05 Aralık 2025, Cuma
10.10.2025 04:30

Türkiye demokrasi tarihi üzerine

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Demokrasi, bir rejim olarak kırılgan olabilir. Ama demokratik pratikler-ki bazen bizzat demokratik rejimleri sarsar ya da yıkar-çok daha geniş bir alana dağılmış, çok aktörlü, bazen sert bazen zarif bir örgüdür. Türkiye’nin hikayesi de bu örgünün içindedir: Gücün bölündüğü, kolektif katılımın doğal olduğu, liderliğin hesap verme zorunluluğunun zaman zaman belirip sonra eridiği, isyanların toplumsal gelişimin doğal motoru olduğu bir dünya...


Geçen hafta biri Baltimore’daki Johns Hopkins Üniversitesi’nde, diğeri Washington’daki Brookings Institution’da olmak üzere iki ayrı konuşma yaptım. Johns Hopkins’teki konuşmam Osmanlı tarihinde demokratik pratikleri ve demokrasiyi Osmanlı dünyası bağlamında düşünmek üzerineydi. Brookings’teki ise bugün Türkiye’de yaşanan demokrasi ve hukuk krizine dairdi. Biri geçmiş, diğeri bugünle ilgiliydi; ama birbirine sıkı sıkıya bağlı iki konuydu. Benim için oldukça zihin açıcı bir deneyim oldu.

Bu sayfayı izleyen dostlar hatırlayacaktır: Birkaç yıl önce demokrasi tarihi üzerine yazmaya başlamıştım. Bugün modern liberal ve sosyal demokrasinin ciddi bir krizden geçtiği bir dönemde, demokrasiyi yeniden düşünmeninhatta onu Batı merkezli tarih ‘korpusu’nun dışına çıkararak çok daha evrensel bir çerçevede yeniden çalışmanın- zorunlu olduğuna inanıyorum. Johns Hopkins’teki konuşmam bu bağlamdaydı. Brookings’teyse, o tarihsel deneyimin umhuriyet’e taşınışını ve bugün yaşadığımız bu karanlık evrenin, demokratikleşmenin uzun yolculuğunda bir kopuş mu yoksa geçici bir parantez mi olduğunu tartıştım.

Bu hafta Johns Hopkins konuşmamı özetleyeyim; önümüzdeki hafta Brookings konuşmasını. Birkaç hafta önceki yazılarda olduğu gibi yeniden bir “demokrasi tarihi sohbeti” yapalım. (Hatırlayacaksınız, 2023 seçimleri öncesinde bu konularda çok yazdım. Merak edenler ya da “Bakalım kendini mi tekrar ediyor?” diye düşünenler, eski yazılara veya 2024’te yayımlanan Belirsiz Geçmiş Zaman kitabımdaki bölümlere bakabilir).

Johns Hopkins konuşmam, tarih bölümünün onlarca yıldır sürdürdüğü klasik seminer serisinde gerçekleşti. Onur verici bir davetti. Bu seminer dizisine, üniversitenin efsane tarihçilerinden, cumhuriyetçilik üzerine dünyanın önde gelen uzmanlarından Yeni Zelandalı John Greville Agard Pocock (ö. 2023) damgasını vurmuştu. Böyle bir bağlamda demokrasi konuşmak benim için çok anlamlıydı.

Yeni bir demokrasi anlatısı mümkün mü?

Konuşmama, demokrasinin sadece bildiğimiz biçimiyle bir siyasal rejim değil, tarihin her döneminde ve her toplumda farklı biçimlerde tezahür eden bir pratikler bütünü olduğu fikriyle başladım. Bu pratikleri farklı bağlamlarda inceleyerek “demokrasiler”in değil, demokratik pratiklerin, mücadelelerin, söylemlerin, iddiaların, isyanların ve kurumların tarihini yazmanın, bugün demokratik rejimlerin yaşadığı krizi çok daha geniș bir bağlama oturtmak için yararlı olacağını savundum. Saklı bir “Osmanlı demokrasisi” aramıyordum; sadece Osmanlı dünyasında ortaya çıkan bu tür pratikleri, kurumları, tepkileri, formları, tahayyülleri bir arada görmeyi ve nasıl bir tablo ortaya çıktığını tartışmayı hedefledim.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulduğu Orta Çağ Anadolu’sundaki çok merkezli, parçalı yapıyla başladım. Gücün bölündüğü, farklı siyasi ve dini tasavvurların birbirini izlediği, Ahilik gibi hâlâ tam anlamıyla çözemediğimiz kolektif örgütlenmelerin ve tasavvufi hareketlerin siyasal iddialar geliştirdiği o dünyayı anlattım. Ardından Osmanlı nizamının yalnızca fetihlerle değil, istimalet, yani barış ve uzlaşma teklifleriyle de kurulduğunu; şiddet kadar müzakere, baskı kadar entegrasyon içeren çok katmanlı bir genişleme biçimi olduğunu vurguladım.

Osmanlı nizamının katmanları

Osmanlı nizamı kurulduktan sonra hanedan ve devlet içindeki rekabetlerin gücü sürekli bölmesi, imparatorluğun kalıcı bir aristokrasiyi reddederken katılan vasal devletlerin aristokratik sürekliliğini kabul etmesi gibi çelişkiler üzerinde durdum. Böylece sanılanın aksine “çok rejimli”, oldukça desantralize bir yapının ortaya çıktığını gösterdim. Buna karșın, padişahın Anadolu ve Rumeli’de küçük köylüyü koruma iddiasının -gerçeklik ne kadar farklı olursa olsun- onu devlet ya da taşra elitlerine karşı halkın koruyucusu olarak tanımlayan adeta popülist bir emperyal söylemi nasıl beslediğini tartıştım.

Elbette Osmanlı dünyasının çok dinli yapısını romantize etmemek gerektiğini, bu yapının her zaman Sünni Müslümanların üstünlüğüne dayanan bir hiyerarşi içerdiğini, ancak buna rağmen modernite öncesi dünyada bir arada yaşama pratikleri açısından dikkate değer bir deneyim sunduğunu da ekledim. (Tom Barrack’ın bugün Türkiye ve Orta Doğu için önerdiği “millet sistemi” fantezisine girmedim ama, bu tür nostaljik okumaların Osmanlı pratiğine dürüst yaklaşmayan zihniyetlerin ürünü olduğunu da içimden geçirmedim değil).

On yedinci yüzyıl yeni dönemin habercisi 

On altıncı yüzyıl sonlarından itibaren devlet kadrolarının gelişmesiyle birlikte sistemin nasıl çok merkezli bir hale geldiğini, kudretli sultanlardan şehzadelere, haremin güçlü kadınlarından vezirlere, yeniçeri ağalarına kadar geniş bir elit rekabetinin doğduğunu anlattım. 17’nci yüzyılın büyük iktisadi ve toplumsal krizinin, Osmanlı kurumlarını felç ederken, merkezdeki yeniçerilerden taşradaki Celalilere kadar, devlet sisteminin içinde, çeperinde ya da dışında, farklı gruplarda isyan kültürlerini, ahlakını ve pratiğini nasıl doğurduğunu vurguladım. Bu isyan kültürünün imparatorluğun sonuna kadar devlet-toplum ilişkilerinin temel eksenlerinden biri haline geldiğini savundum. (Elbette tarihten isyan örnekleri vermek bugün Türkiye’de epey riskli bir uğraş!)

17’nci yüzyılın dini-siyasi arayışlarına da değindim: Kadızadeliler, Nakşibendiler, Mevleviler kadar Osmanlı Ermenilerinin, Rumlarının, Yahudilerinin yaşadığı çalkantılar, Avrupa’daki reformasyon rekabetlerine paralel yeni dini-siyasi tasavvurlar… Belki de dönemin en ilginç yönü, kamusal alanın genişlemesiydi. Kahvehaneler ve benzeri sosyal mekanlar dini ve siyasi otoritelerden bağımsız biçimde farklı toplumsal kesimleri bir araya getiriyor; şiirler okunuyor, hikayeler anlatılıyor, imparatorluğun dört bir yanından haberler aktarılıyordu. (Evliya Çelebi ile bir kahvehanede karşılaştığınızı düşünün!)

Tasavvufî akımların karşısında gelişen müteşerri, hatta Selefi eğilimlerin toplumsal kutuplaşmayı nasıl derinleştirdiğini; kahveden tütüne, müzikten mezar ziyaretlerine kadar gündelik hayatın her alanının geniş halk kitlelerinin katıldığı bir tartışma, çatışma ve müzakere zemini haline geldiğini anlattım. Büyük düșünür Kâtip Çelebi’nin denge/mizan arayışı aslında kutuplaşma yerinde bir arada yașama, bir toplumsal sulh arayışı değil miydi? Bu arada, matbaanın sınırlı biçimde kullanıldığı bir dünyada el yazması mecmuaların olağanüstü bir yaygınlık kazandığını, dolayısıyla 17’nci yüzyılın aslında matbaa öncesi bir kamusallık çağı olarak da okunabileceğini ileri sürdüm.

Ve elbette Evliya Çelebi… Onun yalnızca bir seyyah değil, sıradan insanların yaşamlarından, şehirlerden, doğadan, hayvanlardan ve doğa üstü varlıklardan yola çıkarak devletin tahrir defterlerinden ve kanunnamelerden bambaşka bir “imparatorluk bilgisi” önerdiğini; adeta devletin değil insanların ve diğer canlıların imparatorluğunu yazdığını söyleyiverdim.

“İstanbul devrimleri”

Elbette her konuya girmek mümkün değildi. Ama belki de en çok bildiğim 18’inci ve 19’uncu yüzyılın ilk bölümüne ayrı bir yer vermek gerekirdi. Neticede Batı Avrupa’da da demokratik devrimler bu dönemde patlak vermemiş miydi?

Yeniçeri isyan geleneği, kuşkusuz 1622’de II. Osman’ın katliyle birlikte başka bir safhaya geçmişti. Ancak asıl kırılma, bence 1703’teki Edirne Vakası’yla yaşandı. O tarihten itibaren yeniçeri isyanları artık yalnızca yeniçerilerin değil, geniş halk kesimlerinin katıldığı toplumsal başkaldırılara dönüşmüştü.

Karlofça Anlaşması sonrasında Osmanlı İmparatorluğu hem içte hem dışta kalıcı bir “sulh” arayışına girmişti; fakat mali, idari ve askeri reformlar da kaçınılmazdı. Reformlar her zaman kazananı ve kaybedeni olan siyasi programlardır. Osmanlı dünyasında da ıslahat–isyan diyalektiği, ilericilik–gericilik gibi yüzeysel bir çerçevenin ötesinde düşünülmeyi hak ediyordu. 1703, 1730, 1807–1808... Bu büyük isyanlar -hatta bazı belki de devrimsel çalkantılar- reformların yarattığı toplumsal gerilimin yansımalarıydı. Ancak bu tepkiler, aynı zamanda yeni reform arayışlarını da şekillendiriyor; kazananı ve kaybedeni değişen yeni siyasi projeler ortaya çıkarıyordu.

Ben, Osmanlı isyanlarının tam da bu reform–demokratik gerilim hattı içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunuyorum. Bu okuma bazı meslektaşlar tarafından “haddini aşan” bir yorum olarak görülüyor zira Osmanlı tarihçiliğinde isyan geleneğini çoğunlukla “darbe” kavramıyla özdeşleştiren bir yaklaşım hâkimdi. Özellikle 18’inci yüzyıldaki birçok olgu, aslında bir “demokratik olgular zinciri”nin halkaları olarak okunabilecekken, uzun süre bir “gerileme tarihi”nin parçaları olarak anlatıldı. Bu algı, tüm eleştirilere rağmen hâlâ güçlü biçimde ayakta. Evet, belki de demokrasi tarihi bize hem çok yakın hem de çok uzak. Johns Hopkins’te tabii ki meslektașlarımi çekiştirmedim ama tarihçilik geleneğimizin kalıplarının dışına çıkmanın bazen sert bazen müstehzi ifadelere katlanma gerekliliği hakkında da bir şeyler söyledim, ne yapayım.

Yine uzun süredir on sekizinci yüzyıl taşrasında ortaya çıkan mali ve kolektif temsil pratiklerinin, Tanzimat’tan çok önce bir tür “yerel demokrasi” biçimleri olarak okunabileceğini savunuyorum. Neticede bu, yerel güç odaklarının ve ayan ve eşraf tabir edilen ailelerin giderek güçlendiği bir dönemdi. Ama aynı zamanda yerel ahaliler de kendi çıkarlarını korumak için mali ve idari işleyişe katılımın doğal yollarını geliştiriyordu. Türkiye’nin ve Balkanların bir kurumsal demokrasi tarihi yazılacaksa, bu tarih mutlaka yerel pratiklerden başlamalı. Çok sevdiğim mali tarihin dehlizlerine dinleyicileri sokmadan bu iddiamı bir kez daha yineledim.

Konuşmanın son bölümünde, Avrupa devrimler çağının gölgesinde kalan ama orada “Révolutions de Constantinople” olarak anılan 1807–1808 olaylarını anlattım. Nizam-ı Cedid’in yeniçeri ve halk isyanıyla yıkılışını, ardından yerel güç sahipleriyle reformcular arasında kurulan kısa ömürlü ittifakı, sonra yeniden gelen çöküşü... Tüm bunların, Osmanlı–Rusya ve Napolyon savaşlarının tam ortasında, küresel devrimler çağının parçası olduğunu hatırlattım. Kısaca Tanzimat’a, erken parlamento pratiklerine değindim; 1808 ile 1908 devrimleri arasındaki şaşırtıcı paralelliklere işaret ettim. Cumhuriyetçilik fikrinin bu uzun hikayede kimi zaman gizlenerek, kimi zaman başka isimlerde nasıl geliştiğine işaret ettim.

Bizim demokrasi

Aslında bu konuşma, Cambridge History of Democracy için yazdığım uzun bir bölümün özetiydi. İleride bir kitap haline getirmeyi umuyorum - ama elbette bunun için oturup yazmak gerekiyor.

Yine başladığım yere döneyim: Tam da bu dönemde bir “demokrasi” ya da “demokratik olgular” anlatısı kurmak bana çok anlamlı geliyor. Türkiye demokrasisi, Cumhuriyet’in ötesine uzanan kökleriyle çok katmanlı, zikzaklı ama birikimli bir gelişim hikayesidir. Cumhuriyetin demokrasisi de bu hikâyenin en canlı, en çelişkili ve en gerçek halkalarından biridir.

Demokrasi, bir rejim olarak kırılgan olabilir. Ama demokratik pratikler-ki bazen bizzat demokratik rejimleri sarsar ya da yıkar- çok daha geniş bir alana dağılmış, çok aktörlü, bazen sert bazen zarif bir örgüdür. Türkiye’nin hikayesi de bu örgünün içindedir: gücün bölündüğü, kolektif katılımın doğal olduğu, liderliğin hesap verme zorunluluğunun zaman zaman belirip sonra eridiği, isyanların toplumsal gelişimin doğal motoru olduğu bir dünya...

Kısacası, Türkiye’de demokrasi yaşayacak. Ama bildiğimiz biçiminden farklı bir demokrasi olacak bu- çünkü demokrasi, sürekli yeniden doğan, hayatın içinden çıkan bir olgu. Hayatın ta kendisi. 

* Bu haber/yazı ve resimlerin eser sahipliğinden doğan tüm hakları Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’ne ait olup işbu yazı/haber ve resimlerin, kaynak gösterilmeksizin kısmen/tamamen izin alınmaksızın yeniden yayımlanması yasaktır. Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’nin, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 24. maddesinden doğan her türlü hakkı saklıdır.

Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu