05 Mayıs 2024, Pazar Gazete Oksijen
07.04.2023 04:30

Restorasyon ve ihya değil yeni bir gelecek tasarımı

Geçmiş/tarih tasarımlarımız bizi gelecek kurmakta sınırlamamalı. 2023’te bol bol gelecek konuşmalıyız. Zor, hem de çok zor ama tüm tecrübelerimizin çok ötesinde bir gelecek bizi bekliyor. O kadar ki tarih bize gelecek konusunda çok da yardımcı olmayacak, zira gelecek radikal bir şekilde geçmişten farklı evrilecek. Geçmiş referanslarımız bizim sadece ayak bağlarımız olacak


Önümüzdeki dönemi nasıl tasarlamalıyız? 14 Mayıs sonrası Türkiye’nin bir restorasyon dönemi olmaması gerektiğini düşündüğümü, restorasyon beklentisinin ne kadar sorunlu olduğunu birçok kere dile getirdim. Restorasyon, bozulmuş bir düzeni düzeltmek, eskisine uygun bir şekilde yeniden kurmak anlamına geliyor. Bana kalırsa geçmişi yeniden kurmaya çalışmaktan kaçınmak gerekiyor. Onun yerine, cesaretimizi toplayıp, ülkemizi yeniden kurmalıyız. İrademizle, cesaretle...

Geçmiş tabii ki bize esin kaynağı olacak. Tarih gelecek için referanslar sunacak. Cumhuriyetin kuruluş değerleri ve ilkeleri ve yüz yıllık tecrübemiz yeni dönemi kurarken bize ışık tutacak. Ama önümüzdeki dönemi sadece geçmişin bize önerdiği yollar üzerinden tasarlamanın bizi nasıl sınırlandıracağını düşünelim. Geleceği tarihi tasavvurların çerçevesi içinde tasarlamanın, bize konfor sağlarken, nasıl gelecekteki farklı imkânların önünü kestiğini aklımıza getirelim. Geçmişi (tarihi) bize “Ya şu yoldan ya da bu yoldan gideceksiniz, karar verin” diyen sınırlayıcı bir aşkın akıl değil, zengin imkânlar, referanslar, ilham kaynakları sunan bir tecrübeler denizi olarak düşünelim.

Kriz ve tarih savaşları

Toplumlar ve siyaset büyük kriz ve kuruluş dönemlerinde tarihe döner. Kriz dönemlerinde krizi sonlandırıp istikrar kurmak için çoğu kez zihinlerde şekillenmiş geçmiş kurgusunun açtığı yoldan yürümek ister. Zihinlerdeki geçmiş kurgusundan kastım insanların öğrendikleri tarih. Bu bazen devletlerin toplumlarına öğrettikleri resmi tarih olur. Bazen farklı siyasal ya da toplumsal hareketlerin oluşturdukları gayri resmi, alternatif tarih anlatıları olur.

Türkiye’de 1990’ların başından, siyasal ve ekonomik krizle başlayan, yoğun tarih savaşlarını bir düşünün. Bu savaşlar (aslında yargı savaşlarına paralel olarak) 1980 darbesi ile farklı bir düzeye ulaşmış, katı bir resmi tarih anlatısı ile zamanla katılaşacak alternatif bir gayri resmi tarih anlatısı arasında cereyan etti. Siyaset, popüler kültür ve akademi cephelerinde yoğun fikri çatışmalar yaşandı. Bir yönüyle AKP iktidarı bu tarih savaşlarıyla beraber yükseldi. AKP ve etrafında şekillenen geniş ittifaklar resmi anlatıya alternatif bir anlatıyı büyüttü ve topluma kabul ettirdi. Gayri resmi tarih anlatısı bir zaman sonra alternatif resmi tarih oldu.

Geçmiş ve geleceğin ötesinde ne saklı?


Aslında cumhuriyetin kuruluşundan beri Türkiye’de resmi anlatının dışında sol ve sağ yelpazede her dönem güçlü alternatifler ortaya çıkmıştır. Yani bir yönüyle 1990’lardaki durum yeni sayılmaz. Ama başka bir açıdan bakarsak, 1990’larda şekillenip, 2000’li yıllarda güçlenen alternatif Türkiye anlatısı, gayri resmi tarih olarak başlayıp, alternatif resmi tarihe dönüşmüş olması açısından eski tecrübelerimizden farklıdır.

Birinci yeni resmi tarih - Kemalizm eleştirisi

Önceki yazılarda AKP döneminde şekillenen ve hegemonik hale gelen tarih anlatısı üzerine çok yazdım. Bu oldukça ilginç, önemli ve üzerine çalışılması gereken bir konu. 2000’li yılların hikâyesini anlamamız için çok hayati. 1990’larda bir Kemalizm ve Cumhuriyet eleştirisi fırtınası ile başlayan ve 2000’li yıllarda AKP’nin tarih tezlerini oluşturan anlatı, en temel tezi cumhuriyetin demokratikleşmeyi, toplumsal barışı ve kapsayıcılığı, ekonomik gelişmeyi engelleyen, en azından, bu kapıları açamayan, kuvvetli bir devletçi, bürokratik, elitist, üstenci, toplumu zorla yukarından aşağı değiştirme çabası içinde, içe kapanmacı, vesayetçi, milliyetçi, dışlayıcı bir tasarım olduğu idi. Cumhuriyete giden süreçte birçok demokratik fırsat kaçırılmış, sonunda Türkiye istese de istikrarlı bir şekilde demokratikleşmeyen, kuru bir cumhuriyet olarak devam etmiştir.

Bu eleştirel anlatının özellikle muhafazakâr versiyonu Osmanlı İmparatorluk geçmişinin altını çizer ve imparatorluğun çok kültürlü, çok dinli renkli yapısının cumhuriyet ile son bulduğunu söyler. Buna göre, cumhuriyet çok renkli bir dünyayı yok etmiş, yerine dar, dışlayıcı bir toplum kurgulamaya çalışmıştır. O zaman yapılması gereken şey, cumhürriyetin bu vesayetçi ve tekdüze kurgusunu, imparatorluk geçmişinden ilham alarak, değiştirmektir. Türkiye ancak bu şekilde kendiyle barışıp dünya ile bütünleşecektir.

İkinci yeni resmi tarih - İhyâcılık

Yukarıda çok kabaca özetlediğim bu alternatif anlatı sanırım 2013’ten sonra değişmeye başlar. AKP yıllarının ikinci döneminde benim ihyâcı dediğim ikinci döneme tanık oluruz. AKP, Erdoğan ve İslamcı-Osmanlıcı entelektüel çevreler 2008’den itibaren eski gayri resmi tarih tezini kuvvetli bir ihyâcılık vurgusu ile dönüştürmeye başlamıştı. Ama 2013’ü vurgulamamın nedeni Taksim Gezi Parkı’nda Topçu Kışlası’nın ihya projesi ve tabii buna karşı modern Türkiye tarihin en önemli toplumsal hareketlerinden biri olan Gezi Direnişi... Gezi Direnişi birçok başka anlamının yanı sıra, ihyâ projesine karşı bir tepkiydi.

Buna ‘ikinci yeni resmi tarih’ dönemi diyelim. Buna göre, cumhuriyetin kuruluş tasarımı sadece yanlış bir kurgu değildi. Aynı zamanda yüzyıllık bir parantezdi. Bitmişti. Zaten bitişi mukadderdi. Asıl, milli, tabii olana, yani Osmanlı geçmişine dönüş, daha doğrusu, o geçmişi yeni dönemde ihyâ etmek gerekmekteydi. Bu ihyânın mimariden günlük hayata, idari reformdan dış politikaya birçok boyutu olmalıydı.

Bu yeni yaklaşım, Osmanlı geçmişinin çok kültürlülüğünden ziyade, gücünü, kudretini vurgular. Emperyal üstünlüğünün altını çizer. Çok kültürlü bir arada yaşam yerine fetih ve fetihçiliği yüceltir.

Üçüncü yeni resmi tarih - Yerli ve milli geçmiş

AKP yıllarının bu yeni tarih tasarımı, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü ve ardından AKP-MHP ittifakı ile başka bir yöne evrilir. Bu dönemde üçüncü safhayı görürüz. Halen devam eden bu dönemde ihyâcılık terk edilmez. Ama Osmanlıcılığın yanında kuvvetli bir milliyetçi-Türkçü ekleme yapılır. Bu ekleme bir yönüyle eski resmi tarih ile kapsamlı bir uzlaşmayı içermese de, eski resmi tarihin bazı unsurları ihyâcı teze sızar. Neticede AKP-MHP ittifakının (Hatta buna Avrasyacı diye adlandırılan unsurları da ekleyelim) tarih tasarımı içinde belli bir dozda ve 1980’lerin Atatürkçülüğünü andıran unsurlara yer verilir.

Ama belki daha önemlisi bu son dönemde kuvvetli bir Türkçü vurgunun ortaya çıkmasıdır. Bu Türkçülük aynı zamanda Sünni-Hanefi üstüncülüğü ile kuvvetlendirilir. 1970 ve 1980’lerin Türk-İslam sentezi revize edilerek bu döneme taşınır. Özellikle AKP-MHP ittifakının Kürt hareketi ile ilişkilerinin kopması sonucu, yerli ve millilik bir yönüyle Türkçü-Sunni-Hanefi, Osmanlıcı ama aynı zamanda Avrasyacı amorf bir tarih ve tabii gelecek tasarımı yapmaya başlar.

Resmi tarih savunusu

Yukarıda 1990’lardan günümüze kabaca özetlediğim hikâye bir tarih eleştirisinin zaman içinde yeni resmi tarihe dönüşmesinin hikayesi. Ama tabii bu yeni resmi tarihi üç farklı evrede ele aldım ve bu üç evre de birbirinden ciddi farklılıklar arz ediyor.

Yeni resmi tarih oluşurken, eski resmi tarihe ne oldu? Eksi resmi tarihin hikayesini anlatmaya kalkışmayayım burada. Hızımı alamam. Geçenlerde Tanıl Bora’nın derlediği bir kitaba bu konuda kısa bir makale yazacakken, makale büyüdü, 14 bin kelimelik koca bir metne dönüştü, ki ancak 1960’lara gelebilmiştim.

Sadece şu kadarını ifade edeyim: 1980’lerle dar, kuru ve oldukça çarpık bir tarih anlatısına dönüşen resmi tarih 1990’larda yukarıda özetlediğim eleştiriye karşı savunmadaydı. Bu savununun ilk safhası 28 Şubat süreciydi; belki ikinci safhası meşhur Cumhuriyet Mitingleri’ydi. Akademi ve entelektüel hayatta ise resmi tarih eleştirileri resmi tarihçileri eziyordu. Akademik camiada “revizyonist” tarihçiliğin (resmi tarih eleştirilerini akademik dünyada bu şekilde isimlendirebiliriz sanırım) bir hegemonyası yaşandı. Öyle ki modern Türkiye hakkında yazılan makalelerde revizyonist tezlere yer verilmediğinde makalenizin ya da kitabınızın saygın dergi ve yayınevleri tarafından reddi neredeyse mukadderattı. Bu hem Türkiye’de hem Avrupa ve ABD’de geçerli olmaya başlayan bir durumdu.

Burada 18’inci yüzyıldan başlayıp, cumhuriyet ile devam eden reformcu geleceğin ve bunun toplumsal hikâyesinin resmi tarihin dar çerçevesine sığmadığını vurgulamak isterim. Ama geçen hafta da değindiğim gibi, Türkiye’de cumhuriyetin hikâyesinin yanına bir de demokrasinin (ya da demokratik hareketlerin, isyanlardan parlamento geleneğine uzanan) zengin repertuvarını (demokrasinin dağınık hikayelerini) düşündüğümüzde bu çerçeve iyiden iyiye grotesk bir hale gelir.

Neo-Kemalizm ve restorasyon

Cumhuriyet tarihçiliğinde son yıllarda ilginç gelişmeler oldu. AKP-MHP ittifakının Türkiye’yi sürüklediği büyük buhran üzerine uzun uzun yazdık. Son üç dört yıl Türkiye çok tuhaf ve zor bir dönem yaşadı. İleride bu dönemi daha farklı açılardan incelemeye devam edeceğiz. Tabii ki seçim sonucu analizlerimizin havasını değiştirecek. Hayırlısı diyelim.

Vurgulamak istediğim özellikle cumhurbaşkanlığı rejimine geçmemizle beraber cumhuriyet tarihini yeniden düşünmemiz gerektiği; 1990’larda güçlenip, AKP’yi iktidara taşıyan revizyonist tarihçiliğin gelinen şu noktada ciddi bir eleştiriye uğraması, hatta belki de reddedilmesi gerektiği üzerine ilginç tartışmalar ortaya çıktığı. Akademide geçen sene İlker Aytürk ve Berk Esen’in derlediği Post Post Kemalizm kitabı bu tartışmanın platformlarından biri oldu.

Siyasette ve popüler kültürde ise “Atatürkçü” ya da belki Neo-Atatürkçü bir rüzgâra tanık olduk. Çok örnek verilebilir ama son günlerde Muharrem İnce’nin 1980’lerin Atatürkçülüğünü andıran (bu tespit sevgili meslektaşım Yektan Türkyılmaz’a ait) çıkışı bize ilginç ipuçları sunuyor. Gerçi İnce olayı gerçekten ilginç. Özellikle genç kesimlerin İnce’ye olan ilgisini analiz etmemiz gerekiyor. Bunun kalıcı olmadığını düşünsem de bu dönemin tuhaflıklarını anlamak için oldukça verimli bir konu.

Diğer yandan Millet İttifakı’nın muhalefetin seçim sonrasını tasarlarken, her ne kadar restorasyon ifadesini kullansalar da münhasıran restorasyoncu bir dil ve ajanda kurduğunu düşünmüyorum. “Geriye dönmeyeceksek, nasıl bir gelecek kuracağız” sorusunu cevaplamasa da, başta CHP, Millet İttifakı ortaklarının eski resmi tarih tezinin çerçevesi içinden bir gelecek kurmak peşinde olmadıkları belli. Zaten Millet İttifakı’nın çok renkli kompozisyonu buna izin vermiyor.

Sonuç

Bu yazıya başlarken Kürt hareketi ve tarih meselesi üzerinde de durmak istiyordum. Ama bu belli ki daha kapsamlı yazılara ihtiyaç duyan bir konu. Kürt tarihi, yukarıda özetlediğim tarih tezleri arasında Kürt meselesi ve Kürt tarih tezleri... Bu konulara ileride girmek istiyorum. Uzun zamandır okuyor, kafa yoruyorum. Sizle tespitlerimi paylaşmak çok isterim. Çok yakında.

Yazıyı bitirirken baştaki meseleye döneyim. Geçmiş/tarih tasarımlarımız bizi gelecek kurmakta sınırlamamalı. 2023’te bol bol gelecek konuşmalıyız. Zor, hem de çok zor ama tüm tecrübelerimizin çok ötesinde bir gelecek bizi bekliyor. O kadar ki tarih bize gelecek konusunda çok da yardımcı olmayacak, zira gelecek radikal bir şekilde geçmişten farklı evrilecek. Geçmiş referanslarımız bizim sadece ayak bağlarımız olacak.

Ama tarih yine de değerli. Malum, her dönemin kendi tarihi var. Her dönem insanlar tarihe yeni sorular sorup ilham alırlar, kendi varoluşlarını bir hikâyeye oturtmaya çalışır, kendilerine bir zamansallık içinde anlam verirler. Bu çabayı küçümsemiyorum. Zaten küçümsesem bu mesleği bırakmam lazım. Şöyle bitirelim: Tarih bizi sınırlamadığı, bize sınırlarımızı değil, sınırları zorlayan (hatta onları anlamsız kılan) imkânları gösterdiği oranda değerlidir.

Herkese güzel bir hafta sonu dilerim.