Kürt meselesi ile 1980’lerin sonunda ve 1990’ların başında on sekiz, on dokuz yaşlarımdan itibaren ciddi olarak ilgilenmeye başlamıştım. Zor yıllar. 1984’ten itibaren PKK ile devlet arasındaki çatışmaların yoğunlaşması; diğer yandan Kürt siyasetinin önde gelen isimlerinin SHP içinde yer alması.
Ben lise yıllarında SHP’ye yakınlaşmıştım. Erdal İnönü ile tanışma fırsatım olmuştu. Hatta Orhan Koloğlu’nun çıkardığı SHP’ye yakın Yeni Özgür İnsan dergisinde birkaç kez takma isimle yazı yazmıştım. 1989 yerel seçimlerinde bir lise öğrencisi olarak Ankara’da SHP ve Murat Karayalçın için çalışmıştım. Bir yandan ailemin İnönü ailesine duyduğu büyük saygı ve sevgi vardı. Diğer yandan ortaokul yıllarından itibaren sola yoğunlaşan ilgim.
Kürt siyasetçilerinin SHP bünyesinde yer almasını çok olumlu değerlendiriyordum. Bu konuda hem aile içinde hem de arkadaşlarımla aramda geçen ilginç tartışmaları hala hatırlarım. Benim için Kürt siyasal hareketini kapsayabilen, ona ev sahipliği yapan, CHP geleneği içinden gelen bir parti çok değerliydi. Gerçekten öyleydi! Aslında o günlerde Kürt siyasal hareketinin nasıl bir mecraya gireceği pek belli değildi. SHP’deki Kürt ve sosyalist milletvekillerinin ve partililerin çoğu zaman bir arada hareket ettiklerini hatırlıyorum.
SHP ve HEP
Kürt siyasal hareketinin SHP’den ayrılışı tartışmaları zihnimde hala çok sıcak. 1989’da SHP’nin Kürt milletvekillerinin Paris’te düzenlenen “Kürt Ulusal Kimliği ve İnsan Hakları” konulu konferansa katılmaları ve arkasından gelen gümbürtü. Bu milletvekillerinin SHP’den ihraç edilmeleri ve Halkın Emek Partisi’ni kurmaları. Ama yine aynı dönemde SHP’nin zamanına göre çok ilerici olarak değerlendirebileceğimiz meşhur Kürt raporunun kaleme alınıp, parti tarafından kabul edilmesi… O dönemde SHP içinde özellikle Ahmet Fehmi Işıklar’a ve İbrahim Aksoy’a çok sempati duyuyordum. DİSK eski başkanı Işıklar daha sonra HEP’in genel başkanı oldu. Sanırım ikisi de hayatta. Sağlık ve sıhhat diliyorum.
1991 yılındaki genel seçimlere HEP giremedi. SHP ve HEP yeni bir seçim iş birliği (bugünün tabiri ile ittifak) yaptı. SHP kontenjanından 21 HEP’li milletvekili Meclis’e girdi. Hatip Dicle, Ahmet Türk, Mahmut Uyanık... Ve tabii Leyla Zana. Leyla Zana’nın milletvekilliği yemini olayını hatırlarsınız. Yeminin sonuna Kürtçe “Min ew sonde ji bo gelê Kurd û gelê Tirk xwand.” (Bu yemini Kürt ve Türk halkı için okudum) diye bir ifade ekleyince ANAP’lı ve DYP’li üyelerden çok büyük tepki aldı. Bu bir kırılma ânıydı, belki de bir başka kadının, Merve Kavakçı’nın 1999’da başörtüsü ile Meclis’e girmesinin bir kırılma ânı olması gibi.
90’lar ve Kürt partileri
Dedim ya, SHP’nin Kürt siyasal hareketini kapsaması benim için çok değerliydi. Ama arkasından HEP ve onun kapatılması ile kurulan ÖZDEP, sonra DEP, sonra HADEP ve sonra DEHAP... 1990’larda açılan, kapatılan Kürt partileri. 1990’lı yıllarda ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğrenciyken Kürt hareketini izlemeye devam ettim. Tabii Orta Doğu ile ilgilenen bir uluslararası ilişkiler öğrencisi için Kürt meselesine merak duymak aynı zamanda mesleki bir durumdu. Özellikle Suriye ve Irak’taki gelişmeler Kürt meselesinden ayrı düşünülemezdi... Tabii Körfez Savaşları sonunda Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması ve aynı zamanda Türkiye’nin meşhur sınır ötesi harekatlarının başlaması.
Ama mesleki ilginin ötesinde, 1990-94 yılları arasında ODTÜ’de Kürt siyasal hareketleri çevresinde ve hatta PKK sempatizanı birçok Kürt öğrenci ile tanışmıştım. PKK meselesi çok zor bir meseleydi. 1990’larda Güneydoğu’da, Kürt illerinde ve kırsalda PKK ve güvenlik güçleri arasındaki çatışmalar iyice artmıştı. Bu arada 1990’lar Kürt entelektüellerine ve iş adamlarına yönelik cinayetler, faili meçhuller, beyaz Torosların dönemi.
PKK ve Öcalan
PKK meselesi zordu dedim ya, PKK Soğuk Savaş’ın son döneminde ortaya çıkmış, aynı zamanda hem Latin Amerika’da hem Orta Doğu ve Afrika’da hem de Uzak Doğu’da benzerleri olan Marksist bir örgüttü. Şiddet kullanarak bir tür ulusal kurtuluş savaşı verme iddiasındaydı. 1990’ların Türkiye’sinde, özellikle 1992’den sonra, PKK üzerine okumak, düşünmek, soğukkanlı bir akademik tartışma yapmak neredeyse imkânsızlaşmıştı. Gerçi hala konuşması, tartışması kolay olmayan bir mesele. O yıllarda ODTÜ’de Orta Doğu derslerinde bile PKK konusuna girilmezdi. Mayınlı alandı. Belki bu düşünsel duvarı biraz kıran bazı gazeteciler oldu. Mehmet Ali Birand’ın çok yankı uyandıran ama aynı zamanda çok da tepki alan Öcalan röportajı sanırım büyük bir dönüm noktasıydı.
İşin aslı PKK üzerine ciddi okumaları çok sonra, Amerika’da yapabildim. Hatta bir dönem PKK’ya üye olan ve hayatını kaybeden gençler üzerine bazı web sitelerinden kendimce prosopografik bir inceleme yaptım. Bu psikolojik olarak da zor bir işti benim için zira o yıllarda Boston’da tanıyıp çok sevdiğim bir arkadaşım yedek subay olarak PKK ile girdiği çatışmada hayatını kaybetmişti.
Evet, PKK’yı tarihsel bir çerçeveye yerleştirerek, hangi toplumsal gelişmelerin PKK’nın doğmasına sebep olduğunu, Türkiye’nin en muhafazakâr bölgesinden bu kadar radikal bir örgütün nasıl ortaya çıktığını, bu örgütün nasıl bu kadar yıl Türk Silahlı Kuvvetleri karşısında verdiği büyük kayıplara rağmen ayakta kaldığını, hatta güçlenip uluslararasılaştığını ve birçok Türk’e çok itici gelen ve hatta bir kötülük simgesine dönüşmüş Öcalan’ı Kürt toplumunun ciddi bir kısmı için kahramanlaştıran olguların ne olduğunu anlamaya çalıştım.
Aynı zamanda Türkiye ve diasporadaki Kürtler arasında arkadaşlarım oldu. 1990’larda Türkiye’de ve diasporadaki Kürtlerin siyasallaşma sürecini biraz olsun takip edebildim sanırım. Yalnız şunu itiraf etmem lazım. 1990’larda, hatta 2000’li yılların ilk dönemlerinde, benim Kürt sorununun nasıl çözüleceği konusunda oturmuş fikirlerim yoktu. Belki aklım SHP’deki kaçırılan o fırsatta kalmıştı, kim bilir. 1990’larda ne devletin ne Kürt partilerinin ne de PKK’nın bir çözüm çerçevesi sunduklarını düşünmüyordum. Çatışma ve gerilim dönemiydi. Hatta 1990’lardaki halimi doğru hatırlıyorsam, Kürt meselesi konusunda arafta kalmıştım. Şiddet ortamı arttıkça çözümden uzaklaşıyor muyduk, çözüme yakınlaşıyor muyduk? Çözümden kastımız ne olmalıydı? Başta dil meselesi kültürel haklar, sosyal-ekonomik geri bırakılmışlığın sonlanması, idari düzenlemeler, Kürtlerin inkâr edilmeyip anayasal olarak tescili... Ayrılıkçılık ve çözümsüzlük arasında şiddet sarmalından çıkmadan bu ihtimaller tartışabilir miydi? Ve tabii Kürtlerin Kürt sorunundan ne kastettiklerini, Türkiye’yi nasıl gördüklerini, Kürtlerin Türkiye bilgisini doğru dürüst çalışıp anlamadan tartışmanın anlamı ne olabilirdi? 15 Şubat 1999’da Abdullah Öcalan’ın ele geçirilip Türkiye’ye getirilmesi çözüm fikrinin sık aralıkla kâh yakınlaştığı, kâh uzaklaştığı yeni bir süreci doğuracaktı...
Kürt tarihine giriş
Bütün bunlar bir yana benim için Kürt meselesinin çok daha ilginç bir noktaya gelişi bir tarihçi olarak çok daha ciddi şekilde Kürt tarihi okumaya başladıktan sonra oldu. Lise yıllarında İsmail Beşikçi ve Fikret Başkaya okumuştum. Ama asıl beni etkileyen 19’uncu yüzyıl Kürdistanı’ndan 20’nci yüzyıla dini ve etnik yapı arasındaki ilişkiyi inceleyen Martin van Bruinessen 1992’de çıkan “Agha, Shaikh and State: The Social and Political Structures of Kurdistan” kitabı olmuştu. 1995’te tarihçiliğe başlayınca, ama özellikle 2004-5 arasında doktora çalışmamın bir aşamasında Osmanlı dönemi Kürt tarihi üzerine daha sistematik okumaya başladım.
Aslında ilk önceleri Kürt meselesi hakkında tezleri anlamaya çalıştım sanırım. Özellikle Türk solunda hâkim “feodal rejimin Kürt bölgelerini geri bıraktığı” tezi üzerine bayağı düşündüm. Mesela SHP’nin yukarıda zikrettiğim 1989-90 Kürt raporu son çözümlemede bu geri kalmışlık/geri bırakılmışlık tezi üzerine inşa edilmişti. Bu tez birçok açıdan sorunluydu. Kürt hareketi ise feodalizm tezini başka bir noktaya taşıyordu. Beşikçi’den Öcalan’a, Kürt hareketi içinde Türkiye Cumhuriyeti’nin imparatorluktan miras kalan feodal ilişkileri ortadan kaldırmak yerine kendi bünyesine eklediği ve feodalizmi milliyetçi bir programla da birleştirerek bir tür sömürge (koloni) düzeni oluşturduğu tezi savunuluyordu. Bu sömürgecilik tezi daha sonraları oldukça ilginç noktalara taşındı ve Kürt kimliğinin bastırılması ve daha sonra yeniden şekillenmesi bir kolonyal ve post-kolonyal süreçte incelenmeye başladı.
Diğer yandan ben Kürt metinlerine girdikçe daha farklı bir dünya bulmaya başladım: Kürdistan, Osmanlı tarihi boyunca özerk bir yapıdaydı. Bu özerklik 16’ncı asır başındaki İdris-i Bitlisi’nin yürüttüğü Kürt hanedan ve aşiretlerinin Osmanlılarla yaptığı antlaşmalara dayanıyordu. Kürt bölgelerinde aşiret liderlerinin ve hanedanlarının aristokratik bir yapıya dönüşmelerini sağlayan gücün ve zenginliğin babadan oğula geçmesini öngören Yurtluk-Ocaklık sistemi yerel güç odakları ve zenginlikler çalıştığım için ayrıca çok ilgimi çekmişti.
Diğer yandan Osmanlı dünyasında Sünni Kürt aşiret, hanedan ve ulemasına büyük bir saygı vardı. Kürt illeri önemli entelektüel merkezlerdi. Tabii bunları okurken, yıllar sonra bir doktora öğrencimin Bitlisli Şeref Han’ın Şerefname’sini merkeze alan bir tez yazacağını kestiremezdim. 16’ncı yüzyılın sonlarında yazılmış Farsça olan bu metnin birçok pasajını öğrencilerimle geçen senelerde okumaya başlayınca Osmanlı dünyasındaki Kürt hanedanlarının bölgeleri üzerindeki iddialarının niteliğini daha iyi anladım.
Evet, Sünni Kürt hanedanlarına ve ulemasına imparatorlukta büyük bir saygı vardı. Buna mukabil Osmanlı
İmparatorluğu Kızılbaş ve Yezidi Kürtlere karşı bazen kapsamlı katliamlara varan sertlikte yaklaşmıştı.
19’uncu yüzyıl başından itibaren büyük Kürt hanedanların gücü azalır. Devletin merkezileşme siyaseti sonucu büyük hanedanların ayrıcalıkları sınırlanır. 16’ncı yüzyıldaki antlaşma fiilen sonlandırılır. Buna karşılık Bedirhan hanedanı gibi bazı hanedanlar ve aşiretler ayaklanır. Diğer yandan 19’uncu yüzyılda Kürdistan’da Osmanlı dini hayatını derinden etkileyecek Nakşibendi-Müceddidiliğin bir kolu olan Halidilik ortaya çıkar. Osmanlı devleti Şeyh Halid’i destekler. Bölgede yoğun bir Sünnileşme olur. 19’uncu asrın ikinci yarısında Van Bruinessen’in ağalık-şeyhlik dediği rejim ortaya çıkar. Bu ağalar eski büyük hanedanlardan değildir. Bunlar hanedanların boşalttıkları yeri doldurmaya çalışan daha küçük ölçekli güç odaklarıdır.
Abdülhamid II döneminde ağa-şeyh kurgusu özellikle Ermeni ayrılıkçılığına karşı devlet tarafından örgütlenir. Milis kuvvetleri kurulur. Meşhur Hamidiye Alayları meselesi budur. Bitlis, Diyarbakır, Mardin’in büyük aileleri bu örgütlenmenin dışında kalır. İttihat Terakki döneminde Kürdistan feodal geri kalmış bir bölge olarak ele alınır. Bu teorinin çerçevesini Taşnak Ermeni entelektüeller kurar. Aynı dönemde Kürtler arasında milli bir uyanış olur. Kurtuluş Savaşı’nda bazı çevrelerde Türk-Kürt Federasyonu, (bazı çevrelerde Türk-Arap Federasyonu) fikri oluşur. Bu fikir 1925’e kadar bir şekilde sıcak tutulur. Bu arada Ankara Hükümeti Alevi Kürtlerle çok sert çatışmalara girer. 1921 Sivas Koçgiri İsyanı çok ilginçtir ve modern dönem Alevi-Kürt isyan kültürünün doğduğu andır diyebiliriz.
1925 Şeyh Said Ayaklanması ise bir Nakşibendi ayaklanması olarak başlar, arkasından geniş çaplı, Zazaların temel gücünü oluşturduğu Azadî örgütünün de desteklediği milliyetçi bir Kürt isyanına dönüşür. Çok geniş çaplıdır. Türk-Kürt Federasyonu fikri bu isyanla son bulur. Ama belki böyle bir imkânın son bulacağı belli olduğu için bu ayaklanmanın çıktığını düşünmek daha doğru olabilir. Durum ne olursa olsun, isyandan sonra Musul ve Kerkük Türkiye’den kesin olarak ayrılır. Takrir-i Sükûn yasası ile yeni ve sert bir döneme girilir.
1937’de Seyid Rıza’nın liderliğinde başlayan Dersim’den bölgeye yayılan, Alevi-Kürt aşiret ve ocaklarının hareketi Şeyh Said ayaklanmasından çok farklıdır. Özünde devletin merkezileşmeci siyasetine Alevi-Kızılbaş aşiretlerinin asimilasyonuna bir tepkidir. Korkunç bir şekilde bastırılır, kırım yaşanır. Aslında 1925’ten itibaren bir Kürt milli hareketinden bahsetmek doğru olmaz sanırım. Farklı gruplar, aşiretler, aileler merkezi idare ile farklı ilişkiler kurarlar. 1925-1970 arası etkili bir Kürt siyasal hareketi görmeyiz. Feodalizm tezini sahiplenen Kürt entelektüeller TİP içinde ciddi bir yer alır. Devrimci Doğu Kültür Ocakları solcu Kürt gençlerinin örgütlendiği önemli bir şemsiye olur. Ama CHP ve DP-AP çizgisinde farklı Kürt aşiretleri ve güçlü aileler hep mevcuttur. Özellikle CHP bölgede çok güçlüdür.
Kürt siyasal hareketinin asıl güçlendiği dönem 1970’lerdir. Soğuk Savaş’ın Maocu versiyonu başta olmak üzere ulusal kurtuluş hareketlerinin bu süreçte çok önemli etkisi olur. Kawa ve Rizgari gibi hareketlerden sonra SBF’de PKK kurulur. Dikkat çekici olan PKK’nın Kürt geleneksel eliti ile bağı olmaması, Türkiye solu tartışmaları içerisinde ortaya çıkması ve kurucuları arasında Türklerin de bulunmasıdır. PKK aslında bir Türkiye eleştirisi kadar bir Kürt feodal eliti karşıtlığı ve geri kalmışlık tezi ile ortaya çıkar, Soğuk Savaş koşullarında kısa zamanda bir silahlı gerilla örgütlenmesine dönüşür.
1980 Darbesi sonrası Diyarbakır Hapishanesi Kürt siyasal bilinçlenmesinde çok önemlidir. Aynı zamanda hem Bekaa Vadisi hem de 1980 Darbesi’nden sonra Avrupa’ya kaçan Kürt diasporası PKK ve Kürt siyasal hareketi için belirleyici olur. Bu süreçte bir yandan PKK’nın eylemlerine başladığı görülür, diğer yandan yazının başında anlattığım gibi SHP içinde örgütlenmiş solcu Kürtleri görürüz.
2000’li yıllara giriş
2000’li yıllara haftaya değinelim. Uzun bir yazı oldu. Yine hızımı alamadım. Gelecek haftaki yazıya bir giriş yaparak bitireyim: Erdoğan Türkiye’sinde Kürt hareketinin ve Kürt meselesinin hikayesini yazmak hiç kolay olmayacak. Bu zorluk bir yönüyle yaşanan baş döndürücü gelgitlerden, zikzaklardan dolayı. Bu zorluğun diğer nedeni ise Kürt siyasal hareketi ve Kürt toplumunun, Türkiye’nin özellikle 2013 sonrasındaki genel gidişatının tersine, tarihsel bir yüksek olgunluk seviyesine erişmesinin adaletsizlikler ve acılarla dolu hikayesinde saklı.