29 Nisan 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
07.10.2022 04:30

Türkiye’nin tarihi tarihin Türkiye’si

Belki meslektaşlar kızacak ama kendi adıma toplumun bu kadar tarihle uğraşmasını, amiyane tabirle tarihle kafayı bozmasını, sağlıklı bir gelişme olarak görmüyorum

Bundan dokuz yıl önce Ankara’da bir üniversitenin rektörüyle sohbet ediyordum. Rektör tarihçi olduğumu da aklından geçirerek “Anlamıyorum, ne oldu da birden tarih bu kadar önemli görülmeye başladı” diye sormuştu. Kendisi mühendis kökenli çok değerli bir bilim insanıydı. Ama tahmin ettiğim kadarıyla sosyal ve insani bilimlere, ya da edebiyata pek de ilgisi yoktu. O yıllarda Türkiye bu içinde yaşadığımız krize henüz girmemişti ama toplum ve tarih anlayışımızın değişmekte olduğunu ve fırtınalı bir yolculuğun eşiğinde bulunduğumuzu görüyorduk, ya da hissediyorduk diyelim.

Rektör bu soruyu bana yöneltince “Kriz, kırılma ve kuruluş dönemlerinde toplumlar tarihe yüzlerini çevirirler. Ne oluyor, yolculuk nereden nereye diye sormaya başlarlar. Bu dönem de böyle bir dönem” kabilinden bir şeyler söylediğimi hatırlıyorum. Çok ikna olduğunu gözlemlememiştim. 

 Anti-Tarih geçmişi daha renkli görmemize imkan veriyorsa, bunu kim kaçırmak ister.

Bu arada bir not: Mühendisler ve hekimler tarih ve edebiyatla ilgilenince harika insanlara dönüşüyorlar, rahmetli babamdan biliyorum! Bu konularla ilgilenmeyince yine çok değerli insanlar olmaya devam ediyorlar şüphesiz. Ama dünyalarının hayallerinin çok ötesinde zenginleşmesi adına büyük bir şansı tepmiş oluyorlar diye düşünüyorum, bilmem ne dersiniz?

Tarihçiler ve krizler

Peki ya tarihçiler? Krizler, kırılmalar ve kuruluşlar tarihçilerin kendilerinin önemli insanlar olduğuna inandıkları dönemler. Sizi daha çok kişi dinliyor. Sorular soruyor. Sanki tozlu raflarda saklı kalmış gizemli bir hakikate sahip olduğunuzu düşünüyorlar. Siz de bu izlenimi besler ya da artırabilirsiniz. İnsanları tarihsel örneklerle şaşırtmak için geçmiş dünyanın ne kadar farklı olduğunu ya da tersine, geçmişin bugünden çok da farklı olmadığını anlatabilirsiniz. Bu eğlenceli oyunları aramızda oynayamadığımız için (Tarihçi tarihçinin kurdudur) geçmiş dünya ile kafayı bozmamış normal insanlar arasında bir tür şaman rahip rolü üstlenmek çekici olabiliyor. Her neyse, size bu sayfada mesleki sırlarımızı açıklayacak değilim!

Siyasetin tarihi ve akademik tarih

Konuya dönelim: Kriz, kırılma ve kuruluş anlarında tarihe dönülüyor, dedim. Şüphesiz, Türkiye büyük bir kırılma yaşıyor. Ülke olarak yolculuğumuz nerede ve nasıl başladı, nereye doğru ve nasıl devam edecek, bu soruyu yeniden soruyoruz. Acaba hangi tarihsel çerçeve bu ülkenin yolculuğunu ve geldiği noktayı iyi açıklıyor? Eski çerçeveler, tarih tahayyüllerimiz ve kavramlarımız, ülkemizin macera dolu seyahatinde hala geçerli mi? Belli ki uzun süredir bu tartışmaların alevlendiği bir dönemdeyiz. Gerçi tartışmalar ne kadar kaliteli; ne kadar farklı anlatıların ve kuramların zenginleşmesine izin veriyor; bu tartışmalar ne kadar küresel tarih ile ilişkili... Bu sorulara çok da iştahlı cevaplar vermek kolay değil.

Geçen yazılarda da birçok sefer şu konuya değindim: Bugün Türkiye “tarih savaşları”na sahne oluyor. Siyasal kesimler yaşadığımız kriz ve kırılma içinde iddialarını yüksek dozlu tarihsel semboller ve anlatılar ile ifade ediyorlar. Bu semboller açık ya da kapalı tarih projeksiyonlarının hatta tarih kuramlarını yansıması.
Mesela AKP ilk on yılında cumhuriyetin radikal modernleşme çabasını eleştiren sağ/muhafazakâr/İslamcı tarih anlatısını meşhur merkez-çevre kuramı ile zenginleştirerek yeni tarih anlatısı oluşturmuştu.

Batılılaşmış elitlerin ülkeyi kendi kültürel köklerinden yukarıdan aşağı bir reformla koparışı, bunun sonucu büyük muhafazakâr kitlenin merkezden dışlanması ama uzun mücadeleler sonucu çevrede kümelenmiş muhafazakâr kitlenin merkeze yürüyüşü ve Türkiye’yi gerçek tarihsel kimliğine kavuşturması. İki yüzyıllık bir aradan sonra, ülke tarihinin akması gereken nehir yatağına tekrar taşınması. Son on yılda bu tez dönüştü, benim ihyâcılık ismini taktığım bir tarih fetişizmine kaydı.

Ben ihyâcılığı farklı dönemlerindeki sembol ve anlatıları, kronoloji ya da bağlamı hiç dikkate almadan, günümüze yüksek dozla taşıyıp, hatta metalaştırıp, geçmişten yeni bir gelecek sahnesi inşa etmek çabası olarak tanımlıyorum.

CHP’nin tarih tezleri

AKP’nin tarih tezlerine karşılık CHP, 1940’larda tekmil olmuş, sonra siyasi konjonktüre göre hem anlatısı hem kavramsal çerçevesi değişmiş Türk Devrim Tarihi’ni, Soğuk Savaş döneminden kalma bir sol tarih tezi ile birleştirerek bir tarihsel iddiada bulunuyor. İlk önce şunu söyleyelim: Devrim görmüş, özellikle bağımsızlık savaşı ile devrimleri bir arada tecrübe etmiş ülkelerin ‘devrim tarihi anlatıları’ çok ilginçtir. Bunlar ciddi bir akademik tarihçilikle oluşturulmuş olsa da çoğu zaman bir siyasal ülkünün (mesela ulus-devlet projesinin) resmi tarihleri olarak şekillenirler.

CHP ve Sosyalist Sol’un dışındaki geniş sol, laik, Kemalist, ulusalcı (Bu nitelendirmeler aslında çok içime sinmiyor, ama şimdilik kabul edin) kitle Türkiye tarihini geri kalmış Osmanlı nizamından kendini kurtarmış, hatta ona baş kaldırmış, aynı zamanda Avrupa emperyalizmi ile savaşarak bağımsızlığını elde etmiş bir ulusun, kurucu lideri ve onun etrafındaki devrimci grupla yürüttüğü bir modernleşme hamlesi olarak görür.

Şüphesiz bu anlatı tamamen yanlış değildir ama bu şekli ile Türkiye tarihini dar bir koridora iter, ülke tarihini tecdüze bir hikâye olarak konumlandırır. Özellikle Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ve Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki olağanüstü donemdeki karmaşık hikâye bu anlatı tarafından perdelenir, tarihi aktörler küçük bir gruba indirgenir, gerçekleşmesi muhtemel ama gerçekleşmemiş olanaklar üzerinde durulmaz, sürecin kazananları ve kaybedenlerinin hikayelerinin beraberce anlatma imkanları kaybolur...
Türk Devrimi tarihi anlatısının, aynı İhyâcı-Merkez-Çevre anlatısı gibi 2000’li yıllardaki tarih savaşlarında toplumsallaştığını görüyoruz. Ve aslında bir yönüyle siyaset bu iki tarih tasarımı arasına da sıkışmış durumda.

Milliyetçi ve Neo-İttihatçı tezler

Tabii tarih savaşları bu iki anlatı ile sınırlı değil. Tarihin derinliklerinden günümüze, kendinin farkında olan bir ulusun yolculuğunu hikâyeleştiren Milliyetçi-Türk tarih anlatısını ya da bugünlerde çok gündeme gelen benim de önceden bu sayfada değindiğim Neo-İttihatçı anlatıları da tartışabiliriz. Özellikle Neo-İttihatçı tarih tezinin hem siyasal hem eleştirel örneklerini bir arada düşünmek ilginç olabilir. Mesela hem Zafer Partisi’nin özellikle göçmenler üzerinden oluşturduğu anlatı hem de Türkiye’nin geldiği bu dönemi İttihatçılığın devamlılığı üzerinden okumayı öneren südo-akademik tarih yazımı arasında ilginç bir epistemolojik flört (kopuş değil!) olduğunu söylemek yanlış olur mu bilmiyorum.

Kürt tarih tezi

1970’lerden beri güçlenerek oluşan bir (ya da birkaç) Kürt tarih anlatısı var. Onun da ciddi şekilde tarih savaşları içindeki konumlarını görmemiz gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’ni özü itibarı ile bir kolonyal devlet olarak gören bu anlatının bir ayağı Kürtlerin tarihî kandırılmışlığı üzerine kurgulanır. Kürt tarih tezinin daha sol varyantları Türkiye solunun tarih tezleri ile yakınlaşır, hatta birleşir ve bölgesel geri kalmışlık/bırakılmışlık, feodalizm ve Türk Milli Devleti’nin Kürdistan’da tevarüs ettiği geri kalmışlığı/bırakılmışlığı nasıl devam ettirdiği meseleleri üzerine odaklanır.

Tarih savaşlarının cephelerindeki tarih tezlerini daha da çoğaltmak mümkün. Özellikle çok önemli cepheler Alevilik meselesi etrafında cereyan eden tarih mücadeleleridir. Ya da Osmanlı ve Türkiye’deki Ermeni, Rum ve Yahudilerin ve diğer azınlıkların hikayeleri etrafında gelişen tarih tezleri günümüzde tarih savaşlarının başka cephelerini oluşturur. Bu konulara daha sonraki yazılarımızda da gireceğiz. Kaçış yok.

2023’ün tarih tezi ne olmalı?

Bir süredir bu sayfada 2023 tarih tezi ne olmalı sorusunu sorup duruyorum. Sanırım bu yazı, bu soruyu bu sayfaya taşıdığım üçüncü yazı. 2023 sonrası Türkiye kendini nasıl kendine ve dünyaya anlatmalı. Türkiye’nin gerçekten tarih savaşlarını sonlandıracak bir meta ya da tekil bir milli tarihe ihtiyacı var mı? Yoksa yan yana farklı tarih tasarımlarının kamusal ve siyasal alanda rahatça dolanıp, özgürce tartışılacağı bir ortam evla mıdır? Ama yine de bazı büyük toplumsal fay hatlarını en azından yumuşatmak için tarih savaşlarını tarih ve toplumsal hafıza diyaloglarına çevirmek gerekiyorsa, burada yöntem ne olmalı? Akademik tarihçilik burada nasıl bir rol oynayabilir?

Sorular büyük. Bu sorulara ileride döneceğiz belli ki. Ama bu yazıyı şöyle bitireyim: Kendi adıma bir toplumun bu kadar tarihle uğraşmasını, amiyane tabirle tarihle kafayı bozmasını, sağlıklı bir gelişme olarak görmüyorum. Belki meslektaşlar kızacak… Dedim ya bu dönemlerde tarihçiler olarak kendimizi önemli hissediyoruz... Ama ben aslında Türkiye siyaseti ve toplumu için anti-tarih öneriyorum. Gelecek tasarımlarımızı tarihin zincirlerinden kopararak yapmak. Tarihin esiri olmamak. Dokuz sene önce konuştuğum rektörün kulakları çınlasın. Tarihin bu kadar gündemde olmasından şaşkındı. Ama biraz da kaygılıydı. Aslında kaygılarında pek de haksız sayılmazdı...