Cumhurbaşkanı’nın “Türk-Kürt-Arap ittifakı” çıkışı ve iktidar çevrelerinde ulus-devletin “deli gömleği”ne benzetilmesi, Türkiye’nin yeni bir rejim arayışında olduğu izlenimi veriyor. Ancak bu arayış, demokratik çözümün değil, siyasal fantezilerin önünü açıyor. Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’nin yapısal meseleleri, üç etnik kimlikli bir “ittifak senaryosu”yla değil; halkın tamamını kapsayan eşit yurttaşlık temelinde, açık ve çoğulcu bir müzakereyle çözülebilir
2025 yılında böyle bir soru ne kadar ciddi bir tartışmanın konusu olabilir? Türkiye, gerçekten de kapsamlı bir rejim değişikliğinin eşiğinde mi? 1918–1925 arasında ortaya çıkan cumhuriyet ve ulus-devlet tasarımının yerine, farklı milletlerin ittifakına dayalı bir tür emperyal rejim fikri mi gündeme geldi? Dünya ve bölgedeki gelişmeler, Türkiye’yi devlet yapısını, toplumla kurduğu ilişkileri ve tarihsel referanslarını yeniden tanımlamaya mı zorluyor?
Aslında rejim değişikliği tartışmaları Türkiye’nin gündeminde uzun süredir yer buluyor. 1990’ların başından beri bazen açıkça, bazen üstü örtük biçimde, ulus-devlet modelinin Türkiye’ye “dar geldiği” iddiaları gündeme taşındı. Son dönemde özellikle Kürt açılımı sürecinde ve Suriye’deki gelişmelerin gölgesinde bu tartışmalar yeniden alevlendi. Bir de üzerine, 19 Mart’ta cumhuriyeti kuran parti olan CHP’ye yönelik operasyonlar eklendi. Kimi çevreler, “eski rejimin muhafızı” olarak gördükleri CHP’nin bir șekilde tasfiye olması gerektiğini dahi dillendirdiler.
“Terörsüz Türkiye” süreci kapsamında PKK’nın sembolik olarak silah bıraktığı bir aşamada, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkler, Kürtler ve Araplar arasında yeni bir ittifaktan” söz etmesi; bazı AKP milletvekillerinin ulus-devlet modelini, Türkiye’ye giydirilmiş bir “deli gömleği” olarak tanımlaması ve Abdullah Öcalan’ın görüşme notlarında yer alan, Malazgirt’ten Abdülhamid’e uzanan tarih okumasıyla harmanlanan bin yıllık kardeşlik ve komünal yaşam tahayyülleri bir araya gelince, kamuoyunda Türkiye’nin yapısal bir dönüşümün eşiğine geldiği yönünde güçlü bir izlenim doğdu.
Tartışmayı daha da genişleten unsur ise, ABD’nin Türkiye büyükelçisi ve aynı zamanda Suriye dosyasından sorumlu diplomatı Thomas Barrack’ın, Osmanlı “millet sistemi”ni öven ve Türkiye’nin bu tecrübeden yararlanabileceğini ima eden açıklamaları oldu.
En başta söylemek gerekir ki bugünkü koşullarda bu tartışmaları oldukça gayriciddi buluyorum. Eğer Türkiye bir “deli gömleği” giymişse, bu gömlek; toplumun ve ekonominin gerçeklerinden, jeopolitik akıştan, eleştirel tarihsel analizden ve soğukkanlı gelecek tahayyülünden uzaklaşarak fantezilerin siyaseti işgal ettiği bir kolektif ruh halinin üzerindedir.
Bu fantezilere karşı bugün, demokrasinin ve hukukun yerleştiği; piyasanın sosyal devlet ve gelişmeci bir ekonomik modelle dengelendiği, kaybedilen kamusal ahlakın yeniden inşa edildiği, “iç cephe” değil “iç barış” kavramının ve eşit yurttaşlık ilkesinin esas alındığı bir demokratik Türkiye Cumhuriyeti fikrini en güçlü biçimde savunmak gereken andayız.
Millet sistemi nedir?
Tartışmaları ciddiye almadığımı belirtsem de, bugünlerde sıkça gündeme gelen “Osmanlı millet sistemi” hakkında bazı şeyleri hatırlatmakta fayda var.
Osmanlı millet sistemine duyulan bu ani ilgi, başlı başına ironiktir. Zira “millet sistemi” diye anılan ve esasen Tanzimat döneminde kurumsallaşan yapı, Osmanlı toplumunu özerk dini cemaatler temelinde örgütleyen ve her birini imparatorluğun yarı-kolektif siyasi aktörleri haline getirmeyi hedefleyen bir tasarımdı. Sistem özellikle Müslümanlar, Rumlar ve Ermeniler için geçerliydi. Yahudi cemaat bu modele mesafeli durdu; nitekim 1856 Islahat Fermanı’nda Müslümanlar ve Hristiyanlar açıkça anılırken, Yahudilere doğrudan atıfta bulunulmaz.
1840’lardan itibaren cemaatlerin kendi iç hukuklarını oluşturması, nizamnameler yazmaları, yerel idarelerde ve daha sonra Mebusan Meclisi’nde temsil hakkı kazanmaları önemli bir siyasal tecrübedir. Millet sistemi, Osmanlı’nın yükselen milliyetçilik dalgasına verdiği bir yanıttır. Aynı zamanda, İngiliz imparatorluğu etkisindeki küresel liberal düzenin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki iz düşümü olarak da okunabilir.
Bu projeye ilk ciddi tepki ise, Balkanlar’daki Müslüman toprak elitlerinden gelir. Sevgili hocam Halil İnalcık’ın 1943 tarihli doktora tezi Tanzimat ve Bulgar Meselesi, bu sistemin Müslüman elitler için nasıl bir ayrıcalık kaybı anlamına geldiğini, bu kaybın da Hristiyan köylü–şehirli ittifakı ile Müslüman toprak sahipleri arasında nasıl bir çatışma doğurduğunu anlatır. Bu çatışmalar, Balkan milliyetçiliklerinin yükselişine zemin hazırlar.
Tanzimat’ın iyimser reformcu tahayyülü, 1870’lerin sonunda yaşanan siyasal ve iktisadi krizle, Berlin Antlaşması’yla ve Düyun-u Umumiye’nin kurulmasıyla başka bir yöne evrilir. II. Abdülhamid döneminde, bir yandan Osmanlı ekonomisi Avrupa kapitalizmine eklemlenir, buna mukabil millet sistemi yerini halifelik merkezli Müslümanlık siyasetlerine bırakır. Bu yönelim aynı zamanda İslamcılığın bir siyasal tahayyül olarak doğmasına da zemin hazırlar.
Bugün sıkça dile getirilen “Türk, Kürt ve Arap ittifakı”ndan söz edilecekse, bu daha çok Tanzimat’ın millet sisteminden değil; II. Abdülhamid’in hilafet şemsiyesi altında şekillendirdiği, Sünni Müslüman merkezli evrensel imparatorluk tahayyülünden ilham alır. Evet, Abdülhamid Arap ve Kürt elitlerle bir tür ittifak ağı kurdu. Ancak bu ilişkiler baskıcı despotik bir rejim altında gerçekleşti. Tam da bu nedenle, aynı dönemde çok milletli ve çok dinli büyük bir muhalefet hareketi 1908 Devrimi’ne uzandı.
Ne var ki 1908 sonrası, Türkçü akımların hızla yükselişiyle birlikte yeni bir evre başladı. Milliyetçilik dalgasına en son katılan Türkçülük, İttihat ve Terakki’de siyasal bir yön halini aldı. Milliyetçi reformlarla birlikte alevlenen “Türk İmparatorluğu” fikrinden yavaş yavaş uzaklaşıldı. Birinci Dünya Savașı’nda yeniden kurulacak ülkenin bu imparatorluğun diğer unsurlarından “arındırılması” gerektiği fikri öne çıktı.
Osmanlıcılık, Abdülhamidçi Panislamizm ve Türkçülük (Pan Türkizmi içinde barındıracak șekilde), üç farklı siyasal tahayyül olarak Yusuf Akçura’nın 1905’te kaleme aldığı ünlü Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde kristalleşir.
Ulus-devlet mi Cumhuriyet mi?
1913 ile 1925 arasında Osmanlı İmparatorluğu ve onun çok milletli yapısı büyük bir kasırgadan geçer. Çok kan dökülür; kırımlar, bitmeyen savaşlar ve devrimler yaşanır. Büyük umutlar, hızla büyük hayal kırıklıklarına dönüşür, sonra tekrar umutlar yeșerir. Bu çalkantılı dönemin sonunda, imparatorluğun külleri arasından Türkiye Cumhuriyeti-farklı seçenekleri test ettikten sonra-kurulur. Balkanlar’da ve Arap dünyasında ulusal monarşiler yeniden inşa edilirken Türkiye’de bir cumhuriyetin kurulması, bazı meslektaşların iddia ettiği gibi bir tesadüf değil, son derece anlamlı ve tarihsel bir tercihtir, belki de zorunluluktur.
Cumhuriyetin bu coğrafyada neden ve nasıl kurulduğunu; hangi toplumsal ve siyasal zemin üzerine oturduğunu derinlemesine anlamak, araştırmak ve tartışmak zorundayız. Ne yazık ki cumhuriyetin 100’üncü yılına rağmen, hâlâ bütünlüklü ve eleştirel bir cumhuriyet tarihi tartışması ortaya çıkmadı. Bu konudaki tartışmalar ya tarihsel bağlamdan kopuk, yüzeysel bir revizyonizmde sıkıştı ya da klişelerle dolu, resmi “İnkılap Tarihi” anlatısında dondu kaldı.
Burada bir temel noktayı hatırlamak gerekir: Türkiye sadece bir ulus-devlet değildir; aynı zamanda bir cumhuriyettir. Ve bu ikili yapı içerisinde iki kavram öne çıkar: Millet ve halk.
Millet mi halk mı?
“Millet”, modern ulus-devlet tahayyülünde tarihsel bir varlıktır. Geçmişten geleceğe uzanan bir anlatının taşıyıcısıdır. Türkiye Cumhuriyeti de kendisini “Türk milleti” temelinde tanımlar. Ancak bu tanım başından itibaren bir gerilim taşır: Türk milleti etnik mi, yoksa sivil bir bütünlük müdür? Türklük doğuştan mı gelir, yoksa sonradan kazanılabilir mi? Kapsayıcı mıdır, dışlayıcı mı? Bir kişi Kürt, Arnavut, Çerkez olup aynı zamanda Türk olabilir mi? Din bu tanımın neresindedir? Rum, Ermeni ya da Yahudi bir “Türk” olabilir mi?
Tarihte Türklüğü etnik bir çerçeveye indirgemek yanlıştır. Türklüğün anlamı tarih içinde değişmiştir. Türk olmaya farklı dönemlerde farklı anlamlar yüklenmiştir. Türklük sınırları net olmayan, bir yönüyle amorf, kapsayıcılığı dışlayıcılığından çok daha kuvvetli, içinde yoğun farklılıkları barındırabilen geniş bir kültürel-toplumsal alana işaret eder. (Ben Ruşen Çakır’ın Mozaik Olarak Türkiye serisine bu çerçevede bir katkıda bulunmuştum. İlgilenenler YouTube’tan izleyebilir).
Yine de şunu açıkça ifade etmek gerekir: Cumhuriyet, Türklük sorunsalına hiçbir zaman net bir yanıt üretemedi. Bazen kapsayıcı, sivil bir Türklük anlayışını benimsedi; bazen de dar, dışlayıcı ve üstünlükçü bir çizgide kendini buldu. Millet kavramı ise bazen Türklük ile ilişkilendirildi. Bazen Müslümanlıkla ya da Sünni Muslümanlıkla Türklüğü bezedi, bazen ise muhayyel bir çoğunluğun altını çizecek şekilde kullanıldı.
Bunun yanında, cumhuriyetin diğer kurucu kavramı olan halk, daha çok yaşanmakta olan mevcut toplumu, yani ahaliyi-demosu-tanımlar. “Cumhuriyet Halk Partisi” adındaki “halk” vurgusu da bu açıdan anlamlıdır. CHP milliyetçiliği temel ilkelerinden biri haline getirmiştir; ancak adında taşıdığı iki kavram-cumhuriyet ve halk-reel bir siyasal projeyi ifade eder. Atatürk ve Afet İnan’ın Yurttaşlık Bilgisi kitaplarında da açıkça görülür: Halkçılık, demokrasinin eş anlamlısı olarak sunulur.
Halk kavramı “millet” tanımının taşıdığı gerilimleri yumuşatır, kapsayıcılığı artırır. Millet, tarihselliği ve ideolojik arka planı ile soyut bir devamlılık kurarken; halk, değişebilir, dönüşebilir, müzakere edilebilir bir yaşam alanını, fiili durum, praksis, yani yaşamın içinden geleni işaret eder. Demokratik Türkiye Cumhuriyeti kavramı iște tam da bu “halk” vurgusunun bir sonucu olarak benimsenmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti üzerine yapılan revizyonist tezler milliyetçiliği öne alır, cumhuriyeti milliyetçiliğe yedirir. Bence kurban eder. Bu yönüyle ciddi bir yöntem hatasına düşer. Bu nedenle, bugün CHP elitlerinin “millet” kavramını bu kadar sık dile getirirken, “halk” kavramına bu denli mesafeli durmalarını yadırgadığımı söylemeliyim. Oysa halk ve halkçılık, cumhuriyetin demokrasiye açılan kurucu ethosu’dur. Halkın yerini tamamen “millet” söyleminin alması, sadece dilsel bir kayma olmaz; demokratik tahayyülden uzaklaşma sonucuna da yol açma riski taşır. Türkiye Cumhuriyeti’ni ancak millet ve halk kavramları arasındaki denge içinde düşünmek gerekir.
Fantezilerle gelecek kurulmaz
Gelelim bugünün meselesine. Gerçekten de yeni bir rejim mi kuruluyor? Türk-Kürt-Arap milletlerinin ittifakına dayalı yeni bir “emperyal düzen” mi tasarlanıyor? Böyle bir projenin, gerçeklik zemini olan bir ihtimal taşıdığını düşünmüyorum. Üç milletli bir Türkiye tahayyülü, esasen fanteziden ibarettir. Bunun yerine halkı esas alan, eşit yurttaşlığa dayalı, demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti fikri, hem tarihsel olarak daha tutarlıdır hem de siyaseten en gerçekçi olandır.
Söz konusu ittifak tahayyülü bugün, adeta her bir “millet”in başında bir liderin olduğu, bu liderlerin kendi millet projeleriyle bir ittifak arayışına girdiği bir kurgudan ibaret gözüküyor. Ortaya çıkan yapı, halkın kollektif iradesiyle şekillenen bir birliktelik değil, liderlerin iradesi ve ideolojik, dini tahayyülleri ile çizilmiş, bu șekilde disipline edilmiş bir üç millet senaryosudur.
Türkiye’nin tarihiyle iç içe geçmiş olan Kürt meselesinin (meselelerinin) çözüm alanı, kapalı kapılar ardında yürütülen liderler arası ittifaklar değil; Türkiye Cumhuriyeti ahalisinin açık, demokratik, çoğulcu ve eşitlikçi bir zeminde bir araya geldiği bir toplumsal sözleşmedir. Burada kimse kimsenin varlığını inkâr etmeyecek, tarihsel yaraların zamanla iyileşmesi ve ortak yașamın kurulması için birlikte uğraş verilecektir. Bu bugünden yarına olacak bir iș de değildir elbette. Zaman alacaktır. Siyasetçinin görevi Kürt sorununu kendi çizdiği ideolojik ya da güvenlik anlayışı içinde çözmek değil, sorunun bir katılım ve müzakere içinde halk zemininde çözülmesi için koşulları sağlamak olmalıdır.
PKK’nin kendi iradesiyle ve Kürtlerde bir yenilmişlik duygusuna sebebiyet vermeden silah bırakması elbette önemli ve çok olumlu bir gelişmedir. Ama Kürtlerin eşit yurttaşlar olarak özgürce yaşamalarının zemini, sadece şiddetin sonlanmasına indirgenemez. Çözümün alanı halkın alanıdır.
Kürt olmak aynı zamanda kadın olmaktır, işçi olmaktır, öğrenci, çocuk, yaşlı, engelli, girişimci, sanatçı olmaktır. Hiçbir “milli” ya da “dini” kimlik insanın bütün varlığını açıklayamaz. Hele bugün hiç açıklayamaz. Halk, tüm bu karmaşıklığı ve çeşitliliği içinde yaşar. Meseleyi halk zemininden alıp iki ya da üç “millet lideri” arasında (bir de buna “devlet aklını” ekleyin) çözmeye kalkarsanız, yalnızca bir siyasal fantezi kurmuşsunuz demektir. O fantezinin inşasında hayatın gerçekliğini ıskalamış olursunuz.