Kamala Harris liderliğinde Demokrat Parti yeni bir dünya tahayyülü ile karşımızda değil. Harris ABD’de ve dünyada yaşadığımız bu kriz çağına kapsamlı cevaplar verecek yeni bir siyasal hareketin lideri olmaktan çok uzak. Evet, makul konuşuyor, anlamlı ve çözüm odaklı şeyler söylüyor. Trump’ın bazen deli saçması çıkışlarına güçlü yanıtlar veriyor. Ancak, yeni bir dönemin hayalini kurdurmaktan çok Trump kabusunu engellemeye odaklı görünüyor
Amerikan seçimleri, şüphesiz tüm dünyanın gidişatını etkileyecek. Harris ve Trump’ın ABD dış politikası, küresel ekonomi ve dünya siyasetine dair söylem ve tahayyülleri birbirinden radikal biçimde farklı. Peki, bu söylemler arasındaki radikal fark, reel jeopolitik içinde ne kadar etkili olacak? Bunu kestirmek kolay değil.
Ancak şunu ifade etmek yanlış olmaz: Yüksek bir ihtimalle Harris seçilirse dünya bir yöne, Trump seçilirse başka bir yöne doğru yol alacak. Gelin, bugün ve gelecek hafta bu iki siyasetçi ve iki kampanyanın ABD dış politikası ve küresel tahayyüllerini biraz inceleyelim.
Harris ve ABD liderliği
Harris ile başlayalım. Demokrat Parti’nin başkan adayı Kamala Harris, ABD liderliğinde (ya da başka bir yaklaşımla ABD hegemonyası altında) genişleyen bir Batı ittifakını savunuyor. Bu Batı ittifakının ana eksenini, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri krizlere rağmen gelişen ABD-Avrupa stratejik işbirliği ve elbette NATO oluşturuyor. Ancak aynı zamanda ABD’nin Kanada ve Meksika ile kurduğu serbest ticaret bölgesi (NAFTA) ile Japonya ve Güney Kore gibi ülkelerle savaş sonrası inşa edilen ekonomik ve teknolojik ortaklıklar da bu ittifaka ekleniyor. Bu işbirliklerinin listesini daha da uzatmak mümkün. Bu yaklaşım Trump’ın çok ortaklı ittifak siyasetine karşı olan tutumu ile açık bir zıddiyet teşkil ediyor.
Burada önemli soru, Harris’in bu işbirliklerini demokratik değerler çerçevesinde görüp görmediğidir. Diğer bir deyişle, Harris’in çok ortaklı ittifak siyasetinin, siyasi ve iktisadi çıkar ilişkilerinden öte bir değerler sistemine dayanıp dayanmadığıdır. Harris, başkan adaylığının kesinleştiği Demokrat Parti kongresinde, Amerikan dış politikasında demokratik değerleri önceleyeceğini ilan etti.
Ancak bu vurgu, Biden’ın iktidara gelir gelmez dünyayı “demokrasiler” ve “otokrasiler” olarak ikiye ayıran kavramsallaştırması kadar güçlü gözükmüyor. Hatırlanacağı gibi Joe Biden, Trump’ı ve Trumpizm'i mağlup etmenin coşkusuyla, daha sonra Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına karşı küresel bir demokrasi bloğu kuracağının sinyallerini vermişti. Kısa süre içinde Biden, bu küresel demokrasi ittifakı girişimini terk etmese de geri plana aldı. Zaten, 7 Ekim katliamının ardından İsrail’in Gazze saldırısını koşulsuz destekleyen Biden yönetiminin, dünya siyaseti için demokratik rejimler etrafında şekillenen moral bir evrensellik iddiasını sürdürmesi mümkün değildi.
Daha geriye gidersek, ABD, İkinci Dünya Savaşı’nda komünizme karşı ve 1980’lerden sonra neoliberal küresel düzenle eşgüdüm içinde dünyaya demokratik bir model önermişti. Hatta hatırlanacağı gibi Körfez savaşlarında ve 11 Eylül sonrasında ABD dış politikasında açık bir şekilde demokratik rejimleri, dünyada gerektiğinde zorla yaygınlaştırma prensibi benimsenmişti. Cumhuriyetçi Parti’nin “neo-con”ları diye bilinen grubun şekillendirdiği bu prensip, ABD’nin Orta Doğu’da yürüttüğü ve Orta Doğu halklarına çok pahalıya mal olan aşırı müdahaleci dış politikanın çökmesiyle rafa kalktı.
Bugün Demokrat Parti insan hakları, hukuk devleti, düşünce özgürlüğü ve seçim güvenliği gibi demokratik kurumlar ve değerler üzerine kurulu bir ittifak tahayyülünü tamamen reddetmese de, Harris başkanlığında bir ABD’nin demokratik değerler üzerine kurulu dünya tahayyülü ne ABD’nin demokratik rejimler inşa etmek için müdahaleci dış politikası kadar ne de Biden’ın “demokrasiler-otokrasiler” ayrımı kadar güçlü ya da keskin. Hatta Harris liderliğinde ABD’nin demokratik olmayan ülkelerle de bazı stratejik işbirliklerine açık olduğunu söyleyebiliriz. Bu, muhakkak Harris’in dünya görüşünden ziyade dünyadaki reel durumla ilgilidir. Bugün net bir şekilde görmekteyiz ki, ABD’nin ve kısmen AB’nin sunduğu demokratik modelin dünyada eskisi kadar alıcısı yok.
Aynı şekilde, Harris’in serbest ticaret konusunda da, Clinton ya da Obama dönemine veya Trump’ın bazı korumacı politikalarını sürdüren Biden’a göre daha korumacı olduğunu iddia edebiliriz. Ancak, özellikle aşağıda inceleyeceğimiz Trump’ın dış ticaret vizyonuna kıyasla, Harris’in serbest ticaret yanlısı olduğu açıkça görülüyor. Trump’ın aşırı korumacı, hatta neo-merkantalist ticaret politikasına cevaben, Clinton ve Obama’nın (ve tabii Trump öncesi Cumhuriyetçi Parti geleneğinin) serbest ticaretçi söylemini inceltmişe, nüanslaştırmışa benziyor.
Sanırım altı çizilmesi gereken nokta, Harris’in ABD liderliğinde kısmen serbest ticaret ve demokratik değerler sistemi içinde kendini bulan çok ortaklı stratejik ittifakları, mümkün olduğu kadar kalıcı işbirliğini öncelemesidir. Harris için ABD’nin bu uzun erimli ittifakların liderliğini üstlenmesi, aynı zamanda ABD’nin dünyaya karşı sorumluluklarını da beraberinde getiriyor. Harris’in iklim kriziyle ilgili olarak ABD’nin küresel ölçekte liderliğini vurgulaması da bu sorumlulukların altını çiziyor.
Rusya, Çin ve İran
Harris’in küresel siyaset tahayyülünde Rusya en acil tehdidi temsil ediyor. Rusya’nın Ukrayna ile girdiği savaştan galip gelmemesi, Harris’in önceliği olacak. Evet, belki Rusya Ukrayna’dan tamamen çekilmeyecek ya da mağlup edilmeyecek. Ancak Rusya’nın yayılmacı siyasetine Ukrayna üzerinden dur denildiği iddiasını destekleyecek bir koşulla barışın imzalanması hayati öneme sahip olacak.
Çin ve İran konusunda ise Harris, Trump kadar sert değil. Hem Harris hem Trump için Çin’le jeopolitik ve ekonomik rekabet ABD’nin stratejik önceliği, şüphesiz. Ancak yöntemlerde farklar var. Harris başkanlığında bir ABD’nin, Çin’le belli oranlarda diyalog ve işbirliğine kapıyı açık tutacağı aşikar. Çin ve ABD ekonomileri son yirmi yılda entegre oldular. Bu öyle kolayca değiştirilecek bir durum değil. Trump’ın Çin mallarına yüzde 20’nin üzerinde gümrük vergisi koyma ve Çin şirketlerine neredeyse ambargo uygulama tehdidine karşı, Harris bu konuda çok daha dikkatli. Çin’in ABD pazarından çıkmasının ya da Çin mal ve hizmetlerinin gümrüklerle caydırılmasının kısa ve orta vadede ABD’ye maliyeti oldukça yüksek olabilir.
İran ve İran’ın nükleer güç olma iddiası konusunda da Harris, diplomasiye kapıları kapatmadan, ABD’nin klasik İsrail’in güvenliğini önceleyen ve İran’ın bölgesel etkisini kırmaya yönelik politikasına devam edecek gibi görünüyor. İran’da bir rejim değişikliği arayışının ipuçlarını Harris ve ekibinin söylemlerinde ve raporlarında bulamıyoruz. Diğer yandan, Harris’in İsrail’deki Netanyahu hükümetinden rahatsız ve İsrail’in Gazze saldırısı konusunda Biden’dan bir iki derece daha eleştirel olduğu söylenebilir. Harris’in kongre konuşmasında, ateşkesin bir an önce sağlanması gerektiğinden ve Filistin halkının kendi kaderini belirleme hakkından bahsetmesi şüphesiz önemliydi.
Yine de Harris Amerikasının kapsamlı bir Orta Doğu barış projesi hevesinde olduğunu söyleyemeyiz. Trump döneminde temelleri atılan Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin İsrail’le kalıcı bir barış ve ekonomik işbirliğine dayanan İbrahim Anlaşmaları sürecinin, Harris döneminde de, eğer ateşkes sağlanırsa, devam edeceğini ifade edelim.
Harris dünyaya yeni bir şey öneriyor mu?
Dünyada bir süredir öngöremediğimiz bir hızlı değişim süreci yaşanıyor. Hızlı ve çok katmanlı toplumsal dönüşümle beraber siyasal yapılar sarsılıyor. Oturduğunu düşündüğümüz ekonomik modeller 2008’den beri gücünü yitiriyor. İklim krizini artık günlük yaşamımızda hissediyoruz ama bu varoluşsal meseleye karşı önlem alacak küresel siyasal iradeden çok uzağız.
COVID-19 pandemisi ile beraber yangınlar, depremler ve seller, toplumların doğal afetlere ve salgınlara karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu gözler önüne serdi. Küresel göç dalgası ülkeleri istikrarsızlaştırıyor. Çok kutupluluğa doğru evrilen dünya sistemi bu dönüşümün sancılarını yaşıyor. Şiddet ve savaşlar yoğunlaşıyor... Bunlara mukabil teknoloji büyük bir sıçrama yaşıyor.
Tüm bu öngörülmesi zor dönüşüm, küresel düzeyde yeni bir siyasal çerçeve ve tahayyül gerektiriyor. Şunu açıkça ifade edebiliriz: Harris liderliğinde Demokrat Parti yeni bir dünya tahayyülü ile karşımızda değil.
Aslında Kamala Harris, bu eksikliğin farkında ki, geçen haftalarda “ABD’nin gelecek yirmi otuz yılını düşünerek siyaset geliştiriyoruz” gibi bir ifade kullandı. Ama önceden de yazdığım gibi, Harris ABD’de ve dünyadaki yaşadığımız bu kriz çağına kapsamlı cevaplar verecek yeni bir siyasal hareketin lideri olmaktan oldukça uzak.
Harris, kısmen ABD’nin Soğuk Savaş (1945-1989) ve Soğuk Savaş sonrası ABD hegemonyasının oluştuğu neoliberal dönemin (1980’lerden 2010’lara) kavramlarını, çerçevesini çok da değiştirmeden, kısmen eski dönemin küresel anlayışını restore ederek, kısmen oldukça sınırlı bir şekilde yenileyerek bir perspektif sunuyor.
Aslında Harris ve kampanyasının bu çekingenliği, temkinliliği, restorasyonculuğu, hatta bir anlamda muhafazakarlığı, onun iç politikaya dair söylediklerini de kapsıyor. Evet, Harris makul konuşuyor, anlamlı ve çözüm odaklı şeyler söylüyor, konulara hakim olduğunu hissettiriyor. Konut sorunun çözümü, enflasyonun indirilmesi, küçük ölcekli girişimcilerin ezilmeyeceği rekabetçi bir piyasa ekonomisinin tesisi konusunda somutlaşan öneriler getiriyor. Kürtaj konusunda Cumhuriyetçi Parti’nin toplumda genel kabul görmeyen dinci tutumunu sert bir şekilde eleştiriyor, bu konuyu kampanyasının odağına oturtuyor.
Ve her şeyden önemlisi Trump’ın bazen deli saçması çıkışlarına karşı güçlü yanıtlar veriyor. Trump’a karşı bir zafer ihtimali, Demokrat Parti tabanını şüphesiz heyecanlandırıyor. Ancak bu heyecanın öznesi Harris’ten ziyade Trump. Harris, yardımcısı Watz ve Demokrat Parti hâlâ insanlara ABD ve dünya için yeni bir dönemin hayalini kurdurmaktan ziyade Trump kabusunu engellemeye odaklanmış durumda.
Trump’ın çok daha ilginç ve ilginç olduğu kadar ürkütücü dünya tasavvurunu da gelecek hafta ele alalım.