23 Aralık 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
23.04.2021 06:00

Gezi sonrası Türkiye siyasetinin dönüşümü ve fırtınalı yıllara giriş

Gezi’ye büyük kırılma dedik. Birçok yönüyle hâlâ etkisi devam ediyor. Ama Gezi’nin sembolik gücü bir yana, pratik sonuçları açısından en az Gezi kadar derin kırılma 17-25 Aralık 2013’tür. İşin doğrusu 17-25 Aralık herhalde Türkiye tarihinin en “garip” olayıdır desek kimse yadırgamaz

Geçen hafta Gezi olaylarının son dönem Türkiye tarihindeki en önemli kırılmalardan biri olduğunu ifade etmiştim. Bu konuyu biraz daha deşerek bu haftaki yazıya başlayayım. Gezi olayları, AKP iktidarının çeşitli uygulamaları ve söylemlerine karşı toplumun farklı kesimlerinin ama özellikle şehirli gençlerin duyduğu memnuniyetsizliği ve bu memnuniyetsizliğin kısa sürede büyük bir toplumsal harekete dönüşebileceğini ortaya çıkardı demiştik.

İktidar, bir süre kararsız kaldıktan sonra, Gezi’yi gayrimeşru bir isyan hareketi olarak tanımlama kararı aldı. Ama işin doğrusu bu tanımlama başarılı olamadı. Gezi protestolarının meşru bir zeminde cereyan ettiği fikri AKP’nin çekirdek tabanı dışında hem Türkiye’de hem dünyada yoğun kabul gördü. Böylece AKP iktidarı, 2007’den beri elinde bulundurduğu neyin meşru neyin gayrimeşru olduğunu tanımlama kudretini kaybetmeye başladı.  

Mesele bundan çok daha derinlere gidiyordu. Gezi aynı zamanda 2000’li yılların başından itibaren güçlenerek yaygınlaşan AKP’nin tarih tezini de derinden sarsıyordu. O tez önceki yazılarda ifade etmeye çalıştığım gibi, “Cumhuriyet’in kenara ittiği muhafazakâr-dindar çoğunluğun AKP ile merkeze yürüyüşü ve bu yürüyüş sonunda vesayet kurumlarının ve Kemalist oligarşinin yıkılarak, demokratik ve katılımcı siyasetin Türkiye’ye hâkim olmaya başladığı” teziydi. Aslında ampirik verilere ve güçlü bir kavramsal çerçeveye dayanan bir tez olmaktan ziyade neredeyse sembolik bir şiddet aracı haline gelmiş ideolojik bir retorik olan bu iddia karşısında, Gezi’deki meydan okuyuş (ve AKP’nin bu meydan okuyuşa verdiği cevap) AKP’nin Türkiye’ye önerdiği demokratik siyasetin sınırlarını ifşa ediyordu. Gezi ile ortaya çıktı ki, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştiren bir toplumsal hareket olma iddiasının koşulu Erdoğan ve AKP etrafında şekillenen siyasi, sosyal ve ekonomik iktidarın kurması beklenen kalıcı hegemonyadan başka bir şey değildi. 

Burada ilginç bir nokta var. Aslında bir anlamda Gezi o zamanlarda henüz tam da olgunlaşmamış bu hegemonya iddiasını ifşa ederek, Erdoğan’ı geriye dönüş imkânı olmayan bir yola yöneltiyor, hatta itiyordu. Bu noktadan sonra Erdoğan ve AKP, siyaseti ya varlık ya yokluk, ya hep ya hiç, ya tasfiye ya hegemonya mücadelesi şeklinde iki seçenekli bir imtihan olarak kurgulamaya başlayacaktır. Öyle ki, siyasetin kodları sertleşecek, aynı zamanda siyaset Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar sıfır toplamlı bir oyuna dönüşecektir. Bu oyun içinde rakibinin meşruluğunu tamamen yok sayma, hatta bazen yargı marifetiyle rakibini tasfiye etme kabul edilir bir yönteme dönüşecektir. 

Bu varlık-yokluk siyasetinin sonucu ise günümüze kadar AKP’de yaygın olan yoğun güvensizlik duygusunun hâkim olmaya başlamasıdır. AKP liderliği bir anda yakın ilişkide olduğu kesimlerin AKP’yi her an terk edebileceğini, hatta AKP içinde bile iktidarın düştüğü duruma olumlu yaklaşan kümelerin olduğunu gördü. Bu güvensizlik hali bir süre sonra AKP’yi ve liderini uzun vadeli kurumsal birliktelikler yerine “emniyetsizlik” duygusuyla kurgulanan ilişkiler ve taktik ittifaklar kurmaya itecektir. Bunun sonucu ise bugüne kadar gelen güvensizlik ve istikrarsızlığın adeta bir norm haline gelmesidir. (AKP’nin son kongresindeki güven ve istikrar teması, sanki Gezi ile başlayan bu yoğun güvensizlik ve istikrarsızlık döneminin bir itirafı gibi gelmedi mi size de?) 

Diğer yandan Erdoğan ve çevresi AKP’yi farklı nedenlerle destekleyen büyük seçmen kitlesini dönüştürme kararını vermiş gözükmektedir. Buna yönelik adımlar muhtemelen Gezi’den önce atılmıştır ama Gezi’deki toplumsal direniş ancak Erdoğan’a sahip çıkan toplum kesimlerin homojenleştirilmesi ve tek dava, tek lider etrafında yeniden örgütlenmesi ile mümkün olacağı inancı Gezi (ve tabii geçen yazıda incelediğim gibi eş zamanlı bir şekilde Kahire’deki olayların etkisi) ile iyice şekillenmiştir. Böylece Erdoğan artık iktidarını partinin diğer güçlü kişilikleri, Gülencilerle ya da ona baştan beri destek veren liberal entelektüeller ile paylaşma siyasetini bir kenara bırakıp kendi liderliğinin merkezde olduğu ve seçmeni ile mümkün olduğunca dolaysız bir ilişki kurabildiği bir siyasi çerçeve tasarlamaya başlamış gibidir. Belki bunun istisnası 2015’te dağılacak olan Kürt hareketi ile yürütülen barış sürecidir. Bu karmaşık meseleye ilerideki yazılarda döneceğiz.

İstanbul’a bir buçuk yıldır hasret kaldım. Bu hasretlik duygusu içinde Oksijen okurlarıyla 2016 sonbaharında yağmurlu bir akşamda çizdiğim “Kadiköy’ün Karaköy İskelesi”ni paylaşmak istedim
İstanbul’a bir buçuk yıldır hasret kaldım. Bu hasretlik duygusu içinde Oksijen okurlarıyla 2016 sonbaharında yağmurlu bir akşamda çizdiğim “Kadiköy’ün Karaköy İskelesi”ni paylaşmak istedim

İkinci büyük kırılma: 17-25 Aralık  

Gezi’ye büyük kırılma dedik. Birçok yönüyle hâlâ etkisi devam ediyor. Ama Gezi’nin sembolik gücü bir yana, pratik sonuçları açısından en az Gezi kadar derin kırılma 17-25 Aralık 2013’tür. İşin doğrusu 17-25 Aralık herhalde Türkiye tarihinin en “garip” olayıdır desek kimse yadırgamaz. AKP ve Gülenciler arasındaki hâlâ nedenlerinin ayrıntılarını bilmediğimiz dershane krizi ile başlayan gerilim, ardından “MİT Tırları” ve daha sonra 17-25 Aralık’ta Gülenci yargı ve emniyet mensuplarının AKP kadroları ve Erdoğan’ın yakın çevresi hakkında yolsuzluk soruşturmaları başlatmaları ile bir savaşa dönüşmüştür. Yargı taarruzları aracılığı ile devlet içindeki iç savaşın 2000’li yılların başından beri devam ettiğini geçen yazılarda ifade etmiştim. 17-25 Aralık vakası bu savaşın yeni bir veçhesidir. Belki Gezi ile başlayan kırılmanın bir sonucu olarak da görülebilir. 

AKP-Gülen ittifakını kim bozmuştur?

Bir teze göre 17-25 Aralık, Erdoğan’ın Gülencileri tamamen tasfiye etmese de (bu tasfiyenin hemen olamayacağını düşünüyordu) kontrol etme ve sınırlama girişimine karşı Gülencilerin bir tepkisidir. Erdoğan’ın Gezi’den sonra Gülenciler konusunda da büyük bir güvensizlik hissi içinde olduğu düşünülebilir. Bu dönemde Gezi protestolarının alevlenmesinin arkasında Gülencilerin bir provokasyonu olduğu fikrinin dillendirildiğini not edelim. Diğer yandan devlet içindeki diğer unsurların bu durumu nasıl değerlendirdiğini ve Gülencilerin gücünün sınırlanması konusunda Erdoğan’ı nasıl ikna ettiğini bilmemekle beraber bazı tahminlerde bulunabiliriz.

Daha da geniş çerçevede Kuzey Suriye’deki gelişmelerin ABD ve Türkiye arasında bir gerilime yol açtığını da hatırlayalım. Dershane krizi ile başlayan bu atak Erdoğan’ın ABD’nin müttefiki olarak gördüğü Gülencileri bir şekilde “zapt etme” çabası olarak da okunabilir. Diğer teze göre ise, bu soruşturmalar yargı, emniyet ve orduda iyice güçlenen Gülencilerin bir noktada güçlerini AKP ve Erdoğan’la paylaşmak istememelerinden kaynaklanan bir gelişmedir. Yani asıl hamle Gülencilerden gelir. İki tezden hangisi doğru olursa olsun 17-25 Aralık’ın Gülencilerin bir güç gösterisi olduğu açıktır. Belli ki o soruşturmaların, yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ı derinden yıpratacağı düşünülmüştür. Muhtemelen Erdoğan’ın geri adım atacağı planlanmıştır. Tabii bu yolsuzluk dosyalarının AKP’yi çalkalayacağı, belki de içeride bir isyana yol açacağı da hesaplanmıştır. 

Erdoğan aynı Gezi’de olduğu gibi, bir süre sessiz kalıp bu meydan okuyuşa bir meydan okuyuşla karşılık verince, Gülenciler ses kayıtları furyası ile ikinci bir saldırı başlatırlar. İş o kadar büyür ki, Erdoğan’ın ailesi ile telefon görüşmeleri hatta dışişleri bakanı ve MİT müsteşarının gizli toplantılarının ses kayıtları dahi YouTube’a düşer. Hatırlayalım: Bu yıllar WikiLeaks’in de dünyayı kasıp kavurduğu yıllar. Erdoğan geri adım atmaz ama Gülencileri de tasfiye edemez ve 15 Temmuz 2016’daki darbe teşebbüsüne kadar AKP ile Gülenciler arasındaki savaş devam eder. İktidar Gülencileri tasfiye edemese de onlara “Paralel Devlet” ismini takar ve kendine bağlı gazetelerde Gülenci komployu ifşa etmeye girişir.

Bu dönemde Erdoğan kendine yeni müttefikler aramaya başlamıştır bile. Gülenciler ise muhalefet partileri ile yakınlaşmaya çalışıp kendi medya imkânlarını kullanarak iktidarı yolsuzluk, Türkiye’nin eksenini değiştirmek ve demokrasiyi yıkmakla suçlar. Bu konuya 15 Temmuz darbe teşebbüsünü incelediğimiz yazıda daha detaylı girmek kaydıyla burada son verelim.   

2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri

10 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanlığı seçiminde Recep Tayyip Erdoğan, MHP ve CHP’nin ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş’ı geride bırakır ve ilk turda seçimi kazanarak direkt halk tarafından seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olur (Aslında Kenan Evren’in de 1982 anayasa referandumu ile halk tarafından seçildiğini söyleyebiliriz).

Bir süredir AKP’nin dış siyasetine yön veren Ahmet Davutoğlu Erdoğan’ın davetiyle AKP Genel Başkanlığı’na ve başbakanlığa oturur. Selahattin Demirtaş bundan sonraki dönemin en etkili siyasetçisi olacaktır. Ekmeleddin İhsanoğlu (ya da biz meslektaşlarının hitap şekli ile Ekmel hocamız) Türk siyasetinde büyük bir iz bırakmasa da düzeyli (ama renksiz) bir kampanya yürütür ve bir tarihçinin Türkiye tarihinde alabileceği en yüksek oyu, oyların yüzde 38,5’ini alıp (bu arada Meral Akşener’in de tarihçi olduğunu unutmayalım) daha sonra bilim tarihi alanındaki değerli çalışmalarına geri döner.

Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile Cumhuriyet’in kadim sembollerinden biri olan ve Atatürk’ün hatırasını taşıyan Çankaya Köşkü terk edilir ve Cumhurbaşkanlığı Beştepe’de inşa edilen Saray ve Külliye’ye taşınır. Bu taşınma o dönemlerde açıkça telaffuz edilmeye başlanan “Eski Türkiye”nin yıkılıp “Yeni Türkiye”nin kurulması iddiasının önemli bir göstergesi olarak tarihe geçer.  Gelecek hafta yakın Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olan 2015 Haziran seçimiyle 2015 Kasım seçimi arasında yaşananlar, bombalı katliamlar, Suriye iç savaşının iyice alevlenmesi, Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesi, Dolmabahçe mutabakatı, IŞİD, Kobani ve Diyarbakır’daki hendek vakası, Tahir Elçi’nin katledilmesi, barış sürecinin çöküşü  ve Barış için Akademisyenler bildirisi... Zor bir yazı olacak.

Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu