20 Nisan 2024, Cumartesi
01.10.2021 04:30

Osmanlı ve İngiltere imparatorlukları arasındaki Afganistan

1866’da Diyubend şehrinde kurulan medrese kısa zamanda Hanefi fıkhının merkezlerinden biri olur. Abdülhamid ile İngiltere İmparatorluğu altındaki Hint-İslam hareketinin merkezlerinden biri olan medrese arasında önemli ilişkiler kurulur. Medrese 19’uncu yüzyıl sonlarında İngiliz kolonyalizmine karşı şiddeti dışlayan ama etkili bir direniş önerir. Bunun da ötesinde Afganistan’da modern İslamcı düşüncenin filizlendiği yerdir. Diyubendîlik bir yönüyle Tâlibân’ın içinden çıktığı ocaktır diyebiliriz

Oksijen’in bana ayırdığı bu sayfada Afganistan yazılarına bir süre daha devam etmek istiyorum. Üç nedenden dolayı. Birincisi Afganistan’da yakın zamanda meydana gelen dramatik gelişmelere anlam vermek için Afganistan tarihi hakkında fikir sahibi olmak gerekiyor. Bir yönüyle biraz bu coğrafyaların tarihini bilenlerin diline doladığı “Afganistan’da tarih tekerrür ediyor” varsayımını sorgulamak, neyin tekerrür edip neyin etmediği konusunda bazı düşünceler ileri sürmek yararlı olur diye düşünüyorum. İkinci olarak Afganistan tarihinin izole bir tarih olmadığını, tam tersine Afganistan’ın tarihi boyunca geniş Avrasya coğrafyasındaki gelişmelerle yakından ilişkili, o gelişmeler tarafından belirlenen ve onları belirleyen önemli bir coğrafya olduğunu vurgulamak istiyorum. Üçüncü olarak Afganistan tarihi ile Osmanlı ve Türkiye tarihinin aslında çok ilginç örtüşmelerinin olduğunun altını çizmeye çalışıyorum. Özellikle 18’inci yüzyıl başlarından beri Afganistan ve Osmanlı İmparatorluğu/Türkiye arasındaki ilişkinin niteliğinin bu iki ülkenin modern zamanlardaki dönüşümünü anlamak için önemine dikkat çekmek istiyorum. Geçen yazımı Afganistan Türkiye’ye hem uzak hem çok yakın bir yer diye bitirmiştim. Şimdi devam edelim ama isterseniz geçen haftalarda yazdıklarımı kısaca toparlayarak bu yazıya başlayalım.

Kısa bir özet

19’uncu yüzyılda Afganistan adı verilecek olan bu coğrafya Orta Asya’yı ve İran’ı Hindistan’a bağlayan oldukça dağlık bir coğrafyadır. Bu coğrafya 18’inci yüzyıla kadar siyasî bir birlik ya da merkezî bir devlet üretmemiştir. Buna mukabil farklı bölgelere dağılmış ama birbirleriyle ilişkili başta Paştu, Tacik, Farsça ve Türkî diller konuşan kimisi yarı göçer kimisi yerleşik aşiretler ve çok kuvvetli tarihî kimlikleri ile şehirler bu coğrafyanın az çok bir siyasal ve kültürel entegrasyon içinde evrilmesini sağlamıştır. 16’ncı yüzyıldan itibaren Afganistan coğrafyası Şeybanî/Özbek, İran/Safevî ve Hindistan/Baburî imparatorlukları arasındaki rekabete sahne olmuş, bu kuvvetli imparatorluklar Afganistan’daki farklı aşiretlerle, şehirli tüccar ve ulema ile ittifaklar ve hâmilik ilişkileri kurmuşlardır.  18’inci yüzyıl başlarında Safevî İranı’na baş kaldıran Kandahar merkezli Afgan Hotak aşireti, beklenmedik bir şekilde İsfahan’ı işgal etmiş, bunun sonucu İran-Safevî rejimi çökmüş, Doğu İran ve Horasan Afgan aşiretlerinin kontrolüne girmiştir. Bu dönemde Osmanlı ve Afgan aşiretleri ve uleması arasında ilişkiler göze çarpar. Afgan uleması Osmanlılara İran’daki Afgan rejimini tanımayı önermişler, Osmanlılar ise bu öneriyi geri çevirmişlerdir. Ardından Afşarlı Nadir Şah’ın Safevî İmparatorluğu’nu yeniden kurma girişimi, bir süre sonra yeni bir Türkmen-İran Avrasya İmparatorluğu kurma projesine dönüşmüş, Afganistan ve İran, Nadir Şah’ın liderliğinde birleşmiş, ardından Nadir Hindistan’a uzanmış, Avrasya imparatorluklarının Asya stepleri ile dünyanın zenginliğinin kaynağı olduğu düşünülen Hindistan’ı birleştirme idealine yaklaşmıştır. Nadir Şah’dan sonra bu birlik dağılmış, Nadir’in yakın kurmaylarından modern Afganistan’ın kurucusu olduğu kabul edilen Abdalî Ahmed Han’ın Şah Ahmed Dürranî 1747’de bir aşiret kurultayında Afgan Şahı seçilmesi ile geniş Afganistan coğrafyasında ilk siyasal birlik ilan edilmiştir.  1750’lerden sonra Güney Asya’da başka bir dinamik görürüz. Bir yandan İngiltere’nin Doğu Hint Ticaret Kumpanyası aracılığı ile Hindistan’ı kolonize etme süreci başlar. Diğer yandan, Rusya İmparatorluğu güneye Karadeniz’e ve doğuya Orta Asya steplerine doğru genişler. 19’uncu yüzyıl başlarından sonra Afganistan Rusya ve İngiltere rekabetinin sahnelendiği bölgedir. Bu yüzyılda Afganistan bir yandan aşiretler ve şehirler arası rekabetler sırasında, biri 1848’de diğeri 1879-81 yılları arasında iki İngiliz-Afgan savaşına sahne olur. Bu iki savaşın da nedeni İngiltere’nin Afganistan üzerinde Rusya’nın nüfuzunu ve Rusya’ya yakınlaşan bir Afgan yöntemini engellemek dolayısıyla Rusya’nın Afganistan üzerinden Hindistan’a yönelmesinin önüne geçmektir. Bu arada Rusya Orta Asya Türk hanlıklarını tek tek yönetimi altına alır ve Afganistan ile Orta Asya arasındaki doğal sınır olan Ceyhun Nehri’ne (Amu Derya) dayanır. 19’uncu yüzyıl boyunca Rusya’nın Orta Asya’da ilerlemesi ve Hindistan’ı tehdit etmesi ve İngiltere’nin bunu Afganistan üzerinden engelleme girişimi “Büyük Oyun” olarak nitelendirilir. Aslında bu terim 20’nci yüzyılın hemen başında Rudyard Kipling’in İkinci İngiliz-Afgan Savaşı’nı ele aldığı Kim romanında ortaya atılmıştır.      Belirttiğim gibi bu iki İngiliz-Afgan savaşı bir anlamda Afganistan’ın iç savaşıdır. İki savaşı da tetikleyen karmaşık olayların arkasında İngiltere’nin desteklediği bir lideri Afganistan’ın başına geçirme ve Afganistan’da İngiltere yanlısı bir rejim kurma girişimi vardır. İki savaşta da İngiltere Afganistan’dan ciddi kayıplar vererek çekilmek zorunda kalmıştır. Aynı zamanda bu iki savaşta da Afgan ulemasının ve başta Kadirî ve Nakşibendî tarikatları olmak üzere, Sünnî tarikatların cihadı bir tür anti-emperyalist direnişe dönüştürdüklerine şahit oluruz. Bu arada 1857’de başta Hint Müslümanları İngiliz Hint Kumpanyası’na karşı ayaklanmış, Sipahi Ayaklanması olarak bilinen bu olay sonucu İngiltere merkezî devleti Hindistan’a müdahale etmiştir. Bu müdahalenin arkasından 1526’da kurulmuş ve bir süredir kumpanyanın ekonomik genişlemesine karşın siyasî varlığını bir şekilde devam ettiren Müslüman Hindistan-Baburî rejimi çökmüş, İngiltere Hindistan’da Raj adındaki bir genel valilik idaresinde yeni bir kolonyal düzen kurmuştur. Bu gelişme tüm Avrasya’yı ve tabii ki Afganistan’ı derinden etkileyecektir. İkinci İngiliz-Afgan Savaşı, Osmanlı-Rus 73 Harbi ile aynı zaman diliminde olmuştur ve bir şekilde bağlantılıdır. II. Abdülhamid 1877’de Afganistan’a bir heyet göndererek İslam halifesi olarak Afgan Emiri Şer Ali Han’a İngiltere ve Osmanlı İmparatorluğu lehine Rusya savaş açmasını istemiştir, bu istek Rusya ve İngiltere arasında denge siyaseti güden emir tarafından karşılıksız bırakılmıştır. Diğer yandan Osmanlı Devleti ile Afgan Emirliği arasında kurulan bu ilişki Rusya’ya karşı bir Osmanlı-Afgan ittifakı oluşturmasa da aşağıda değineceğim oldukça önemli sonuçları doğurmuştur. Bir süre sonra Şer Ali Han’ın Rusya ve İngiltere arasındaki denge siyaseti iflas etmiş bu da İngiltere’nin Kabil’i yeniden işgali ile sonuçlanmıştır. Her ne kadar İngiltere bu savaştan, tıpkı birincisi gibi, büyük bir insan ve prestij kaybıyla çıksa da Afganistan 1781’den Birinci Dünya Savaşı’na kadar İngiltere’nin iç siyasette bağımsız ama dış siyasette İngiltere’ye bağlı bir yarı sömürgesi olarak devam etmiştir. 1893’te Hindistan ve Afganistan arasında Durand Hattı çizilmiş, bunun sonucu Afganistan’ın çoğunluğunu oluşturan Paştun aşiretlerin bir kısmı, daha sonra Pakistan olacak İngiltere idaresindeki bölgelerde kalmış, Paştu milliyetçiliği günümüze kadar varlığını devam ettiren bu sınırı kabul etmemiştir. 

Osmanlı-Afgan yakınlaşması

Afganistan’da merkezî bir idare kurup buna karşı ortaya çıkan direnişleri sert bir şekilde bastıran, bu yüzden Demir Emir ismi ile anılan ve Afganistan’ın Paştulaşma sürecini başlatan Abdurrahman Han 1901’de ölür. Afgan tarihinde pek görülmemiş bir şekilde oğlu Habibullah itirazsız ve gerilimsiz bir şekilde han olur. Habibullah, 1919’da suikastta öldürülmesine kadar Afgan emiri olarak, Afganistan’ı Birinci Dünya Savaşı’na sokmadan yönetmeyi başarır. Ama aynı bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu ile Afganistan arasındaki ilişkiler yoğunlaşır. Bu yoğunlaşmayı tetikleyen şeylerden biri Abdurrahman Han rejiminden Osmanlı İmparatorluğu’na kaçan ve Osmanlı İmparatorluğu’nda uzun yıllar geçiren bazı Afganların Habibullah’ın affetmesiyle Afganistan’a dönmesidir. Bunların başında Tarzi ailesi gelir. Abdülhamid’in gözettiği Tarzi ailesinin üyesi Mahmud Tarzi İstanbul’da eğitim görmüş, daha sonra Şam’da bir Osmanlı bürokratı olarak yaşamış, bir dönem Jön Türklerle yakınlaşmıştır. Mahmud Tarzi’nin Afganistan’a dönüşüne müteakip, birçok Türk ve Arap Osmanlı’dan Afganistan’a gider ve orada Habibullah rejiminin askerî ve idarî reform projelerine katılır.  Brown Üniversitesi’nden meslektaşımız Faiz Ahmed’in 2017’de çıkan Afghanistan Rising: Islamic Law and Statecraft between the Ottoman and Bristish Empire (Afganistan’ın Yükselişi: Osmanlı ve İngiliz İmparatorlukları arasında İslam Hukuku ve Devlet) başlıklı kitabı, Birinci Dünya Savaşı öncesinde birçok Osmanlı askerî uzmanın, mühendisin, tıp doktoru ve hukukçunun Afganistan’daki hayatı hakkında çok ilginç bilgiler sunar. Mehmed Nadir Efendi, Rıza Bey, Mahmud Sami, Doktor İzzet... Sarac al-Ahbar adlı gazeteyi çıkaran Mahmud Tarzi’nin Kabil’deki etkisi hızla arttıkça, onun aracılığı ile Afganistan’a yerleşen Osmanlılar Afganistan kültür ve eğitim hayatında önemli bir konuma yükselirler. Afganların Sultanî diye nitelendirdiği bu kişilerin bir kısmı aslında Abdülhamid muhalifidir. Ama çoğu Panislamcı ya da Turancıdır.  1905 İranı’nda, 1908 Osmanlı İmparatorluğu’nda iki önemli devrime yol açacak anayasacılık hareketleri güçlenmektedir. Otokratik Habibullah rejimine karşı meşrutiyeti savunan Afgan entelektüelleri kendilerine Jön Türklere nispetle Jivanân-ı Afgan yani Genç Afganlar ismini verirler. Osmanlı İmparatorluğu ve İran’ın tersine, Afgan anayasacı muhalefeti ülkeyi bir anayasal devrime götürebilecek kadar güçlü değildir. Yine de bu bize, 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başında, İslam dünyasında, İngiltere’ye ve Rusya’ya karşı bir kısmını Abdülhamid rejiminin desteklediği Panislamcı hareketler kendini göstermeye başlarken, aynı şekilde otokratik Osmanlı, Kaçar ve Afgan rejimlerine karşı birbiriyle bağlantılı bir anayasal hareketlenmenin de olduğunu hatırlatır.  1911’de Libya’nın İtalya tarafından işgali, ardından Balkan Savaşları, Afganistan’daki (ve Hindistan’daki) Osmanlı İmparatorluğu yanlısı kamuoyunu güçlendirecektir. 1907 Britanya-Rus Antantı ile Afganistan üzerindeki İngiliz-Rus rekabeti son bulmuştur. Ama bu sefer de İngiltere ve Rusya, bu iki ülkeyi etkileyecek, geniş bir Osmanlı İmparatorluğu yanlısı Müslüman hareketlenmeyi engellemek için Afganistan üzerinde iş birliği yapmaya başlayacaklardır. Aynı zamanda Afganistan’da en azından bir kısmı İngiltere İmparatorluğu taraftarı Hindistanlı Müslüman bir eğitimci ve bürokrat grubunun Afganistan’daki Osmanlılar gibi idari ve askeri reform, eğitim ve alt yapı projelerine katıldığını görmekteyiz. Bu yıllarda Kabil, Hindistanlı ve Osmanlı Müslümanlarının ilginç rekabetine de sahne olacaktır. 

Diyubend Dârülulûm’u

1866’da Delhi yakınlarındaki Diyubend (Deobend) şehrinde kurulan medrese (Dârülulûm) kısa zamanda Hanefi fıkhının dünyadaki merkezlerinden biri halini alır. Abdülhamid rejimi ile İngiltere İmparatorluğu altındaki Hint-İslam hareketinin merkezlerinden biri haline gelen Diyubend medresesi arasında önemli ilişkiler kurulur. 1877’de Diyubend alimlerinin Abdülhamid’e gönderdikleri ve şimdi Osmanlı arşivinde olan mektupta Diyubend müderrislerinin bir anlamda “İslam halifesinin” hamiliğini kabul ettiğini düşünebiliriz. Medrese 19’uncu yüzyıl sonlarında İngiliz kolonyalizmine karşı şiddeti dışlayan ama etkili bir direniş önerir. Bunun da ötesinde Diyubend medresesi Hindistan (daha sonra Pakistan) ve Afganistan’da modern İslamcı düşüncenin filizlendiği yerdir. Diyubendîlik bir yönüyle Tâlibân hareketinin de içinden çıktığı ocaktır diyebiliriz. Bu konuya gelecek haftalarda dönmek istiyorum.  1900’lerin başında Diyubendîlik Afganistan’da hızla yayılırken, bir süre sonra Kabil İngiltere’ye karşı silahlı mücadeleyi dışlamayan bir direniş örgütlemek isteyen ve birçoğu Osmanlı İmparatorluğu’na yakınlık duyan Diyubendîlerin merkezi olur. Bunlardan biri Ubeydullah Al-Sindî, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen başında Kabil’de İngiltere karşıtı girişimlerin öncülüğünü yapmış, el-Cünûdü’r-rabbâniyye adlı bir İslam ordusu kurma girişiminde bulunmuş ve sürgünde bir Hindistan hükümeti oluşturmuştur.1915’de diğer bir Diyubendî, Mahmud Hasan ile Hijaz ve Kabil arasında bir köprü kurarlar ve İngiltere İmparatorluğu’na karşı Osmanlı Devleti liderliğinde bir  İslamî seferberlik örgütleme girişiminde bulunmuşlar, Mahmud Hasan ile Sindî arasında ipek mendiller üzerinde yazılmış mektuplar, daha sonra İngiliz ajanları tarafından tespit edilmiştir.  (Sindî Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kabil’i terk eder, ilk önce Moskova’ya ardından Türkiye’ye gelir. Ankara’da İsmet Paşa ile görüşür, sonra İstanbul’da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucuları ile toplantılar yapar. Ardından Avrupa’ya ve sonra Mekke’ye gider. Orada uzun bir süre kalır.) Gelecek hafta Sindî ile başlayalım ve Birinci Dünya Savaşı’ndan devam edelim. 1915’te Afganistan’ı İngiltere ve Rusya’ya karşı savaşa girmeye ikna etmek için Kabil’e giden Osmanlı-Alman delegasyonunun hikâyesini okuduğunuz zaman, eğer bu hikâyeyi ilk defa duymuşsanız, oldukça şaşıracaksınız. İyi hafta sonları. 
Bazen iki şehir sadece birbirinin yansıması olmasın!
Bazen iki şehir sadece birbirinin yansıması olmasın!