya lehine geliştiğini düşündüğümüzde Hamas'ın ince bir hesapla çok büyük bir tarihi müdahale yaptığını daha iyi anlayabiliriz


Hamas'ın Güney İsrail'e düzenlediği ve yüzlerce İsrail vatandaşını katlettiği 7 Ekim saldırısı, ardından İsrail'in Gazze'de yürüttüğü ve bugün itibarı ile 38 bin Filistinlinin hayatını kaybettiği operasyonlar dünyayı sarsmaya devam ediyor. 7 Ekim, dünya tarihine çok radikal bir müdahaleydi. Hamas bu müdahalenin çok kanlı bir İsrail saldırısını tetikleyeceğini biliyordu.

Bir yönüyle Hamas operasyonuna bir intihar saldırısıydı diyebiliriz belki de. İsrail'in agresyonunu dünyaya teşhir etmek ve Suudi Arabistan-İsrail yakınlaşması (hatta Türkiye-İsrail ilişkilerinin restorasyonunu da bu bağlamda ele almak gerekiyor) ile oluşmakta olan yeni status quo'yu başlamadan dağıtmak için yapılan bir intihar saldırısı. İsrail'in yüksek düzeyde bir cevabı ise binlerce Filistinlinin ölümüne yol açacak, bu da dünyadaki dengeleri sarsacaktı. Hele ABD seçimlerinin yaklaştığını ve Rusya-Ukrayna savaşının Rusya lehine geliştiğini düşündüğümüzde Hamas'ın ince bir hesapla çok büyük bir tarihi müdahale yaptığını daha iyi anlayabiliriz.

Hamas'ı işgale karşı ulusal kurtuluş mücadelesi veren bir örgüt ya da bir yönetim olarak görsek bile, bu bize 7 Ekim saldırısını meşrulaştırmak için yeterli bir ahlaki alan sağlamıyor.

Aynı zamanda Netanyahu iktidarı ile Hamas arasında saklı bir işbirliği olduğu, İsrail'deki aşırı sağ ile Netanyahu'nun yaptığı koalisyonun Gazze'deki Hamas yönetimi ve Batı Şeria'daki Filistin otoritesini iyiden iyiye ayrıştırmak, böylece iki devletli çözümü imkânsız hale getirecek kadar geciktirmek istediği hiç de yabana atılacak bir iddia değil.

Çok ilginç değil mi? 7 Ekim'den birkaç hafta önce Netanyahu Filistin meselesi diye bir meselenin artık kalmadığını (Çözümsüzlük çözümdür!) ifade etmişti. Bir de 7 Ekim öncesi İsrail'deki İsrail hükümeti aleyhine büyük gösterileri hatırlayalım. Netanyahu iktidarının yargının siyasal otorite karşısında gücünü kıran reform teklifi Netanyahu ve çevresinin yolsuzluk iddiaları ile birleşince İsrail toplumunun ciddi bir kısmı sokaklara dökülmüştü. Tam bu karışıklık içinde öğrendik ki bir Hamas saldırısının gelmekte olduğu bilgisi İsrail hükümetinde mevcutmuş.

Filistin'in trajedisi

Kontrollü bir Hamas saldırısının Netanyahu hükümetinin ayakta kalması için elverişli bir ortam sağlayacağı fikrinin belli şekillerde kabul edilmiş olabileceği fazla mı komplo teorisi kokuyor? Ama 7 Ekim'deki saldırının beklenenden çok daha kapsamlı ve kanlı olması işleri değiştirdi.

Geldiğimiz noktada gerek Filistin gerek İsrail için farklı nitelikte trajedilerle karşı karşıyayız.

Filistin tarihinin en kanlı saldırısına maruz kalıyor. Binlerce kadın ve çocuk, kırk bine yakın insan katledildi. Binlerce çocuk öksüz kaldı. Gazze halkının çoğu bugün evsiz. Gazze'nin tüm altyapısı çökertildi. Portakal ve limon bahçeleri, bostanları ve tabii pamuk tarlaları ile meşhur Güney Filistin'in güzel ve verimli kıyı şeridi bir moloz yığınına döndü.

İsrail Hamas'ın askeri ve lojistik altyapısını ne kadar ortadan kaldırdı, kaldırabilir? Bu konuda farklı tartışmalar var. Ama Hamas üzerine çalışan uzmanlar İsrail'in Hamas'ı tasfiye etmesinin neredeyse imkânsız olduğunu söylüyor. Evet, Gazze toplumu Hamas'tan ibaret değildi ve 7 Ekim öncesi Hamas yönetimine karşı bir memnuniyetsizlik kendini belli ediyordu. Ama 7 Ekim sonrası Hamas ile Gazze halkının çok daha iç içe geçtiğini söyleyebiliriz sanırım. Ama Hamas'ın meşru bir taraf olarak uluslararası camiada kabul görmesi 7 Ekim'den sonra mümkün mü? Batı Şeria yönetimi (Fatah) ise tam bir fiyasko.

Bugün Filistin tarihinde hiç olmadığı kadar lidersiz kalmış durumda. Bugün belki de Filistin'in hem Gazze hem Batı Şeria halkının, hem diasporanın lider kabullenebileceği tek kişi, Birinci ve İkinci İntifada'nın lideri Marvan Barguti. Barguti 2002'den beri İsrail'de cezaevinde. Geçen hafta Stanford'u ziyaret eden eski başbakan Salam Fayyad uluslararası arenada kabul görse de Filistin halkının liderlik taleplerini karşılamaktan uzak. Filistin halkına dünyada hiç olmadığı kadar büyük bir sempati var. ABD kampüsleri Filistin bayrakları ile donatıldı. Ama Filistin yönetimi bu uluslararası desteği Filistin halkı için bir siyasal faydaya çevirecek bir liderlik göstermekte çok hem de çok yetersiz.

Evet, Filistin devletini tanıyan ülkelerin sayısı artıyor. İki devletli çözüm hala masada belki ama sadece masada. Hatta bazı çevreler Gazze'nin bir tür uluslararası manda yönetimi ile rehabilite edileceği üç devletli "çözümü" dillendirmeye başladılar. Bugün Filistin halkının insanca yaşayacağı bir çözüm ihtimalinden çok uzakta olduğumuzu kabul edelim.

İsrail'in trajedisi

Gelelim İsrail'in trajedisine. Bu çok farklı bir trajedi. Bugün İsrail kuruluşundan beri ileri sürdüğü ahlaki iddialarını büyük oranda kaybetmiş, adeta kendine ihanet etmiş durumda.

Bu biraz zor bir konu. Biraz açayım: İsrail ikili bir tarihsel anlatı üzerine yükselir. Bir yönüyle İsrail başta İngiltere desteği ile kurulmuş, daha sonra ABD'nin desteği ile ayakta kalmış, "yerleşimci kolonyal" bir ülkedir. Diğer yanıyla ise tarih boyunca hem Hristiyanlar hem Müslümanlar tarafından kâh aşağılanmış, kâh kovulmuş, kâh soykırıma uğramış bir ulusun varoluş mücadelesi, dünya tarihi içinde bir adalet arayışıdır.
Siyonizm, kutsal topraklar ile özdeşleştirdikleri Filistin'i adeta Yahudilerin terk etmesinden sonra insansız boş bir toprak parçası olarak kodlar. 1880'lerden başlayarak Orta ve Doğu Avrupa'dan ve Rusya'dan gelen yerleşimci Yahudi toplulukları İngiltere'nin desteği ile çoğalır. Zamanla Yahudi ahaliler koloniler kurarken kadim Filistin ahalisi farklı şekillerde topraklarını kaybeder... Holokost sonrasında Yahudilerin devlet kurmaları üzerine fikirler iyice olgunlaşır. 1948'de İsrail devleti kurulur, İsrail devletinin kurulduğu topraklarda ise Filistinlilerin çoğu ülkelerinden kovulur. Yine de kuruluşunda kapsayıcı bir İsrail-Filistin devleti ideali hayatta kalmaya devam eder.

İsrail muhalefeti rejimin soykırımsal müdahalesini, içlerine sindirmeseler de kötü bir zorunluluk olarak görüyor. Dört İsrailli rehinenin kurtarılması için 250 Filistinlinin öldürülmesi, kaçınılmaz ve kötü bir "zorunluluk"...

Zamanla, özellikle Arap-İsrail savaşları içinde İsrail devletinin toprakları genişler. İsrail'in eşit haklara sahip Filistinlileri de kapsayacak bir İsrail-Filistin devletine dönüşmesi imkânı zamanla ortadan kalkar. İki devletli çözüm başta Kudüs ve Yahudi yerleşimciler ve Filistin kurtuluş hareketi ile İsrail arasındaki şiddet sarmalı içinde bir türlü hayata geçemez. İsrail zamanla Filistinlilerin ya ikinci sınıf vatandaş olarak ya da sürekli yıldırma siyaseti ile Batı Şeria ve Gazze'de sıkışmış durumda yaşadığı bir apartheid rejimine dönüşür. Arada FKÖ gücünü yitirir. Hamas Gazze'ye İsrail'in kapalı desteği ile hâkim olur.

Ama İsrail'in hikayesi bu anlatıdan ibaret değildir şüphesiz. İsrail, sadece Doğu Avrupalı siyonistlerin değil, aynı zamanda Orta Doğu Yahudilerinin ülkesidir. Bu bölgede başta Irak (aslında Türkiye'yi eklememiz gerekiyor) birçok ülkede güvenli yaşam imkânı bulamayan Safarad Yahudiler de ilk başta siyonist projeye yakın olmasalar da sonunda İsrail'e yerleşirler. İsrail aynı zamanda sosyalist Yahudi grupların oluşturdukları emeğe dayalı tarım ve zanaat ahalilerinden oluşan bir ütopya hareketidir. Arap devlerinin saldırılarına karşı ayakta kalmış bir askeri güç oluşturabilmiş, şehirlerini, üniversitelerini kurmuş, güçlü bir kamuoyu olan demokratik kurumları inşa edebilmiş bir ülkedir. İsrail daha düne kadar Filistinliler ile ortak bir yaşam kurma idealini koruyan siyasal hareketleri içinde barındırabilmiştir.

Demem o ki İsrail'in bir apartheid rejimine dönüşmesi ve buna meydan okuyan çok sert ve kanlı bir saldırıya cevaben soykırım yapan bir ülke olması zorunluluk değildi. Bugün İsrail'de Filistinlilerle ortak bir hayat kurmak iradesi gösterebileceklerin sayısı iyice azaldı. İsrail muhalefeti rejimin soykırımsal müdahalesini, içlerine sindirmeseler de kötü bir zorunluluk olarak görüyor. Dört İsrailli rehinenin kurtarılması için 250 Filistinlin öldürülmesi, kaçınılmaz ve kötü bir "zorunluluk"...

Amerika'nın trajedisi

Soykırıma uğramış bir halkın kurduğu İsrail varoluş mücadelesi verme iddiasıyla soykırım yapan bir ülke olmayı göze alıyor.

ABD'nin trajedisi üzerine geçen haftalarda yazdım. Belki komedisi demek daha doğru. ABD dünyada gerek ekonomik gerek askeri gerek kültürel olarak lider ülke olma iddiasını öylesine har vurup harman savurdu ki... Bugün ABD dünyaya düzen getiren, uluslararası kurumları ve hukuku, yani oyunun kurallarını belirleyen, bunu yaparken belli bir uluslararası adalet misyonu ve vizyonu olan bir ülke olmaktan çok uzak. ABD olsa olsa çok kutuplu bir dünyada bir fraksiyonun, kırılgan Batı ittifakının mütereddit ve güvenilmez bir lideri olmaya doğru hızla koşuyor.

Türkiye'nin trajedisi

Soğuk Savaş sonrası ABD merkezli tek kutuplu rejimin dünyaya pek hayrı olmadı. Şimdi "Yeni Soğuk Savaş" döneminde ise ABD kendine güveni olmayan, kendi içinde korkunç bir kutuplaşma ile tarihsel bir kafa karışıklığı yaşayan, oraya buraya savrulan bir rejim. ABD'nin bu trajedisinin dünyada hayırlara vesile olacağını düşünen, özellikle Küresel Güney'de milyonlarca insan var. Diğer yandan, kapitalizm kendi dinamiği içinde başka bir evreye sıçrarken ABD rejiminin olası bir Trump iktidarı ile hümanist, aydınlanmacı ve evrensel bir projeyi tamamen terk etmesinin dünyaya ne faydası olacağı konusunda soru işaretlerini koymamız gerekiyor.

Gelelim dördüncü trajediye, Türkiye'nin trajedisine. Son on yılda Türkiye'nin dünya ile kurduğu ilişki o kadar kirlendi, o kadar zehirlendi ki, ülkemiz sadece güvenilmez ve öngörülmez bir ülke değil (öngörülemezlik bir güç de olabilir), yaptığı hareketlerle hem çevresine hem kendi iç bünyesine sürekli zarar veren, istikrarsızlık yayan, kriz çıkaran, çıkardığı krizlerin altında kalan bir devlet konumuna geldi.
Soğuk Savaş öncesinde ve sonrasında şekillenmiş Türk dış politikasının sorunlarını, kısıtlılığını burada yazmaya yer yok. Ama her şeye rağmen dünya karşısında görece bir gerçekçilik ile bakan ve son çözümlemede istikrar ve barışı önceleyen bir dış politikanın yerini agresyon, ideolojik ve tarihsel fanteziler, arkasında durulamayan sözler, iki adım sonrasını hesap edemeyen bir tepkisellik aldı. Daha sonra bu durumdan ürküp Dışişleri’ni istihbarat merkezi olarak gören, tuhaf bir yere savrulan bir rejimi tecrübe ettik, ediyoruz.

Türkiye Hamas-İsrail savaşının sonlanması ve barış için çok önemli bir rol oynayabilirdi. Bu rolü oynayacak bir altyapısı, ahlakı kodları ve tarihsel birikimi vardı. Bunların hepsi bu ergenlik çağına kilitlenmiş rejim tarafından çarçur edildi.

Son bir not olarak şunu ekleyeyim: Türkiye'yi devralmayı uman CHP'nin cari rejimin dış politika tercihlerini "ulusal devlet politikası" gibi kodlaması, ya da restorasyoncu bir geri dönüş beklentisi içinde olması yapabileceği en büyük hatalardan biri olur.

Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu