Bugünün Türkiye siyasetini tarif etmek için belki de en uygun ifade, “süreçlerin siyaseti”dir. Kuralların ve normların muğlaklaştığı, kurumların işlevsizleştiği, aktörlerin strateji ile refleks arasında gidip geldiği bir dönemdeyiz. Ancak Türkiye’nin asıl ve tarihsel süreci, tüm kesintilere, zikzaklara ve gerilemelere rağmen, 300 yılı aşkın süredir devam eden bir reform, gelişme ve dönüşüm iradesidir. Nihai istikamet, hukuk, toplumsal barış, ilerleme, eşitlik ve özgürlüktür
Bugün Türkiye’de en sık kullanılan kelimelerden biri haline geldi: Süreç. Artık her gelişmeye, yönelime, aşamaya, beklenti doğuran olaylar dizisine “süreç” diyoruz. “Süreç” adeta yeni bir anahtar kelimeye dönüştü. Eskiden “vetîre” ya da Frenkçe “proses” gibi kelimelerle ifade edilen bu olgu, bugün neredeyse tüm siyasi ve toplumsal gündemi şekillendiren çerçevenin adı.
Peki, bir dönemde bu kadar çok “süreç”ten söz edilmesi ne anlama gelir? Belki de içinde bulunduğumuz halin bir “geçiş” ya da mürûr evresi olduğunu; yani toplumsal ve siyasal yapının yeniden biçimlendiğini gösteriyor. Süreçlerin çoğalması, aktörlerin bu değişim anını kendi lehlerine kontrol etme çabasını-ya da bu uğurda verdikleri mücadeleyi-yansıtıyor olabilir. Artık siyaset, süreçleri tanımlama ve yönetme sanatına dönüşmüş durumda.
Değişmeyen tek şey değişimdir. Süreçler hep vardı, var olacak. Ama asıl mesele, bu süreçlerin nereye varacağı. Neticede süreç yönetimi, kaçınılmaz değişimi belirli bir yöne doğru yönlendirme, kontrol etme, planlama çabası değil mi? O hâlde süreçlerin sonunda bir yere, bir mizana ulaşmayı beklemek gerekir. Yoksa bazı süreçler, sadece süren ama hiçbir yere varmayan taktikler dizisi midir?
Bugünün Türkiye siyasetini tarif etmek için belki de en uygun ifade, “süreçlerin siyaseti”dir. Kuralların ve normların muğlaklaştığı, kurumların işlevsizleştiği, aktörlerin strateji ile refleks arasında gidip geldiği bir dönemdeyiz. Bu ortamda siyasi aktörler, belirsizlikleri fırsata çevirmek ya da hayatta kalmak adına, süregiden dönüşümün yönünü belirlemeye, bu akışta kendilerine alan ve meşruiyet üretmeye çalışıyorlar. Süreç, böylece yalnızca bir yöntem değil, bizzat siyasetin zemini ve aracı haline geliyor.
Ama bu süreçler bizi nereye götürecek? Kim bilir? Belki de süreçlerin yerini bir düzenin, bir dengenin, bir mizanın; hatta bir ortaklaşma ya da uzlaşmanın almasını umabiliriz. Peki bu olacak mı? Yoksa süreçler birbirini kovalayarak sonsuz bir akışa mı dönüşecek? Süreçler bizi yeni belirsizliklere, yeni çıkmazlara mı sürükleyecek? Süreçler üstü süreçler, yapısal süreçler, hatta süper süreçler, tali süreçleri yutacak mı? Ya da süreçler sonunda kontrolden çıkıp, öngörülemez sıçramalara, patlamalara mı yol açacak?
Bu kısa girişin ardından, bugün Türkiye’yi belirleyen iki temel “süreç” üzerine bazı gözlemlerimi paylaşmak istiyorum.
Türkiye’de “süreç” siyaseti ve iki temel süreç
Bugün Türkiye gündemini iki kritik “süreç” meşgul ediyor: Biri, iktidarın “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırdığı yeni çözüm süreci; diğeri ise 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayıp CHP’ye yönelik kapsamlı bir operasyona dönüşen, iktidar ve muhalefet açısından farklı anlamlar taşıyan gelişmeler. Her iki süreç de Türkiye’nin yakın tarihinde önemli dönemeçler olarak değerlendirilmelidir; zira her biri uzun vadeli ve yapısal etkiler doğurma potansiyeli taşımaktadır.
“Terörsüz Türkiye” süreci, Devlet Bahçeli ve Abdullah Öcalan’ın MİT aracılığıyla yürüttüğü bir girişim olarak yeni bir aşamaya ulaştı. PKK’nın 11 Temmuz’da Süleymaniye yakınlarındaki sembolik silah bırakma töreni, bu sürecin en görünür adımı oldu. Ancak tartışmalar, sadece silahlı çatışmanın sona erdirilmesiyle sınırlı kalmadı; süreç, Türkiye’nin rejiminin ve ulus-devlet formunun yeniden tanımlanacağı bir anayasa tahayyülüne ve hatta Türkiye öncülüğünde kurulacak bir Türk-Kürt-Arap ittifakı fikrine kadar uzandı.
Son günlerde kamuoyu, özellikle Rojava Özerk Yönetimi’nin sürece dahil olup olmayacağını tartışıyor. Ancak Suriye’de kaos devam ederken, YPG’nin silah bırakmasının gerçekçi olmadığı açık. Öte yandan, Meclis’te kurulması planlanan-henüz adı konulmamış-süreç komisyonunun yapısı ve CHP’nin bu komisyona katılıp katılmayacağı da gündemin merkezinde yer alıyor.
Başlangıçtaki iyimser hava yerini giderek bir tedirginliğe bırakıyor. Sürecin şeffaf yürütülmemesi, ne usulünün ne esasının açık biçimde ortaya konması, kamuoyunun gelişmeleri yalnızca dolaylı biçimlerde takip edebilmesi ve sürecin Öcalan, Bahçeli ve Erdoğan açısından çok farklı anlamlara gelmesi, belirsizliği artırıyor.
Öcalan, bu süreci bir yandan Türk-Kürt ulusal kimliğinin yeniden inşası ve Kürtlerin bir özne, hatta kurucu unsur olarak tanınması ve bu șekilde Türkiye’ye “demokratik entegrasyonu” bağlamında görüyor. Diğer yandan, kendisinin gayri resmi de olsa Kürtlerin “önderi” sıfatıyla-devlet nezdinde tanınmasını da bu sürecin temel kazanımı olarak tahayyül ediyor. Rojava’nın özerk statüsünün korunmasına dönük örtük bir strateji izlediği de söylenebilir, ancak bu konuda farklı yorumlar mevcut.
Bahçeli ve büyük olasılıkla MİT ise süreci, öncelikle PKK’nın tasfiyesi çerçevesinde kurguluyor. Öcalan’ın bu tasfiye sürecinde devletle işbirliği yapabileceği varsayımına dayanıyorlar. Eğer bu mümkün olmazsa, Kürt silahlı hareketinin Türkiye’ye karşı konumlanmak yerine, belirsiz Orta Doğu denkleminde Türkiye’ye yakın, hatta müttefik bir unsur olarak yeniden düzenlenmesi hedefleniyor. Bahçeli’nin zaman zaman Türk ve Kürtlerin hiyerarşik bir “kardeşlik” içinde yeniden tanımlanabileceğini ima eden çıkışları da bu yaklaşımı destekliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise süreci iktidarını riske atmadan, dikkatli ve kontrollü biçimde yürütmeye çalışıyor. Bir yandan CHP öncülüğündeki muhalefet bloğunu parçalamayı, diğer yandan Kürt hareketinin desteğiyle anayasa değişikliği yaparak yeniden aday olmayı hedefliyor. Aynı zamanda “PKK’yı bitiren lider” olarak tarihe geçmeyi de amaçlıyor. Ancak 2013-2015 çözüm sürecinin kendi iktidarını zayıflatma riskini hatırladığı için bu kez sürecin hamisi olmaktan geri durduğu anlaşılıyor. Bahçeli ile kurduğu ittifak her iki liderin çıkarlarına hizmet ediyor. Onu esas rahatsız eden ve çözüm sürecine güven duymamasına neden olan isim Selahattin Demirtaş. Demirtaş’ın halen Edirne Cezaevi’nde tutuluyor olması bu açıdan anlamlı; Erdoğan ve Öcalan’ın bu konuda en azından şu aşamada örtük bir uzlaşı içinde olduğu anlaşılıyor.
Öte yandan “Terörsüz Türkiye” ifadesinde geçen “terör” kavramı, DEM Parti ve Kürt çevrelerinde ciddi rahatsızlık yaratıyor. Ancak bu söylem, Bahçeli, Erdoğan ve Meclis Başkanı gibi süreci yöneten aktörler tarafından ısrarla kullanılmaya devam ediyor.
CHP açısından ise bu süreç, ne gönülden savunacakları ne de açıkça karşı çıkacakları bir gelişme. Sürecin doğrudan içinde olmadan pasif biçimde desteklenmesi, paradoksal biçimde Kürt seçmen nezdinde CHP’nin popülaritesini artırıyor olabilir. Öcalan ve DEM Parti’nin tüm hevesine rağmen, Kürt toplumunun bu süreçte AKP’ye ve Erdoğan’a karşı büyük bir güvensizlik ve isteksizlik içinde olduğu gözleniyor. CHP’nin Kürt meselesinde cesur çıkışlar yapması, sürece doğrudan sahip çıkmadan da etkili olmasını sağlıyor. Üstelik CHP, kendisine karşı yargı yoluyla yürütülen saldırıları gerekçe göstererek sürecin çelişkilerini de açık biçimde ifade edebiliyor.
Özetle, çok farklı ajandaların kesiştiği bir süreçten/süreçlerden geçiyoruz. Bu süreç, Türkiye’de hukukun ve demokrasinin yeniden canlanmasına katkı sunabilir mi? Pek çok gözlemci, Türkiye’nin Kürt sorununu demokratikleşmeden çözemeyeceğini savunuyor. Gerçek bir çözüm; liderler arası gizli ittifaklardan ziyade, toplumsal katılım, şeffaflık ve siyasal angajmanla mümkün olabilir. Bu bakımdan sürecin şiddeti sonlandırma potansiyeli belli bir değer taşısa da, demokratik bir yönelimle yapılandırılmadığı sürece ciddi riskler barındırıyor.
Kimileri ise, bu sürecin başlangıcında otoriter aktörler bulunsa da zamanla demokratik bir zemin oluşturabileceğini savunuyor. Bu çevrelerde, Kürt kolektif öznesinin ve Öcalan’ın “önderliğinin” tanınmasının tarihi bir eşik olduğu inancı yaygın. Hatta bazı çevrelerde “Çözecekse Erdoğan çözer” ile “Öcalan’ın bir bildiği vardır” yaklaşımlarının tuhaf bir sentezi ortaya çıkmış durumda.
Tüm eleştirilere, sürecin içindeki usul ve esas sorunlarına ve taşıdığı risklere rağmen, Kürt meselesinin çözümüne dair bir ajandanın bugün yeniden Türkiye’nin gündeminde olması, başlı başına önemli bir kazanımdır. Türkiye Cumhuriyeti, kendi Kürt halkının rızasını almak zorundadır. Aksi takdirde ne gerçek anlamda bir Cumhuriyet, ne de sahici bir demokrasi mümkün olabilir. Bu konudaki nihai amacımız, Kürtlerin ve tüm yurttaşların cumhuriyetin yurttaşlık hukuku içinde eşit ve onurlu hissedarlar olduklarını haykıra haykıra dile getirecekleri bir güne ulaşmak olmalıdır. O gün gelene kadar, Kürt meselesinin çözümü Türkiye’nin önünde ertelenemez bir zorunluluk olarak durmaya devam edecek ve yeni süreçler doğuracaktır.
19 Mart süreci
19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla başlayan ve bugün CHP’nin diğer belediyelerine, hatta kurumsal kimliğine yönelen taarruzu derinleşen ikinci süreç ise, birçok yorumcuya göre Türkiye’deki demokratik yapıyı ortadan kaldırmaya ve Erdoğan’ın kontrollü bir muhalefet eşliğinde iktidarını kalıcılaştırmasına yönelik bir hamledir. Hatta bu süreci, Türkiye’nin kurucu partisi CHP’yi etkisizleştirip kendi denetimine alarak, onu Erdoğan’ın Orta Doğu merkezli yeni rejim kurgusunun parçası hâline getirme girişimi olarak yorumlayanlar da var.
Diğer yandan, bu sürecin daha sınırlı bir hedefle-İmamoğlu’nu tasfiye etmek üzere- planlandığını ve zamanla kontrolden çıktığını savunanlar da mevcut. Ancak gelinen noktada iktidarın kendisini köşeye sıkıştırdığı söylenebilir. Bu yaklaşıma göre CHP’nin bu denli toplumsal mobilizasyon kapasitesine sahip olacağı beklenmiyordu. Bugün, Özgür Özel liderliğinde CHP’nin çok daha güçlü ve etkili bir pozisyona geldiği gözleniyor. Bu etkinleşme, iktidarı CHP karşısında daha agresif adımlar atmaya itiyor gibi gözüküyor.
Bence de bu sürecin CHP için aynı zamanda bir yeniden doğuş, büyük bir demokratik mücadele evresi olduğunu da söylemek mümkün. CHP’nin 19 Mart sürecini kendi lehine dönüştürme kapasitesinin oluşması, Özgür Özel’in yorulmadan heyecan yaratan mücadeleye devam etmesi, Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçilmemesi, kampanya ofisinin açılması ve mücadelenin kampanya ile birleşmesi bu sürecin yönünü belirleyecek unsurlar arasında. İmamoğlu’nun kampanyasının başarısı, onun bu süreci doğru okumasına; taze, güçlü ve kapsayıcı bir dil ve program inşa etmesine bağlı. Hatta ileride aday olmasa bile, bu kampanyada inşa edilecek söylem ve tahayyül, Türkiye siyasetinin geleceği açısından hayati önemde olacak.
Mega süreç: Türkiye Cumhuriyeti’nin kaçınılmaz demokratikleşmesi
Evet, süreçler dönemi. Kim bilir bu yazıda dahi kaç defa “süreç” kelimesi geçti? Hadi biraz tarihçi gibi bitirelim: Türkiye’nin asıl ve tarihsel süreci, tüm kesintilere, zikzaklara ve gerilemelere rağmen, 300 yılı aşkın süredir devam eden bir reform, gelişme ve dönüşüm iradesidir. Bu büyük sürecin nihai istikameti, halkın aktörleșmesi, hukukun üstünlüğü, can ve mal güvenliği, toplumsal barış, ilerleme, eşitlik ve özgürlüktür. Her biri, modern Türkiye’nin oluşumuna damgasını vurmuş, farklı tarihsel bağlamlarda yeniden tanımlanmış bu kavramlar, Türkiye’nin gerçek yönünü ve ana istikametini temsil eder.
Bugünün kavramlarıyla bu süreci “Türkiye’nin mega demokratikleşme süreci” olarak adlandırabiliriz. Bu, yalnızca kurumsal ya da anayasal düzeydeki değişikliklerin değil, aynı zamanda devletin, toplumun ve bireyin hak ve sorumluluklarının sürekli yeniden dengelendiği, yurttaşlığın güçlendiği, adalet ve refah hakkında reform inisiyatifinin siyasete hâkim olduğu bir tarihsel çizgidir. Bu çizgiyi lineer bir çizgi olarak görmemek gerekir elbette. Yukarıda değindiğim gibi, içinde kesintiler, zikzaklar vardır. Büyük gerilimler, büyük badireler, büyük acılar da yaşanmıştır. Ama istikamet üzerine bir ortaklaşma olmuştur. Bugün Türkiye’de ilerleme, cumhuriyet ve demokrasi üzerine kim bir toplumsal uzlaşmanın olmadığını söyleyebilir.
Türkiye’de demokrasiden yana olanlar, bu uzun tarihi sürecin onlara verdiği meşruiyet ve güven içinde kendi yollarını, kendi “süreçlerini” tasarlamalıdır. Çünkü Türkiye’nin geleceği, ancak bu kolektif ilerleme iradesinin içselleştirilmesiyle şekillenebilir.