24 Nisan 2024, Çarşamba Gazete Oksijen
10.03.2023 04:30

Fırtınalı yıllar bitiyor

Yitirdiğimiz toplumsal barışın ve güvenin tesisi en hayati öncelik. Yeni bir Türkiye anlatısı oluşturmalı, katılımı, özgürlüğü ve hukuku temsil eden demokrasiyi bu anlatının merkezine oturtmalıyız. Geçmişi ve geleceği, dışlayıcılık ve üstüncülük içeren bir çerçeveden değil, kapsayıcı ve katılımcılığı önceleyen demokratik bir cumhuriyetin lensinden bakarak tahayyül etmeliyiz


Türkiye’nin yaklaşık on yıldır içinden geçtiği bu dönemi tanımlamak ne kadar zor öyle değil mi? Ara ara, yaşadığımız ve hala yaşıyor olduğumuz çılgınlığı farklı anlatılarla hem kendime hem sizlere hatırlatmak istiyorum: Geçen hafta Millet İttifakı’nda yaşadığımız krizi de bu fırtınalı yıllar içinde konumlamak gerekiyor.

2013...2016, 2017...2022

2013’ten sonra her ay artarak devam eden siyasal buhran ve devlet içinde süren bir iç savaş yaşadık. 2015’te iki seçim arasında yüzlerce cana mal olan o karanlık dönemin hala gölgesinde nefes alıyoruz. 2016’daki o garip darbe teşebbüsünü hala çözümleyemedik. Çok kötü tasarlanmış ve içinde dar siyasal hedefler saklı olan bir barış sürecinin dağılmasına tanıklık ettik. Barış kavramı bile şimdi bize ne kadar uzak öyle değil mi?

Bürokrasiye nüfuz etmiş bir dini grubun nasıl güçlendiği ve darbe teşebbüsünden sonra nasıl tasfiye olduğu, arkasından ortaya çıkan boşluğu doldurmak ve önceki dönemde temellük edilmiş kamu servetini yeniden paylaşmak için nasıl bir rekabetin sahnelendiğini hatırlayın. 2017’deki tartışmalı referandum ile kaba taslak hazırlanmış bir rejim değişikliği herhalde ancak bu savrulmalar içinde olanaklı hale geldi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin oluşturulması ve bunun sonucu parlamentonun, yargının, bürokrasi ve özerk kurumların gözümüzün önünde hızlıca niteliksizleşmesini izledik. Yargının siyasal ve diplomatik bir şantaj aracı olarak kullanılması artık bir aşamadan sonra kimseyi şaşırtmamaya başladı.

Tuhaf bir ittifak

Bu siyasal çalkantılar içinde bölündükten sonra yüzde altı-yedi oy alabilen arkaik bir milliyetçi partinin (belki partiden ziyade başka kavramlar bu oluşumu tanımlamak için daha uygun olabilir) AKP ile beraber iktidarın merkezine oturması sanki kutsal devlet ve dünyevi iktidar arasındaki ilişkiyi kuruyor izlenimi veren (ya da bu rolü tüm tiyatralliği ile - itiraf edelim - başarı ile oynayan) bu partinin kendi öz ağırlığından çok daha fazla bir güç alanına hükmetmeye başlaması otoriter rejimin teşekkülünü derinleştirdi. Tabii tasfiye edilmiş dini grubun yerini alan sadece bir parti değildi; aynı zamanda yeniden zuhur eden mafya liderleri, bu güç ve servet dağıtım sürecinin önemli aktörleri oldular.

2019’da yavaş yavaş ortak hareket etmeyi başarabilen muhalefetin yerel seçimlerdeki zaferi ve iktidarın hezimetinde çoğumuz umutlandık (Hala o umudu taşıyoruz). İktidar bir kumar oynayarak meşru İstanbul seçimlerini ertelemeye girişti ve arkasından seçmenden okkalı bir sille yedi...

2011-12’den, Arap Baharı’ndan başlayarak dış politikada baş-döndürücü savrulmalar. Nelere tanık olduk hatırlasanıza: One Minute’den, sıfır soruna, Emevi Camii’nde cuma namazından değerli yalnızlığa; değerli yalnızlık arzusu ile olsa gerek, Rus uçağı düşürüp, arkasından S400’le bedel ödemeye koyulan bir Türkiye. Mavi Vatan doktrininden Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin kaldırılması gerektiği tartışmalarına... Arada emekli amiraller vakası. Ama en önemlisi belki de göçmen krizi. AB’nin Türkiye ile göçmenler üzerinden yaptığı kirli anlaşma. Türkiye’nin Kuzey Suriye’yi bir tür koloni haline getirme girişimi... Trump’a yatırım yapıp, Biden hükümeti karşısında savrulmalar, salınımlar; Rusya ile stratejik ortaklık kurma aşamasındayken Ukrayna-Rusya savaşı.

Buhranlar dönemi

Tüm bunlar olurken Türkiye’yi teğet geçen 2008 bunalımının sonunda Türkiye’ye en acımasız şekilde intikal eden kriz. Ekonomi yönetimindeki tarihte görülmemiş gelgitler. 128 milyar dolar vakası sonucu fantastik bir istifaya tanık olmuştuk. Hatırladığım kadarı ile Berat Albayrak’tan beri hükümet ya da bürokraside gerçek bir istifa yok (Ha bir de Süleyman Soylu’nun pandeminin ilk aylarında istifa edip, istifasının kabul edilmemesi olayı var). Cumhurbaşkanının tensipleri ile gelip, sonra aflarını isteyen özne olmaktan yoksun bürokratların dönemini biraz müstehzi izledik.

Feleğin çarkının dönmesi bazen uzun sürer, bıktırır, ama çark hızlanınca renkler yeşile çalar.


AKP’nin farklı toplum kesimlerine ucuz kredi ve lütuf dağıtabilmesini sağlayan sıcak para akışının durması ile ülkede çok büyük bir soygunun karmaşık mekanizmalarla nasıl devam ettiğini tartışmaya başladık. Bu arada “Beşli Çete” meselesinin toplumun zihninde yer etmesine tanık olduk. (Bunlarda geçen pazartesi günü 13. Cumhurbaşkanı adayı ilan edilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun etkisi yadsınamaz). Enflasyonda dramatik artış; düşük faiz diretmesi, sonunda kendilerinin yükselttikleri krizi ertelemek için anayasaya aykırı bir servet transferi olduğunu iddia edebileceğimiz döviz dönüşümlü kur korumalı Türk Lirası vadeli mevduat hesabı gibi bir uygulamaya geçiş. Ekonomide akla ziyan arayışlar, “epistemolojik” kırılmalar...
Ve tabii pandemi. İlk zamanlar iyi yönetiliyor izlenimi veren salgın yönetiminin pandeminin bir aşamasında infilak etmesi. Maske, aşı ve sokağa çıkma yasağı konusunda yaşanan beceriksizlikler. Resmi rakamlara göre 100 bin yurttaşın koronavirüs sonucu hayatını kaybetmesi. 65 yaş üstü yurttaşlarımıza uygulanan zulüm. Bu arada artan iş kazalarında görülen akla ziyan artışı (2013 ile 2022 arasında resmi rakamlara göre 13 binin üzerinde emekçi iş kazalarında hayatını kaybetti) ve kadın cinayetlerindeki korkunç yükselişi not edelim. Tabii arada İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasını da tarikatlardaki artan çocuklara taciz vakalarını da.

Rejimi tanımlamak

Bu dönemde rejimi tanımlamaya çalıştık. Kimimiz rejime rekabetçi otoriter kavramını uygun görüyordu. Kimimiz Neo-Patromonyalizm ve Yeni-Sultanizm kavramlarını. Ama rejimin az da olsa bir istikrar kuramaması, sürekli ortaya çıkarttığı krizler ile yaşamaya çalışması rejimin kavramsallaştırılmasını zorlaştırıyordu. Bu dönemde anladık ki, rejim ancak sertleşerek ve olağanüstü bir hal içinde ayakta kalabilecek. Muhalefeti adeta tüm bileşenleri ile gayrimeşru ilan eden, ya da yaşamak için bundan başka bir çare bulamayan, rejim yavaş yavaş yeni ittifak imkanlarını da yok ediyor, adeta kendini bitiren bir organizmaya dönüşüyordu.

İktidar ve iktidarın meşruluğunu sorguladığı muhalefet arasındaki kızgın rekabet altılı masanın kuruluşu ile başka bir aşamaya taşındı. Altılı masanın başarılı program yazma faaliyetlerini ilgiyle izledik ama adaylık konusunun bir türlü netleştirilememesinin yarattığı bıkkınlık muhalefetteki kırılganlığın habercisiydi. Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve Gezi Davası dostlarımız yargı eliyle iktidarın tutsağı durumundayken, bir de buna Ekrem İmamoğlu’nu siyasetten yasaklamaya yönelik yeni bir yargı hamlesinin eklenmesini yaşadık. CHP tarafından İmamoğlu’nun uğradığı bu haksızlık üzerine güçlü bir siyasal çerçeve kurulması istenmeyişi muhalefet cenahındaki krizin habercisiydi.

Pandemi ve 2022 döviz krizi sonrası yalpalayan iktidarın 2022 sonlarına doğru bir nebze toparlamasına tanık olduk. Muhalefet partileri ve liderlerinin bir türlü kendi aralarında güçlü bir güven mekanizması ve koordinasyon kuramamasını kaygıyla izledik. 2022 sonlarında rejimin dönüşü olmayan bir yola girme ihtimalinin arttığı, muhalefetin buna engel olmak için gerekli çıkışı yapamadığı fikri yeniden yayılmaya başladı. Daha adı sonra Millet İttifakı olarak değişen ittifak bir birlik görüntüsü kurmaktan oldukça uzaktı. Özellikle cumhurbaşkanı adayının kim olacağının bir türlü belirlenememesi, en geç Haziran 2023’te yapılacak seçimin hızla yaklaştığı bir ortamda bir krizin gelişinin habercisiydi.

6 Şubat depremleri

6 Şubat depremleri tam bu belirsizlik içinde Türkiye’yi çarptı. Bir yandan ekonomik, diğer yandan siyasal buhran… Ama 6 Şubat depremleri bir yönüyle hızlı hareket etme kapasitesi ile övünen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin bir testi idi. Depremlerden sonra devlet kurumları içinde yaşanan kaos ve koordinasyonsuzluk binlerce cana mal oldu. Ama daha önemlisi 1999 Depremi’nden sonra Türkiye’nin doğru dürüst bir deprem hazırlığı yapmadığını, alt yapı ve konut stokundaki çözülmek bir yana her sene artan sorunları biliyorduk, korkunç bir şekilde yeniden anlamış olduk.

Deprem sonrası halkın ve sivil girişimlerin devlet kurumlarına hemen hiç güveni olmadığını müşahade ettik. Yardımlar merkezi devlet dışındaki kurumlara ya da sivil yardım örgütlerine gidiyordu. Merkezi irade, AFAD aracılığıyla yardımların bir kısmına el koyulduğunu öğrendik. Devlet sadece kendi koordinasyonu ve öncelikleri ile halkın gönderdiği yardımları dağıtacaktı. Toplumun büyük güvensizlik duyduğu kurumlar arasında yer alan Kızılay’ın sivil yardım örgütlerine çadır sattığını öğrendiğimizde bu güvensizlik duygusu iyice arttı.

Deprem sonrası Türkiye’nin çok içerikli bir tartışmaya ihtiyacı vardı. Özellikle muhalefetin adeta ülkemizin tüm sorunlarını (iktisadi, kurumsal, altyapısal, ahlaki, bilimsel, hukuksal, yönetsel...) bir arada tüm dramatikliği ile gördüğümüz bu dönemde çok kuvvetli bir ajanda kurması gerekiyordu. İstanbul’da toplanan deprem çalıştayı bir başlangıçtı.

Millet İttifakı’nın 3 Mart krizi

Bunları konuşacakken Millet İttifakı’nda başkan adayının belirlenmesi üzerinden bir kriz çıktı. Krizin neden çıktığını anlamak önemli. Aslında bu kriz muhalefet aktörleri arasında ciddi bir güven eksikliğinin olduğunu göstermekteydi. Özellikle muhalefetin iki güçlü kanadının aktörleri birbirlerini kapalı ya da açık şekilde emrivakiler yapmakla, samimi olmamakla, bazı diretmelerle ittifakın ruhunu zedelemekle suçluyordu. Ayrıntısına girmeyelim... Ama bu krizin yaşanması muhalefet için önemli bir test niteliği kazandı. Muhalif kamuoyu etkili şekilde tartışmaya dahil oldu. Bazı aktörler geri adım attılar ve krizin önemli bir aşamasında yeni bir müzakere imkânı yaratıldı ve kolektif hatalar sonucu oluşan kriz şimdilik çözülmüşe benziyor.

Bir musibet bin nasihatten evladır. Muhalefet ittifakına değer verip, hatta üzerine titreyip, kalem oynatanlar uzun süredir güven ve koordinasyon meselesinin ne kadar hayati olduğunu yazıyordu. Hatta ben kendi adıma güvensizliği müşahede etmiş, bayağı ileri gitmiş ve liderlerin halka taahhüt ettikleri bir kefalet senedi imzalayarak, yani birbirlerine kefil olarak, güven sorununu çözmeleri gerektiğini dile getirmiştim. Bundan sonra çok önemli olan bu güven meselesinin halledilmesi ve koordinasyonun sağlanması, ortak ve etkili bir kampanya sürecine girilmesi olmalı. Bireysel ve kopuk kampanyaların ittifaka büyük zarar vereceğini ve koordinasyonsuzluk yaratacağını düşünmek için iletişimci olmaya gerek yok.

Restorasyon değil yeniden kuruluş

Evet, yukarıda özetlediğim fırtınalı yıllar büyük ihtimalle iki ay sonra sona erecek ve yeni bir döneme gireceğiz. 50 bin yurttaşımızın hayatını kaybettiği yüz binlerce yurttaşımızın evlerinden ve işinden olduğu bu depremden sonra lütfen hala restorasyon kelimesini kullanmayın olur mu? Ülkenin yeniden tasarlanması, altyapısından hukuk sistemine, idari yapısından yargısına, her yönüyle yeniden kurgulanması ve kurulması gerekiyor.

Çok yazdık: Yitirdiğimiz toplumsal barışın ve güvenin tesisi en hayati öncelik. Yeni bir Türkiye Cumhuriyeti anlatısı oluşturmalı, kamu yararını, eşitliği ve dayanışmayı temsil eden cumhuriyeti ve katılımı, özgürlüğü ve hukuku temsil eden demokrasiyi bir arada güçlü şekilde tarihimizin merkezine oturtmalıyız. Geçmişi ve geleceği, dışlayacılık ve üstüncülük içeren bir çerçeveden değil, kapsayıcı ve katılımcılığı önceleyen demokratik bir cumhuriyetin lensinden bakarak tahayyül etmeliyiz.

Millet İttifakı’nın adayı Kemal Kılıçdaroğlu 13’üncü Cumhurbaşkanı seçilecektir. Meclis’te Millet İttifakı ve Emek ve Özgürlük İttifakı belki de anayasayı değiştirecek çoğunluğu elde edebilecektir. Bu kendini yok etmeye ayarlı rejim yolun sonuna geldi. Ama lütfen dikkatli ve tedbirli olun. Lütfen ortaklaşın, istişare edin, koordineli çalışın; toplumun tüm kesimleri ile kuvvetli ve samimi bir ilişkiye girin. Lütfen kendiniz olun ama birbirinize kefil olacak bir güven ilişkisini de kurun. Haydi yolunuz, yolumuz açık olsun.