Her şeye rağmen siyahla beyaz arasında sıkışmayı reddeden, herkes için barışı önceleyen, evrensel bir projede ısrar eden bir yerde durmamız gerekiyor diye düşünüyorum
Dünyaca İsrail’in Gazze kanlı saldırılarını izliyoruz. Son bir haftada Refah bölgesindeki kamplar İsrail uçakları tarafından vuruldu. İki saldırıda yüze yakın Filistinli sivil hayatını kaybetti. Çocuklar çadırlarda yanarak öldü. İnsan bu görüntüleri seyrettikçe insanlığından utanıyor.
7 Ekim’den beri Gazze’de hayatını kaybeden sivil sayısı 35 bine yaklaşıyor. Gazze şeridinde yaşayan nüfusun yüzde 2'si öldürülmüş durumda. Nüfusun çok büyük bir kısmı yaşadıkları mahallelerden sürüldü, evleri bombalandı. Gazze halkının çoğu Gazze şeridinin güney kısmındaki devasa kamplarda yaşıyor. Tabii buna yaşamak denirse!
İnsanlığa karşı suç
Geçen hafta uluslararası kamuoyunda iki önemli gelişme oldu.
Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Karim Khan, Hamas’ın üç lideri; Yahya Sinvar, Muhammed Deif ve İsmail Haniye’yle beraber, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant aleyhine yakalama kararı çıkarılması talebi ile mahkemeye başvuruda bulundu. Savcı, Netanyahu ve Gallant’ın insanlığa karşı suç işledikleri iddiasıyla yargılanmalarını talep etti.
Eğer mahkeme iddianameyi kabul edip ve bu kişilerin yakalanıp mahkemeye çıkartılması için bir girişimde bulunsa bile, bu talep şu aşamada sadece sembolik bir anlam ifade edecek. Mahkemenin ülkelerin aktif kabulü ve katılımı olmadan yakalama yetkisi yok. Unutmayalım, mahkeme geçen sene Vladimir Putin aleyhine de benzer bir talepte bulunmuştu.
Uluslararası Ceza Mahkemesi savcısının bu girişimi şu aşamada pratik bir sonuç doğurmayacak olsa da uluslararası kamuoyunda büyük yankı uyandırdı. İsrail’in başbakanı ve savunma bakanının Hamas liderleriyle beraber insanlığa karşı savaş suçu işledikleri şeklinde bir değerlendirme yapılması İsrail ve ABD yönetiminde büyük tepkiye yol açtı.
Bu girişim dünya kamuoyundaki Hamas’in 7 Ekim 2023 katliamı ardından İsrail’in yürüttüğü savaşın meşruluk sınırlarını çoktan aştığına dair yaygın kanaatin güçlenmesine sebep olacak. Aynı zamanda İsrail liderlerinin Hamas liderleri ile aynı çerçevede değerlendirildiği algısı ise İsrail’in teröre karşı mücadele veren bir demokrasi olduğu imajını iyice sarsacak.
AB ve Filistin
Tabi buna bir de Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail devletinin Filistin’de soykırım yaptığı iddiası ile açtığı ve mahkemece soruşturma sürecinin başlatıldığı davayı da eklememiz gerekiyor.
İkinci gelişme ise İspanya, Norveç ve İrlanda’nın Filistin’i devlet olarak tanıdıklarını deklare etmeleri oldu. Bu girişim, özellikle İsrail’in Refah saldırılarından sonra AB’de nasıl yankı bulacak göreceğiz. Ama Filistin’in ülke olarak tanınmasında ciddi bir sorun Hamas’ın statüsü. Filistin ve İsrail için iki devletli çözüme yönelik olsa da bu tanımanın Hamas için ne demek olduğu net değil.
Batı Şeria’daki Filistin yönetimi iki devletli çözüm sürecini yönetecek bir yetkinliğe ve toplumsal desteğe sahip değil. Ayrıca birçok ülke tarafından terör suçlusu olarak ilan edilen Hamas’ın Filistin toplumundan ayrıştırılıp yok edilme imkânı pek var gibi gözükmüyor. Dolayısıyla Filistin tanınsa bile muhatap kim olacak, bu sorunun cevabının az çok netleşmeden, ki yakın zamanda netleşeceğe benzemiyor; Filistin yönetiminin birçok ülke tarafından devlet olarak tanıma ihtimali mevcut değil.
ABD’nin trajedisi
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Putin aleyhine yakalama kararı çıkarması talebini büyük bir sevinçle karşılayan Biden yönetimi ise tam bir çifte standart ile bu sefer Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni tanımadığını ifade etti. Bu artık, ne diyelim, açık ikiyüzlü tavır, Biden yönetimi için tam bir trajediye dönüşüyor.
Joe Biden seçildikten sonra Trump ve Putin’in, tabiri caiz ise, eş başkanı, Victor Orbán ve Narendra Modi’nin ideoloğu olduğu uluslararası sağ popülist dalgaya karşı demokratik bir uluslararası ittifaka liderlik etmek niyetindeydi.
Rusya’nın Ukrayna saldırısı ardından Biden yönetimi yeni demokratik ittifak ihtimali içinde bir doktrin kumaya başlamıştı bile. ABD’nin gerek Rusya’yı gerek Çin’i kuşatan NATO, AB, Japonya ve küresel güney ile yakın ilişki içinde oluşturduğu güvenlik işbirliği projesi aynı zamanda demokratik bir blok olarak formüle edilecekti. Güvenlik ve ekonomik nedenlerle işbirliğinin zorunlu olduğu ama demokratik ittifak içinde yer almayan Hindistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin ise reformlarla birlikte bir şekilde demokratik ittifaka katılmaları teşvik edilecekti.
Uzatmayalım: Hamas-İsrail savaşı Biden yönetiminin bu küresel demokrasi ittifakı projesini yerle yeksan etti. İsrail’e neredeyse koşulsuz destek veren Biden yönetiminin bugün Rusya ve Çin’in milliyetçi ve yayılmacı siyasetine karşı, evrensel ve demokratik bir dünya ittifakı kurma iddiasının hiçbir inandırıcılığı ve geçerliliği kalmadığını söylemeliyiz.
Ama ABD liberalizminin yaşadığı trajedinin başka bir boyutunun ise üniversite kampüslerinden yükselen Filistin yanlısı dalgaya karşı ABD yönetiminin gösterdiği tavır olduğunu ifade edelim. Demokrat Parti Filistin protestoları konusunda karpuz gibi ikiye ayrılmış durumda. Bir kesim bu protestoları yerinde ve ahlaki bulurken, diğer grup, Cumhuriyetçilerle beraber, bu protestoları antisemitik bir hareket olarak görüyor. Protestolar ve Demokrat Partili seçmenin bölünmesi belki de kritik eyaletlerde Biden’in kasım ayındaki başkanlık seçimlerini kaybetmesine yol açacak.
Cumhuriyetçi Parti ise bu konuda hiç olmadığı kadar net: Trump geçen gün Filistin yanlısı yabancı öğrencileri ülkeden atacaklarını söyledi. İsrail konusunda Biden’dan çok daha kuvvetli bir desteği esirgemeyecek olan Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’nin geniş kamuoyunda üç ay öncesine kadar güçlenmesine neden olabilir. Trump hakkındaki tüm cinsel taciz iddiaları ve davalarına rağmen!
Protestoların anatomisi
Üniversite protestolarının anatomisi ayrıca çok ilginç. Protestolar farklı sol kesimlerden ve radikal gruplardan, aslında her zaman da beraber olamayacak öğrencileri bir araya getiriyor. Bir yandan sol-sosyalist öğrenciler, diğer yandan anarşist gruplar, öbür yandan içinde İslamcıların da bulunduğu Müslüman ve Arap öğrenciler.
Atılan sloganlarda kuvvetli bir küresel adalet talebi olmakla beraber, bu öğrenci hareketleri 1968 ya da 1978’lerdeki gibi evrensel bir sol, özgürlükçü ve dönüştürücü bir siyasal hareketi tetikleyecek mi?
Bir yönüyle ABD kampüslerindeki Filistin yanlısı hareketler 2010’larda yayılan Occupy hareketinin devamı. Türkiye’deki Gezi direnişi de bu geniş çerçevenin içinde düşünmek gerekiyor. Çadırlarla bir bölgeyi işgal etmek ve orada bir özgürlük ve protesto alanı yaratmak eylemi daha eskilere gitse de 2011’de yaygınlaştı. İçinde çevrecileri, anti-kapitalist ve sömürge karşıtı grupları barındıran bu Occupy hareketi bugün Filistin halkının savunusu için kendini yeniden üretiyor.
Filistin’i desteklemek ne demek?
Filistin savunusunun dili de aslında biçim değiştiriyor. Bu protestolarda İsrail hiç olmadığı kadar sömürgeci ve eski Güney Afrika devleti gibi bir ırkın diğerinden üstünlüğü prensibine dayanan bir Apartheid rejimi şeklinde konumlandırılıyor.
İsrail tarihi dar bir kolonyal çerçeveye girmeyecek kadar karışık ve katmanlı. Ama o çok katmanlı İsrail toplumu bu kolonyal paradigmaya adeta kendini mahkûm ediyor.
Tarihi bir kilitlenme yaşıyoruz. Ölümler, katliamlar. Pornografik bir şiddet dönemi. İnsanı insan olduğundan utandıran bir şiddet. İsrail toplumunun yaşadığı tıkanıklık ve trajediye de üzülmemiz gereken bir dönem.
Her şeye rağmen siyah beyaz arasında sıkışmayı reddeden, herkes için barışı önceleyen, evrensel bir projede ısrar eden bir yerde durmamız gerekiyor diye düşünüyorum.
Barış, barış, barış...