Erdoğan’ın yeni ekonomi programı (YEP) büyük tutarsızlıklar ve çok büyük riskler içeriyor. Peki Erdoğan ve etrafındaki kadro bunu bilmiyor mu? Muhtemelen biliyorlar. Buna rağmen böyle bir oyuna neden giriyorlar? Bu konuda farklı teoriler var ve bunları salt iktisadî çerçeve ile anlamamız mümkün değil. Bunun nedenini anlamak için içinden geçtiğimiz, siyasal ve psikolojik faktörleri yeniden düşünmemiz gerekiyor
Alfred Marshall “toplumsal koşulların değişmesi yeni bir ekonomik doktrinin gelişmesini gerektirir” diye yazar. Türkiye’de son yıllarda toplumsal ve siyasal koşulların derinden değiştiği doğru ve gördüğümüz gibi iktidar da yeni bir ekonomi öğretisi ile karşımızda. Evet, Erdoğan’ın önerdiği kuramsal çerçeve, onun dayandığı varsayımlar ve önerilen programın üzerine örtülmüş ahlaki ve hatta dinî söylemi anlamamız, bunu bir bağlama oturtmamız gerekiyor ki, hayatta kalalım. Peşinen yazayım: Erdoğanomics’in tamamen irrasyonel ya da cahilce bir hamle olduğunu düşünmüyorum. Evet, biraz panik içinde, senkronize gelişen bir adım olduğu doğru ama belli bir rasyoneli var sanırım. Ama bu rasyonaliteyi anlamız için iktisat kuramının ötesine bakmamız ve siyasal, hatta psikolojik etkenleri değerlendirmemiz gerekiyor.
Yeni ekonomi programını (YEP) nasıl anlamalıyız?
Son iki hafta boyunca Türkiye ve bir yönüyle dünya, Erdoğan’ın YEP ile ne yapmaya çalıştığını anlamaya odaklandı. YEP’in Türkiye’ye ve Erdoğan’a ne getireceği bir yana, Sayın Cumhurbaşkanı’nın gündemi bu şekilde belirlemesi, herkesi ortaya attığı yeni “proje” üzerine konuşturması belki de başlı başına bir başarı. Neticede dünyada birçok ülkede hâkim olan bu yeni popülist otoriterliğin başarı kıstaslarından biri de tartışmanın bu liderlerin etrafında dönmesini sağlamak değil mi? Neticede reklamın iyisi ya da kötüsü olmadığına inanılıyor. Biraz YEP’i anlamaya çalışalım. Malum, YEP’in ana gövdesi faizlerin enflasyonun altına çekilmesi (tabii Merkez Bankası’nın faiz kararları ile iç ve dış piyasadaki faizlerin düşmediğini biliyoruz), bunun sonucu TL’nin değerinin düşürülmesi (rekabetçi kur dedikleri) hamlelerinden oluşuyor. Pekiyi bunun yararı ne olacak? Amaç bir yönüyle emek ve diğer unsurların maliyetini indirmek, bir yandan da olabildiğince düşük faizli kredi imkanlarını genişleterek, bu sayede ihracatı arttırmak. İhracatın görece artmasıyla beraber zamanla cari açık kapanacak, istihdam yükselecek, büyüme sağlanacak. Buna paralel olarak, ucuzlayan millî varlıkların dış sermayeye (özellikle Körfez sermayesine) satışı ile ülkeye yeni bir kaynak aktarımı planlanıyor. Tabii pandeminin bitmesi, turizmin canlanması, emtia fiyatlarındaki düşüşün devam etmesi vesaire de hesaba katılıyor. Bu modelde TL’nin değeri düşüyor, emek ve ülkenin diğer varlıkları ucuzluyor, böylece, ilk aşamada yoksullaşma pahasına, orta vadede (altı ay!) Türkiye ekonomisinin ihracatı önceleyen rekabetçi bir ekonomi olması için adım atılmış oluyor.
Tarihî arka plan
Bu teorinin oldukça açık tutarsızlıklarını tartışmadan önce gelin biraz iktisat tarihçiliği yapalım ve çok kısa yakın tarihe bakalım. Evet, 1998-2001 krizinden sonra AKP iktidarı yönetimindeki Türkiye IMF kaynaklarını kullanarak bir istikrar programı uygular. Bu programda bir yönü ile kamunun üzerindeki dev borç yükü azaltılır; aynı zamanda yapısal bazı reformlar yürütülür. Bunun başında bankacılık reformu ve Merkez Bankası’nın özerkliği gibi finans alanındaki kurumsal yenilikler gelir. Malî disiplini önceleyen program 2007’lere kadar uygulanır ve IMF’nin kendi kıstasları açısından oldukça başarılı olur. Öyle ki, 2001-07 Türkiye’si IMF tarihinin en başaralı uygulamalarından biri olarak değerlendirilir. Tabii bu arada, özelleştirmelerle ilgili mevzuat değişir ve kamu yararı gözetilmeden, kamu varlıklarının özelleştirilmesine hız verilir. Bu gelişmeler olurken, ücretlerde kayda değer bir artış olmaz ama “yaratıcı” sosyal yardım ağları kurulur ve yoksulluğun farklı kaynak ve yöntemlerle önüne geçilir. Tüm bunların sonucu olarak 2008’e gelindiğinde kamu borçlarının gayrisafi millî hasılaya oranı yüzde 80’den yüzde 40’a, enflasyon yüzde 60’lardan yüzde 10’ların altına iner. Aynı zamanda 2004’teki AB adaylığı ve siyasî ve ekonomik reformlar Türkiye’nin doğrudan dış yatırımlar için cazibesi olan bir ülke konumuna gelmesine yardımcı olur. Bu yatırımlar ise büyük oranda özel sektör tarafından kullanılır. Tabii 2008 dünya krizine giden bu dönemde, dünyadaki likidite ve küresel ölçekli düşük faizler, Türkiye’ye bu yatırımların gelmesini kolaylaştırır. Ekonomik büyüme ve gayrisafi millî hasılada yüzde 40’lara varan ciddi bir artış gözlemlenir. Büyük dış borç yükünden kurtulan kamu 2006-07 arası kapsamlı alt yapı ve sağlık projelerine başlar. Buna mukabil, bu dönemde ciddi bir istihdam artışı ya da birikim modelinde bir dönüşüm ve endüstrileşme olduğu söylenemez.
2008-2018 arası
2008 dünya krizi Türkiye’yi teğet geçmese de gelişmiş ekonomileri vurduğu gibi vurmaz. 2001-2004 arası yapılan reformlar, finans sistemini nispeten korumuştur. Dahası 2007’de AKP seçimden büyük zaferle çıkmıştır ve siyasal “istikrar” perçinlenmiştir. Gerçi AKP kapatma davası ve ardından Ergenekon gibi yargı savaşları ile bezeli fırtınalı yıllar da 2008’le beraber başlayacaktır. 2008’de ABD, AB ve Japonya’da faiz oranları daha da düşer, bunun sonucu Türkiye gibi büyüyen ülkelere sıcak para akmaya devam eder. 2008’de yalpalayan Türkiye ekonomisi, 2010 gibi toparlanır ve 2013’e kadar uluslararası finans merkezlerinin, özellikle kısa vadeli yatırımlarında, önemli cazip pazarlarından biri olur. Buna karşın, Avrupa’daki kriz Türkiye’nin ihracatını ve Türkiye’ye gelen doğrudan dış yatırımları vurmuştur. Aynı şekilde, 2010’da alevlenen Arap Baharı, 2013’te büyük bir hüsranla, Mısır’da darbe ve tabii Suriye Savaşı ile sonuçlanacaktır. 2013 başlarında, dış sermaye girişine iyice bağlı bir ülkeye dönmüş olan Türkiye ekonomisi krizin sinyallerini vermeye başlar. Orta Doğu depremi yanı sıra bir de FED’in 2008 krizi için dünyaya pompaladığı parayı çekmeye başlaması Türkiye için, ülkeye gelen sıcak paranın Türkiye’yi terk etmesi tehlikesi demektir. Bu arada Türkiye’de de AKP hükümetinden memnuniyetsizlik artmaya başlar ve bunun en büyük merhalesini Mayıs 2013’te Türkiye’yi sallayan Gezi olaylarında görürüz. 2013’te Türkiye Merkez Bankası faizleri artırmak zorunda kalır. Ama ilk fırsatta faizler düşürülüp kamu bankalarından özellikle Erdoğan’a yakın belli şirketlere (Beşliler) geniş kredi imkanları sağlanarak büyümenin devam etmesi amaçlanır. 2015-2016 seçim yılları… Büyümenin motoru olduğu düşünülen inşaat sektörü ve alt yapı yatırımları (duble yollar, köprüler, havalimanları, TOKİ inşaatları, stadyumlar...), AKP’nin seçim kazanmasının temel koşulu olarak görülür. Bu dönemde devlet garantili özel sektör yatırımları ile kamu ileriye dönük döviz bazlı büyük borç yüküne girmeye devam eder. Bu arada 2016 yazında darbe teşebbüsü olur. Ardından henüz ölçeğini bilmediğimiz bir servet transferi meydana gelir. Kamu bankalarının ve kamu kaynaklarının bu şekilde kullanılışı sonucu büyüme 2017 sonuna kadar devam etmiştir ama artan dış borca paralel olarak 2018’de yeniden sıcak para ihtiyacı doğar. 2018 Cumhurbaşkanlığı referandumundan sonra faizler tekrar arttırılır. Büyüme hızı düşer ama, 2019’da kısa sürede tekrar seçim sürecine girilir. İşte tam bu noktada, Albayrak doktrini devreye girer. Merkez Bankası kur rezervlerini piyasada arka kapıdan satar (128 Milyar $ Vakası), kur baskılanır ama aynı zamanda faizler ise düşük seyrini koruyabilir. Her şey iyi gidiyormuş gibi bir oyun oynanır. Hatta yeni bir mucizenin arifesindeyiz algısı oluşturulur. Bu dönem ekonomi iletişimi krizinin de yoğunlaştığı dönem olur. İktidar kısa vadede algıları farklı şekillerle kontrol edeceğini görür ama bunun orta ve uzun vadede derin bir güven erimesine neden olacağını dikkate almaz. Diğer yandan 128 Milyar $ hamlesi adeta çok maliyetli bir seçim hilesidir ama AKP, buna rağmen yerel seçimlerde büyük bir yenilgiye uğrar. Bu aşamada Türkiye kur-faiz sarmalına ve siyasal kriz sürecine de çoktan girmiştir ve artık Merkez Bankası hem güven hem rezerv kaybına uğramıştır. 2019 sonbaharı Trump’ın “Akıllı ol” mektubu, ardından Rahip Vakası ve bunun tetiklediği kurlardaki tarihî sıçrama... 2020 Kasım’ında Berat Albayrak Instagram üzerinden, “at izi it izi” diyerek istifa eder. Tam bunun üzerine derinleşen pandemi ve ekonominin durma noktasına gelmesi krizi derinleştirir. Yeni ekonomik kadro Erdoğan’a faizleri artırma, büyümeyi yavaşlatma, borçların ödenmesi ve bir tür muhafazalar istikrar programı önerir. Erdoğan ilk başta bunu kabul eder. Hatta adalet reformu konusunda da ikna olduğu söylenir. Ama böyle bir programın Erdoğan’ın yeniden seçim kazanma ihtimalini ortadan kaldıracağı ve aslında kendisinin ve rejimin bir tür tasfiye sürecini başlatacağına kani olur. Bu arada, muhalefet ortak hareket etmeyi öğrenmiş, 2013-21 arasındaki Türk ekonomisinde kirlenme ve usulsüzlükler ortaya dökülmeye çoktan başlamıştır. 2021 yazına geldiğimizde gidecek pek yol kalmaz. Ülkeye gelen dış sermeye iyice düşmüş, kur yükselmiş, enflasyon artmış, ekonomik kurumlara güven tamamen kaybolmuş, işsizlik ve yoksullaşma artmıştır. AKP’nin belediyeler üzerinde kurduğu sosyal yardım ağı çökmüş, Erdoğan’ın ciddi bir oy kaybına uğradığı ve rejime olan rızanın yüzde 40’lara düştüğü anketlerde ortaya çıkmıştır.
YEP’in tutarsızlıkları
İşte bu bağlamda YEP ortaya atılır. Yukarıda kabaca özetlediğim YEP’in Erdoğan’ın ve rejiminin krizine bir çare olması mümkün mü? Ama önce YEP’in kendi iç tutarsızlıklarına bir bakalım. Birkaç örnek: YEP’in ihracatta büyük bir sıçrama yapması olası gözükmüyor. Bilindiği gibi ihracat ürünlerimizin üretimindeki ara malların yüzde 70’ten fazlası aslında ithal ürün. Ama yine de yüksek teknolojiye dayanmayan belli sektörlerle bu sıçrama en azından teorik olarak mümkün sanırım. Belki uzun vadede ihracat üretiminde gerekli ara mallarının sistematik olarak yerlileşmesi umuluyor, kim bilir (gerçi bu çok uzun vadeli bir program gerektiriyor). Diğer yandan YEP’in yüksek enflasyona yol açacağı da belli. Yüksek enflasyon hem fiyat istikrarını bozacak hem de ülke ekonomisini çok riskli, son derece volatil bir ekonomi haline getirecek. Hükümetin kısa vadede enflasyonu çok sorun etmediği ve TÜİK’in tüm güvenilirliğini yok etme pahasına, istatistik oyunları ile enflasyonu düşük göstermeye çalıştığını da biliyoruz. Kur artışının bir yerde duracağı umuluyor. Ama nerede? Belki de YEP’in en büyük özelliği çok büyük bir yoksullaşmaya yol açacak olması. Yoksullaşma ise sadece zaten bozulmuş toplumsal dengeleri iyice yerle bir etmeyecek, aynı zamanda eğer ihracatta büyük bir sıçrama olmaz ise iç alım gücü iyice azalacağı için Türkiye ekonomisini derin bir durgunluk sürecine itecek. Yani aslında bütün iktisadî siyaseti ne pahasına olursa olsun büyüme üzerine kurulan AKP’nin YEP ile ülke ekonomi tarihinin en büyük durgunluk ve tabii yoksullaşma döneminin kapısını açma riski az değil. Bu ise Erdoğan’a ve rejime olan desteğin -normal şartlarda tabii- iyice azalmasına neden olacak. Pandeminin bitmesi, turizm gelirlerinde artış ya da Körfez sermayesinin Türkiye’ye akması bekleniyor ama burada da ciddi belirsizlikler var. Tabii millî varlıkların Katar ya da Emirlikler’e satılmasının siyasî maliyeti... Tüm bunlara, Erdoğan rejiminin inanılmaz hoyratça yürüttüğü iletişim siyasetini de eklemek lazım. İyi bir ekonominin en temel gereği güven ve öngörülebilirlik. Kurumlara -başta özerk olması beklenen Merkez Bankası ve bağımsız olması beklenen yargı- olan güvensizlik ve siyasi belirsizlik ile Türkiye’nin riskleri roket gibi artmakta (bakınız risk primleri).
Peki neden?
YEP’teki tüm bu iç tutarsızlıkları ve çok büyük riskleri, Erdoğan ve etrafındaki kadro bilmiyor mu? Muhtemelen biliyorlar. Buna rağmen böyle bir oyuna neden giriyorlar? Bu normal şartlarda kazanma ihtimali çok düşün olan kumarı neden oynuyorlar? Bu konuda farklı teoriler var ve bu teorileri salt iktisadî çerçeve ile anlamamız mümkün değil. Bunun nedenini anlamak için içinden geçtiğimiz, siyasal ve psikolojik faktörleri de yeniden düşünmemiz gerekiyor. (Bu arada Erdoğan’ın tamamen cahilce ve irrasyonel davrandığı ya da dinî referanslar ile hareket ettiği gibi varsayımları bir kenara bırakıyorum.) Birincisi, evet, Erdoğan yönetimi buradan bir yeni büyüme atağı bekliyor. Ama büyük yoksullaşma ne olacak? Yoksullaşmadan Erdoğan ne umuyor olabilir? Sanırım üç temel strateji ya da olasılık var. Birincisi yoksullaşmanın ardından, eğer her şey iyi giderse (pandemi biter, turizm gelirleri artar, ihracat canlanır, Körfez sermayesi gelir vs.) görece bir iyileşme olacak. Yani Erdoğan bir anlamda kendi fakirleştirdiği topluma görece bir “ferahlamayı” pazarlamaya çalışacak. Zaten ekonomik krizin nedenini dış faktörlere bağlayan bir propaganda makinasını kontrol ediyor. Erdoğan bu makinaya çok güveniyor. İnsanların krizin sorumluğunu Erdoğan’a değil başka güçlere atfedip, bir noktada görece iyileşmeyi satın alacaklar diye umuyor. Aynı zamanda bunu yaparken, ekonomiyi millî güvenlik çerçevesine oturtarak (bkz. Millî Güvenlik Kurulu bildirisi) krizin sorumluluğunu almıyor, bunu millî bir mücadele olarak ifade etmeye çalışıyor. Tutarsa! İkinci olarak, sanırım, YEP ile ekonominin tüm iplerini kontrol etmek istiyor. (Gerçi perdenin arkasında Berat Albayrak’ın olduğunu söyleyenler de var ama tabii bunu bilmemiz şu aşamada mümkün değil). Tüm ipleri kontrol etmek aynı zamanda fakirleşen ve kriz içindeki bir ülkede kaynakların nasıl dağılacağına ve yükün nasıl bölüşüleceğine karar verme kudreti demek. Erdoğan bu kudretin kendinde olmasını ve herkesin bunu idrak etmesini istiyor. Kaynakların ve ekonomik yükün tevzisini kontrol etme kudreti tam da kendi kaderi ile ülkenin kaderini bir gören bir siyasal liderin isteyeceği şey. Eğer zenginliğin nasıl paylaşılacağına karar veremiyorsan, yoksulluğun nasıl bölüşüleceğine karar vermek… Erdoğan bu sayede toplumun bir kesimi ile yeni bir psikolojik ilişki kurmayı umuyor. Aynı zamanda YEP’in hem millî güvenlik projesi hem de bir tür yeni kalkınma hamlesi olduğu propagandası yapılarak, giden yüzde on, on beşlik bir desteğin yeniden kazanılacağı hesap ediliyor. Üçüncü olarak daha karanlık bir senaryoyu düşünmeliyiz. Eğer her şey kötü giderse ve Erdoğan’ın oy oranlarındaki azalma devam ederse, fakirleşmenin büyük bir toplumsal ve siyasal buhrana hatta kaosa dönüşmesini kolaylaştıracak bazı adımlar atılabilir. Bir anlamda YEP, yeni bir olağanüstü hâl rejimini besleyen bir programa dönüşebilir. Krizi krizle tanzim etmek diyebileceğimiz, zaten yürürlükteki bir siyaset (ya da psikolojik harp) dönüşü olmayan bir şekilde derinleştirilebilir. Tabii bu da Erdoğan için çok riskli bir yoldur çünkü olağanüstü hâl rejiminin derinleşmesi ve kurumsallaşması birçok ittifakı çatırdatabilir, devlet içinde çatışmalara neden olabilir ama yine de böyle bir tırmanmanın, Erdoğan’ın son döneminde ilginç imkanlar ortaya çıkaracağına inanan bir Reisçi grubun olduğunu da biliyoruz. Tabii en gerçekçi senaryo, bu üç ihtimalin dışında, tedbirli bir şekilde iyimserliğimizi koruyabileceğimiz başka bir senaryo. Onu da haftaya yazalım. Yazı çok uzadı. Burada bitirelim. Neşeli ve umutlu bir hafta sonu olsun.