05 Aralık 2025, Cuma
03.10.2025 04:30

Türkiye’de ‘yeni rejim’ inşası, jeopolitik dilemmalar ve CHP

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

2016 darbe girişiminden sonra başlatılan ‘yeni rejim’ inşası, Erdoğan ve ittifakının tüm gücüne rağmen topluma ikna edici bir gelecek tasavvuru sunamadı. Devletin idari yapısı köklü biçimde değişti. İç ve dış politikadaki belirsizlikler, iktidar içindeki parçalı güç dinamikleri ve toplumsal desteğin azalması, ülkeyi tarihsel bir kilitlenmeye sürüklüyor. Bu kilidi kimin, nasıl açacağı belirsiz…


Dünya da Türkiye de büyük bir dönüşümden geçiyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle 1980’ler ve 90’larda ABD hegemonyasında yeniden şekillenen dünya düzeni, 2008’den itibaren aşama aşama çözüldü.

Liberal demokratik modelin zayıflaması, yükselen sağ-popülist otoriter dalga ile siyasi kurumların sarsılması bu çözülüşün önemli bir boyutunu teşkil etti. 2008 kriziyle birlikte neo-liberal sistemin yaşadığı şok, küresel kapitalizmi bunalıma sokarken, Çin’in baş döndürücü yükselişi tek kutuplu dünya siyasetini kırdı.

Rusya-Ukrayna savaşı, Atlantik güvenlik mimarisini altüst etti. 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından İsrail’in Gazze’ye yönelik, artık “soykırım” kategorisinde tanımlanan yıkıcı operasyonları, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan savaş hukuku, soykırımları önlemeye dönük uluslararası düzenlemeler ve hukuki mekanizmaları fiilen geçersiz kıldı. Sivillere yönelen şiddetin boyutu, içinde yaşadığımız çağda evrensel ahlaki bir ortaklaşmanın artık mümkün olmayabileceğini gösterdi.

Bu altüst oluş ortamında Trump’ın ikinci dönemi fırtınalarla başladı ve devam ediyor. ABD’de demokratik muhalefet sindirilmiş durumda. Liberal üniversitelere, demokratik solun kaleleri olan şehirlere, göçmenlere ve LGBT+ topluluklarına yönelik büyük bir taarruz yaşanıyor. Sokak şiddeti artıyor; göçmen polisi sokaklarda “yasadışı” göçmenleri kovalıyor, büyük mitinglerde siyasi cinayetler işleniyor. Trump yönetimi, devlet şiddetini ve 6 Ocak Senato baskınıyla zirveye çıkan sağcı terörü meşrulaştırırken, sol muhalefeti “terörle ilişkili” göstermeye çalışıyor. Siyasi davalar dönemi başlıyor.

Küresel bağlam böyleyken, Türkiye de çok boyutlu bir dönüşümün önemli bir sahası olmaya devam ediyor.  

Türkiye’de durum ne?

2016 darbe girişiminden sonra Türkiye’de yeni bir rejim inşası başladı. AKP ile MHP arasında yarı resmi, yarı gayriresmi ittifak sonrası Başkanlık sistemine geçişle birlikte devletin idari yapısı köklü biçimde değişti; Cumhurbaşkanlığı Sarayı yönetimin merkezine yerleşti. Kararlar kapalı kapılar ardında Saray’da alınırken, TBMM büyük ölçüde güç ve işlev kaybına uğradı. 

Yargı adeta yeni rejimin önündeki engelleri temizleyen bir aygıta dönüştürüldü. AKP ile MHP’nin temsil ettiği İslamcı ve Türkçü sağ siyaset arasında zaman zaman gerilimler olsa da, bir tür sentez oluştu. Ben buna “İslam-Türk Sentezi 2.0” diyorum. Bu söylem, kimi zaman “beka meselesi” teziyle, kimi zaman Kürt hareketine ya da İsrail’e karşı kurulan sert dille, kimi zaman da tarihsel anlatılar üzerinden siyasal bir hegemonya kurmaya çalıştı ve kısmen başarılı oldu.

Rejim aynı zamanda Erdoğan etrafında ona bağlı bir iş insanları grubu yarattı. 2010’lu yıllarda Türkiye büyük sermaye transferlerine sahne oldu. Devletin desteğiyle bazı şirketler hormonlu șekilde olağanüstü büyüdü. Rejim kendi ekonomi-politik kurgusunu böylece inşa etti. AKP ve MHP’nin toplumsal hinterlandından gelen geniş kesimler, yerüstü ve yeraltı bağlantılarıyla bu yeni rejimin dokusunu ördü.

2016’da inşa edilmeye başlanan yeni rejim, birçok nedenle başarıya ulaşamadı. Bir yandan ittifak ortakları arasında yeni dönemin Türkiye’sinin nasıl olacağına dair bir uzlaşma sağlanamadı; diğer yandan iktidar, yapmaktan çok yıkmaya odaklandı. Ayrıca, yeni bir rejim kurmak için gerekli entelektüel tasavvurdan ve siyasi iradeden yoksun oluşu, tüm gücüne rağmen ortaya ikna edici bir gelecek tasavvuru koyamamasına yol açtı.

Devlet, iktidar ve rejim

Yeni rejim inşası Türkiye’de muhalefeti ortadan kaldırmayı hedeflemedi. Hatta rejimin meşruiyet kazanmasının temel koşulu, bu inşanın iktidar ittifakı için “kontrollü” bir demokratik sistem içinde sürmesiydi. Erdoğan ve AKP-MHP ortaklığı, güçlerini korudukları sürece çok partili ve seçimli bir düzeni sürdürmek istedi. Bu tercih, Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkileri ve Türkiye’nin Batı sermayesine olan ihtiyacı açısından da kritik bir işlev gördü. Özellikle Trump’ın iki dönemi arasında, ABD’de Türkiye’deki demokratik gerilemeye dair artan kaygılar, Ankara’nın Rusya-Çin eksenine kayabileceği endişesiyle birleşti. Türkiye, bu nedenle çok partili demokratik sistemi devam ettirdi. 2023 seçimlerinin Cumhur İttifakı tarafından kazanılması da bu çerçevede değerlendirilmeli.

Ancak muhalefetin bu dönemde en önemli eksikliği, bu rejim inșa sürecini tabiri caizse “kavramsallaştıramaması” oldu. Yani olușacak yeni rejimi zihninde net bir yere oturtamadı. Devletin içinde hâlâ demokratik zeminde kalmaktan yana bir bürokrasi olduğu düşünüldü. İktidarın “demokrasi içinde ve dışında bir arada olma” hali, başlı başına bir stratejiydi. Muhalefet bunu göremedi. Aynı şekilde, rejim inşası sürecinde ortaya çıkan ekonomi-politik kurgunun ulusal ve uluslararası siyasetle bağını da kuramadı.

Yeni rejim inşasının krizi  

2024 seçimlerinden sonra Türkiye yeni bir aşamaya geçti. Ben bu dönemi “Yeni rejim inşasının krizi” olarak adlandırıyorum.

Erdoğan’ın 2022–23’te uyguladığı heterodoks ekonomi politikası, evet, ona 2023 seçimlerini kazandırdı; ama sonrasında büyük bir maliyetle iflas etti. Türkiye yeniden “ortodoksiye” döndü ve iktisadi gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldı. Sonuç, tarihin en büyük yoksullaşması ve dünya rekoru kıran bir enflasyon oldu.

2024 yerel seçimleri iktidar açısından tam bir hezimete dönüştü. AKP, bütün büyük şehirleri kaybetti. Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel liderliğindeki yenilenmiş CHP, muazzam bir zafer kazandı. Böylece CHP’nin, AKP-MHP ortaklığının rejim inşasına karşı güçlü bir alternatif olabileceği görüldü. CHP ile HDP/DEM Parti arasındaki yakınlaşma da güçlü bir muhalefet bloğunun doğmakta olduğuna işaret ediyordu.

Aynı zamanda Orta Doğu’daki gelişmeler Türkiye için ciddi riskler barındırıyordu. AKP-MHP iktidarı, İsrail’in saldırgan siyasetini Türkiye açısından ana tehdit olarak tanımladı. Suriye’de Türkiye’nin desteklediği güçlerin Şam’ı ele geçirerek Esad rejimine son vermesi önemli bir başarıydı. Ancak Kuzey Suriye’deki “Kürt realitesi”, Türkiye’nin Suriye’de kalıcı bir etki kurmasını engelliyordu. İsrail ile Rojava yönetimi arasında gelişen yakınlaşma, Ankara tarafından büyük bir güvenlik tehdidi olarak kodlandı.

Trump’ın yeniden iktidara gelişi şüphesiz Erdoğan için iyi haberdi. Ancak sağı solu belli olmayan bir ABD başkanıyla ilişkilerin nasıl yeniden kurulacağı belirsizdi. Hele Türkiye tarihinin en büyük dış politika skandalı olan S-400/F-35 meselesi çözülmeden kalmaya devam ediyordu.

Terörsüz Türkiye ve 19 Mart 

2025 iktidar bloğu için kaygıların somutlaştığı bir yıl oldu. Rejim inşası süreci akamete uğramıştı. İktidarın toplumsal desteği yüzde 40’ların altına düşmüştü. Erdoğan ve Bahçeli yaşlanıyor, sonrasına dair belirsizlikler büyüyordu. Herkesin aklındaki soru aynıydı: Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin varisleri kim olacaktı?

Bu soru etrafında, iktidar ittifakı içinde yeni rejimin geleceğine dair ciddi görüş ayrılıkları belirginleşmeye başladı. AKP ve Beştepe için öncelik, Erdoğan’ın liderliğinin devamını her şart altında güvenceye almaktı.

MHP çevrelerinde ise başka öncelikler öne çıktı. En kritik mesele, Rojava’ydı. Devletle çalışmaya hazır olduğunu yıllardır dile getiren Öcalan’ın hâlâ etkili olduğu düşünülüyordu. Yeni bir “süreç” başlatılarak hem Rojava’nın pasifize edilmesi, en azından Türkiye’nin etki alanına çekilmesi, hem de CHP ile DEM Parti arasındaki yakınlaşmanın bozulması planlandı. Bahçeli bu plana ikna oldu. Bu politika, kamuoyuna “Türkiye’nin Kürtlerle barışması” olarak sunulacaktı. Üstelik İsrail’e karşı “Türk-Kürt ittifakı” söylemiyle desteklenecekti. Böylece “Terörsüz Türkiye” süreci resmen başladı.

Erdoğan bu projeyi bütünüyle benimsemese de kabul etti. Onun asıl önceliği, 2024 seçimlerinde iktidara büyük bir hezimet yaşatan CHP’nin yeni liderliğini tasfiye etmekti. Belediyeleri yeniden ele geçirmek için de yargı yolunu kullanmaya yöneldi. Türkiye zaten “kayyım siyasetine” alışmıştı; bu konuda ciddi mesafe katedilmişti. Ve 19 Mart’ta, Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali, ardından gözaltına alınıp tutuklanmasıyla başlayan operasyonlar devreye girdi.

Erdoğan-Trump zirvesi

Son altı ayda Türkiye’nin yaşadıkları gerçekten olağanüstü. CHP’ye karşı operasyonlar doğrudan partinin kurumsal kimliğini hedef aldı. İçeriden işbirlikçiler devşirildi. Ama CHP’nin verdiği tepki öylesine güçlü oldu ki, bu hamlelerin iktidarın planladığı gibi gitmediği açıkça görüldü. Büyük mitingler, Özgür Özel’in samimi ve kararlı dili, Ekrem İmamoğlu’nun parmaklıklar arkasından dahi etkili olabilmesi; işbirlikçilerin çapsızlığı ve adeta karikatürleşmesi, bu girişimlerin demokratik sistemi tümden yok etmeye dönük bir taarruz olarak algılanmasına yol açtı. 

Gelișmeler iktidarı ciddi bir ikilemde bıraktı: Bir yanda CHP’nin toptan tasfiyesini, hatta partinin kapatılmasını savunanlar; öte yanda bu operasyonların toplumsal zemininin oluşmadığını, başka yöntemler bulunması gerektiğini düşünenler… (Hukuka ve demokrasiye dönülmesini savunan pek çıkmadı.)

İktidar bloğunda yeni çatlaklar belirdi. Zaten rejimin niteliği konusunda hiçbir zaman tam bir mutabakat yoktu. Herkesin gözü daha çok “veliaht” meselesindeydi.

Tam bu kavşakta gerçekleşen Erdoğan-Trump görüşmesi ilk başta bir başarı olarak sunulmak istendi. Ama kısa sürede bambaşka bir tablo ortaya çıktı. Özgür Özel’in, Erdoğan ile Trump ailesi arasındaki uçak pazarlığını ifşa etmesiyle başlayan süreç, Tom Barrack’ın “Trump Erdoğan’a meşruiyet sağlıyor” sözleriyle yeni bir boyut kazandı. Bu açıklama, Erdoğan’ın içeride ve dışarıda büyük bir meşruiyet krizi yaşadığının itirafıydı. Ardından Trump’ın “Hileli seçimleri en iyi o bilir” sözleri Erdoğan için çok tatsız bir başlangıç oldu.

Üstelik görüşmede Türkiye’nin enerji stratejisini ABD lehine değiştirmesi açıkça talep edildi. Ankara’nın hiçbir somut kazanım elde edemediği, bizzat Erdoğan sonrası lider adaylarından biri olan Dışişleri Bakanı tarafından dile getirildi. Bakan, Türkiye yapımı savaş uçaklarının motorlarının bile ABD’den geleceğini, ancak CAATSA ambargoları nedeniyle bunun mümkün olmadığını açıkladı. Bu sözler, Erdoğan-Trump görüşmesini bir başarı değil, neredeyse bir skandala dönüştürecek nitelikteydi. Yine de belli ki Erdoğan için Trump’ın “yörüngesine” girmek büyük bir hedef. Türkiye’nin Trump’ın akıl almaz Gazze planına destek vermesi bunun yalnızca bir göstergesi. Dahası, iktidarın içeride büyük sermayeyi hedef alması, Erdoğan’ın “Ya arkamda hizalanın ya da gözünüzün yaşına bakmam” mesajıyla birleşti. Ama bu sermaye operasyonlarında özellikle İran boyutunu da içeren uluslararası pazarlıkların devrede olduğu ihtimalini göz önünde bulundurmak gerekiyor. 

Peki şimdi neredeyiz?

Trump kulübüne giren Erdoğan’ın bu destekle ülke içinde muhalefete karșı sertleşmesi, hatta zihninde kurmaya başladığı rejimi ve kendi sonrasını tasarlamaya girişmesi beklenebilir. Ama bu kolay değil. Hatta bana göre imkânsız. Türkiye ve dünyadaki dengeler, Erdoğan’ın kurgulayacağı bir tasarımın hayata geçmesine izin verecek gibi görünmüyor. Çok fazla aktör var, iktidar içindeki güç dinamikleri çok parçalı. Üstelik Trump’ın da Erdoğan’ı iktidarda tutmak dışında, onun hayal ettiği rejimi kurmasına destek vermesi gerçekçi değil. Neticede Trump’ın müdahaleci bir dış politika anlayışı yok. Erdoğan güçlü kaldığı sürece onu yörüngesinde tutması anlaşılır; ama güç kaybı belirginleştiğinde bu iktidar ABD için bir yüke dönüşecektir. 

Asıl belirleyici olan ise Türkiye’nin iç dinamikleri. Cumhur İttifakı sadece toplumsal desteğini kaybetmiyor, hızla bir demografik krize sürükleniyor. Gençlerin bu iktidardan hiçbir beklentisi kalmadı. TÜGVA benzeri oluşumların büyük bir toplumsal hareket yaratma kapasitesi yok. MHP’nin AKP ile ortaklığı koparması düşük ihtimal, ancak bazı kritik konularda Bahçeli’nin açık tavır aldığı da görülüyor.

Türkiye uzun süredir ABD ve Rusya rekabetinin tam ortasında. Ankara bu rekabeti kendi lehine kullanmak istedi; ama S-400/F-35 meselesi tam tersine Türkiye’nin aleyhine gelişti ve ülkeye ağır bir maliyet getirdi. Bahçeli’nin, Erdoğan-Trump görüşmesinden hemen önce, Rusya-Çin ittifakını öne çıkarması bir yandan Erdoğan’ın elini güçlendirme girişimi olarak okunabilir; ama aynı zamanda tam tersine de yorumlanabilir. Diğer yandan hiç de gerçekçi olmayan bu öneri, Türkiye’nin jeopolitik kafa karışıklığının içerideki küçük hesaplarla birleşince ülkeye nasıl ağır bedeller ödeteceğini bir kez daha hatırlatıyor.

Bitirirken, kamusal alanda bambaşka bir anlatı inşa etmek zorunda kalan bir TV kanalı muhabirinin son ifşasında da görüldüğü üzere, Türkiye tarihsel olarak biriktirdiği tüm sermayeyi tüketmiş durumda. Türkiye Erdoğan’ın kurduğu yapıyı değiştiremiyor; Erdoğan da Türkiye’ye istediği tasarımı dayatamıyor. Bu nedenle, Erdoğan üzerinden tarihsel bir kilitlenme yaşıyoruz. Erdoğan’ın çok maharetli bir “kilitleme ustası” olduğunu kabul etmek gerek. Mesele, bu kilidi kimin nasıl açacağı noktasında düğümleniyor. 

* Bu haber/yazı ve resimlerin eser sahipliğinden doğan tüm hakları Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’ne ait olup işbu yazı/haber ve resimlerin, kaynak gösterilmeksizin kısmen/tamamen izin alınmaksızın yeniden yayımlanması yasaktır. Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’nin, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 24. maddesinden doğan her türlü hakkı saklıdır.

Ali Yaycıoğlu
Ali Yaycıoğlu