27 Temmuz 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
16.09.2022 04:37

Siyaset ve tarih

2010’ların sonlarından itibaren daha tepkisel, popüler bir yeni-Atatürkçülük özellikle gençler arasında yükseliyor. Milli bayramları, devletin isteksizliğine rağmen, milyonlarca insanın şevkle kutladığına tanık oluyoruz

Türkiye siyaseti bir süredir tarih tartışmaları (atışmaları mı desek?) üzerinden şekilleniyor. Siyasetçilerin konuşmalarına enjekte edilmiş yüksek dozda tarihsel referansların sürekli artıyor olduğu sanırım dikkatinizi çekiyordur. Siyasetin şu günlerdeki ana konularına bir bakın: Malazgirt Zaferi, İstanbul’un Fethi, Abdülhamid dönemi, İttihatçılık, 31 Mart Vakası, Çanakkale Savaşı, Kut’ül Amare, 30 Ağustos, 9 Eylül, Hilafet meselesi, Vahdeddin ve tabii Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü üzerine yoğunlaşan tartışmalar ve bitmek bilmeyen tek parti dönemi eleştirileri ve savunuları. Her siyasal eğilim kendi yoğunlaştırılmış tarih tezleriyle siyaset meydanına çıkıyor. Bu tezler arasında sert tartışmalar oluyor. Televizyon dizileri bu sert tartışmaların parçasına dönüşüyor ve toplumu yoğunlaştırılmış tarih siyasetine davet ediyor.

Türkiye siyaseti neden bu kadar tarihe boğulmaya başladı? Neden tarih siyasî tartışmaların ana mecralarından biri oldu? Bu sorulara farklı cevaplar verilebilir.

Bu bir yönüyle siyasetin geleceği çok düşünmemesi ile ilgili. Sanırım şöyle bir önerme çok yanlış olmaz: Eğer siyasetin güçlü bir gelecek tasavvuru yoksa, siyaset tarihteki tartışmalara yönelir. Böylece geçmişin meseleleri öne çıkarılır, farklı tarih anlatıları arasında savaşlar yaygınlaşır, toplum farklı tarih tezleri ile mobilize edilir. Yüksek dozlu tarih menkıbeleri gelecekle ilgili olması gereken gerçek siyasetin yerini alır. Evet, işin kesinlikle böyle bir boyutu var. Türkiye büyük bir buhran yaşıyor ama siyaset bu buhranı, geçmişi soğukkanlı bir değerlendirmeyle ele alıp, gelecek tasavvurları ile bu dönemi aşmak konusunda pek hazırlıklı ve cesaretli görünmüyor. O zaman yaşanan buhran bir yönüyle tarihsel anlatı savaşlarına, Nuray Mert’in tâbiri ile “tarih savaşlarına” dönüyor.

Ama tabii siyasetin tarihle flörtünü başka şekillerde de incelemek mümkün. İkinci bir önerme yapalım: Derin siyasal ve toplumsal kriz zamanlarında hem siyaset hem toplum yüzünü normalden daha fazla tarihe döner. Toplum buhran zamanlarında memnuniyetsizliğini bir anlamda tarihe ve tarih aracılığıyla farklı aktörlere yükler. Siyasal ve toplumsal buhran aynı zamanda hâkim olan tarihsel anlatının da krizidir. Bu zamanlarda alternatif tarihsel anlatılar ortaya çıkar. Hâkim anlatı kendini savunmaya çalışır.

1990’lardan 2020’lere “Tarih Savaşları”

Türkiye’de tarihin bu derece siyasallaşmasına AKP yıllarında tanık olduk. (Tabii şunu ekleyeyim; tarih her zaman siyasaldır. Burada tarihin siyasallaşmasından kastım tarihin günlük siyasetin yoğun gündemini işgal etmeye başlaması…) Hatırlayalım: 2002’de AKP güçlü bir tarih tezi ile iktidara geldi. Bu tez, bir yönüyle Soğuk Savaş’ta şekillenmiş Milliyetçi-Mukaddesatçı kısmen Muhafazakâr tarih tezleriyle, 1990’larda olgunlaşan Cumhuriyet’in sol ve liberal eleştirilerinin bir sentezi ya da daha doğru bir ifadeyle karışımıydı.

Neydi AKP’nin ilk 10 yılındaki tarih tezi? Kabaca özetlersek, bu tez Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren muhafazakâr ve dindar büyük toplum kesimlerini dışlayan, askeri ve bürokratik elitlerle sermayenin belli gruplarının ittifakıyla onlarca yıl devam etmiş “vesayetçi” ve üstüncü bir müesses nizam olduğunu iddia ediyordu. Bu nizam Türkiye’nin demokratikleşmesini, devletin toplumla barışmasını, ülkenin “doğal tarihi mecrasında ilerlemesini” ve kalkınmasını engelliyordu. Bu teze göre AKP, bu müesses nizamı kıra kıra çevreden merkeze yürüyen geniş dindar halk kesimlerinin siyasal hareketiydi.

AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel hatalarını tamir edecek, cumhuriyeti 1923’te girdiği yanlış yoldan alıp, tarihin doğru mecrada akmasını sağlayacaktı. AKP’nin tarih tezi Türkiye’yi Cumhuriyet’in dayattığı o dar “milli tarih” cenderesinden çıkaracak, ülkeyi Osmanlı ve İslam geçmişi (hatta Kürt tarihi) ile barıştıracak, tarihimize daha geniş bir çerçeveden, büyük bir devamlılık içinde bakmamızı sağlayacaktı.
2000’li yılların başında AKP ile ittifak içinde olan sol ve liberal entelektüeller, bu tarih tezini tamamen kabullenmese bile temel hatları ile bu tezin haklı yanları olduğunu, en azından Türkiye’nin demokratikleşmesi için bu tezin işe yarayacağını düşünüyordu. AKP’nin Cumhuriyet’in İttihatçılıktan devraldığı vesayetçi, laiklik ve milliyetçilik gibi ideolojik motiflerle şekillenmiş üstüncü kurgusunun AKP sayesinde kırılacağına ve bunun sonucunda demokratikleşme imkânlarının önünün açılacağına inanılıyordu.

2000’lerin ilk on yılında tarih tezinin, resmi Cumhuriyet tarih tezi (ya da buna Türk Devrim/İnkılap tarihi tezi diyebiliriz) karşısında, neredeyse alternatif hâkim tez olmaya başladığına tanık olduk. Yukarıda ifade ettiğim gibi, 1990’lardan beri zaten akademik tarihçilik güçlü Cumhuriyet eleştirileri geliştiriyordu. AKP iktidarının bu geniş eleştiri repertuvarından şimdilerde çok moda olan serpme kahvaltıdan beslenir gibi beslendiğini söylemek yanlış olmaz. Akademik arka planı tahkim olan AKP tarih tezi (tezleri) karşısında Cumhuriyet tarihi savunuları ise amatörce ve arkaik kalıyordu.

AKP’nin ikinci tarih tezi

2011, özellikle 2016 sonrası AKP-MHP ittifakı içinde, iktidarın tarih tezinin başka bir yöne doğru dönüştüğüne tanık olduk. Bu dönemde 2000’li yılların tezinin ana damarı olan “dışlanmışların demokratik iktidarı” iddiası tamamen kaybolmadı belki ama hâkim unsur, Cumhuriyet’in hor gördüğü o büyük şanlı tarihi “ihya” etmek üzerine yükselmeye başladı. O dışlanmışların ülkenin aslî sahipleri, diğerlerinin ise şu ya da bu şekilde o büyük yerli ve milli kitlenin hakkını zapt etmiş kesimler olduğu argümanı güçleniyordu.
2011’de iktidar, tarihe fetihler ile bezenmiş, o yüce geçmişi ihya etme güdüsü ile yaklaşıyordu. Geçmişteki o muhteşem anlar ve kişiler bağlamlarından kopartılıyor, yeniden efsaneleştiriliyor, bir fetihler tarihi havuzuna atılıyor, oradan farklı kombinezonlar ile topluma sunuluyordu. Bu sayede yerli ve milli kitlenin o muhteşem tarihi tekrar yaşaması sağlanıyordu. Malazgirt ile 15 Temmuz, Kut’ül Amare “zaferi” ile Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması, Abdülhamid ile Recep Tayyip Erdoğan aynı büyük hikâyenin birbiriyle rabıtalı parçaları haline geliyor, o yüce geçmiş zihinlerde ihyâ oluyordu.

Muhafazakârlık ve ihyâcılık

Ben bu akıma ihyâcılık diyorum ve ihyâcılığı muhafazakarlıktan net bir şekilde ayırıyorum. Burada kısaca muhafazakarlık ve ihyâcılık arasındaki ayrıma dikkat çekmek isterim. Muhafazakâr geçmişi canlandırmak istemez. Geçmişin yok oluşundan hüzünlenir. O hüznün ahlâkı ve estetiği ile hayatı devam eder. Onun için büyük değişimlerden, kopuşlardan çekinir. Değişimin hızını azaltmaya çalışır. Tedbirli ve tedricî bir nizamın arayışındadır. İhyâcı ise aşkın olduğuna inandığı geçmişi devrimci bir eda ile yeniden kurmaya girişir. O aşkın geçmişle kendisi arasındaki dönemi ve o dönemin ürettiği geleneği reddeder. Zamanın yekpare akışı yerine üstün olduğunu düşündüğü farklı geçmişlerden yeni bir toplama zaman kurmaya çalışır.

Yeni Atatürkçülük

2010’ların sonlarından itibaren hem 1990’ların 2000’li yılları güçlü bir şekilde etkileyen akademik Cumhuriyet tarihi eleştirilerine karşı eleştirilerin ortaya çıktığına tanık olduk. Buna bir nevi Cumhuriyet eleştirisinin eleştirisi diyebiliriz. Aynı zamanda daha tepkisel olduğunu gözlemlediğimiz popüler bir yeni-Atatürkçülüğün de özellikle gençler arasında yükselmekte olduğunu gözlemledik. Bazı yorumcular bu dalgayı Atatürkçülüğün sivilleşmesi olarak değerlendi. Binlerce gencin rock ya da pop konserlerinin sonunda İzmir Marşı söylemesine alıştık. Milli bayramları, devletin isteksizliğine rağmen, milyonlarca insanın şevkle kutladığına tanık olduk.

Yeni Atatürkçülük bir yönüyle CHP’nin (ve belki başka bazı siyasal partilerin) AKP’nin tarih tezine karşı Devrim Tarihi tezini tahkim etmesine, onu belli açılardan sivilleştirmesine yardımcı oldu. Diğer yandan, özellikle CHP’nin Altılı Masa etrafında şekillenen muhalefetin liderliğini yürütmesi tarih savaşlarını kızıştırdı. AKP iktidarı güç kaybettikçe kendi tarih tezinin altındaki ateşi harlamasını, buna karşı muhalefetin belki eskisine göre daha renklenmiş ve sivilleşmiş bir Cumhuriyet’in resmi tarihi ile cevap verdiğini gözlemledik, gözlemliyoruz.

Tarih savaşlarındaki en son cepheyi İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği ve Tarkan’ın katıldığı 9 Eylül anma konserinden sonraki gelişmelerde izledik. Gelinen noktada tarih savaşları birçok cephede devam edeceğe benziyor. (Bu denkleme bir de Neo-İttihatçılığı eklemek lazım. Bunun üzerine önceden yazdım. Son dönemlerde bu konuda başka yazılar da çıktı. Neo-İttihatçılığın bazen Atatürkçülüğe (biraz Devrim tarih tezini çarpıtarak), bazen ise AKP’nin ihyâcılığına yedirilmiş bir şekilde, bazen ise müstakil bir söylem olarak su yüzüne çıktığını söyleyebiliriz.)

2023 sonrasının tarih tezi ne olacak?

Bu konuyu gelecek hafta irdeleyelim olmaz mı? Yalnız birkaç noktayı şimdiden vurgulayalım. Acaba 2023’te Cumhuriyet’in yeniden inşası ihtimali belirir ise Türkiye tarihine 2000’li yılların tarih savaşlarının ötesinde, daha soğukkanlı, farklı tarih anlatılarını bir çoğulculuk içinde, güçlü bir eleştirel ilmikten geçirerek, kamusal dile taşımak mümkün olur mu? Tarihi toplumsal gerilimin, dışlama ve üstüncülüğün değil, bütün boyutlarıyla ortak deneyimin bir anlatılar bütünü olarak kurmanın ihtimali var mı? Muhakkak ki, tarih savaşlarına son vermek ve çoklu anlatılara yer verebilen bir çerçeve oluşturmak tarihi ve tarihçiliği siyasal uzlaşıya kurban etmek anlamına gelmemeli. Bu, tarihi ve tarihçiliğin siyasal kavgaların enstrümanı olması kadar kötü değilse de hiç dürüst ve ahlaklı olmayacaktır. Yapmamız gereken eleştirel aklı ve hakikat arayışını siyasal ve toplumsal uzlaşma ve barış ile birlikte öne çıkarmak olsa gerek. Ve aslında tarihin siyasetteki dozunu düşürmek ve geleceğe bakmak. Netice de kim tarihin kurbanı olmak ister?