2016’dan sonra kurulan Cumhur İttifakı, ekonomik krizler ve toplumsal sorunlarla zayıfladı; 2024’te CHP’nin yerel seçim başarısıyla krize girdi. İktidar, bu durumu aşmak için bir yandan ‘Türk-Kürt ittifakı’ arayışına girdi, diğer yandan CHP’ye karşı yargı operasyonları başlattı. Ancak bu hamleler, seçimli demokrasinin geleceği açısından ciddi tehdit oluşturuyor
2016’daki darbe girişiminin ardından Türkiye’de yeni bir rejim inşa edilmeye başlandı. AKP ile MHP ortaklığının kurduğu, adını Devlet Bahçeli’nin koyduğu Cumhur İttifakı eliyle şekillenmeye başlayan bu rejim, Türkiye’nin yeni dönemini kurma iddiası taşıyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çevresinde sarayda merkezileşen iktidar odağı ile MHP’nin seküler milliyetçi kadrolarının ayrılmasından sonra geride kalan ülkücü unsurlar; bunlara eklenen belli iş çevreleri, AKP ve MHP’ye yakın akademisyenler, bazı dini cemaatler, yeraltı bağlantılı kimi odaklar ve en önemlisi güvenlik bürokrasisindeki belirli gruplar bu yapının bileşenlerini oluşturdu.
Bununla birlikte bu iktidar mimarisini, yani rejimin anatomisini açık biçimde ortaya koymak kolay değildi. Nasıl işlediği, hangi mekanizmalarla ayakta kaldığı konusunda birçok görüş öne sürüldü. Ben de bu konuda defalarca yazdım. Ancak hâlâ rejimin oluşumu hakkında net bir çerçeveye sahip değiliz. Hocamız Ersin Kalaycıoğlu, kurumsal ilişkilerin kişiselleştiği ve hukukun karizmatik lider karşısında işlevsizleştiği bir “sultanizm” kavramsallaştırmasıyla yaklaşıyor. Bazı siyaset bilimciler rejimi giderek rekabetçi yönünü kaybeden bir “rekabetçi otoriterlik” olarak tanımlıyor. Başkalarına göre bu bir “Türk usulü Putinizm.”
Kimileri sadece Erdoğan’ın kişisel ilişkilerine bağlı, dolayısıyla Erdoğan sonrası çökecek bir yapı olduğunu düşünüyor. Bazıları 1913’ten bugüne devamlılığı olan İttihatçılığın yeni bir aşaması olarak niteliyor. Kimi yorumcular ise siyasal İslam ile milliyetçiliğin iç içe geçtiği bir “İslamo-milliyetçi popülist otoriterlik”ten söz ediyor.
Ben de bu rejimin nasıl tanımlanması gerektiği konusunda çeşitli fikirlere sahibim. Kavramsallaştırmaların bazıları ikna edici gelse de çoğu zaman eksik kalıyor. (Tabii bazıları da çok saçma!)
Bunun bir nedeni, rejimin otoriterliğinin sürekli artmasına rağmen kalıcı ve istikrarlı bir düzen kurma kapasitesinin zayıf olması. Sürekli zikzaklar, kısa vadeli çıkar hesaplarıyla alınan kararlar, baş döndüren yoğun retorik altında fantezilerle süslü ama gerçekçi olmayan bir gelecek tasavvuru… Bütün bunlar, kendi amacı doğrultusunda istikrar sağlayacak bir rejim ihtimalini zayıflatıyor. Dahası, rejim ortaklarının da geleceğe dair ortak bir anlayışa sahip olmadıkları görülüyor. Herkes sistemi kendi tarafından tutuyor. İktidarın kaynak dağıtma kapasitesine göre farklı gruplar kendi anlatılarıyla rejimin çok yüzlü, çok katmanlı ve çoğu zaman iç gerilimli yapısı içinde kendilerine yer bulabiliyor.
Yeni rejim inşasının tıkanması
Evet, bașından beri rejimin mimarları arasında yeni düzenin nasıl olacağı konusunda tam bir birlik yoktu. Ancak ne olursa olsun, tasarımın merkezinde Erdoğan ve ailesinin bulunacağı açıktı. Erdoğan yalnızca yüzde 40’ın üzerinde bir oy tabanına sahip olmakla kalmıyor, aynı zamanda ona büyük bir sevgi duyan ve koşulsuz bağlılık gösteren ciddi bir toplum kesimini de arkasında bulunduruyordu. AKP’nin oluşturduğu iktisadi yapı ve kaynak dağıtım mekanizmaları bu bağlılığı kolay kolay çözülmez hale getirmişti. Ayrıca Erdoğan, güçlü Sünni-İslami duruşunu, zaman zaman “Erdoğaneconomics” diye adlandırdığımız amorf bir neo-liberal çizgiyle harmanlamayı başarabiliyordu.
Erdoğan ve AKP’nin İslamcı ama kapitalizme açık modeli, Bahçeli’nin yeniden şekillendirdiği Türkçü-güvenlikçi MHP çizgisiyle birleşince yeni bir sentez ortaya çıktı. Bu, bir tür yeni Türk-İslam (ya da İslam-Türk) senteziydi.
Ancak yıllar içinde bu formül giderek işlevini yitirdi. AKP’nin borçlanmaya ve kısa vadeli getirisi olan, üretken olmayan sektörlere dayalı büyüme modeli 2018’den itibaren sarsılmaya başladı; Covid-19 pandemisiyle birlikte ise duvara çarptı. 2022’den itibaren Cumhur İttifakı’nın toplumsal tabanı daraldı, siyasi enerjisi zayıfladı ve bugün rejim kendi sınırlarına dayanmış durumda.
2019 yerel seçimlerinde CHP’ye karşı ağır bir yenilgi yaşandı. 2023 seçimlerinde Millet İttifakı sandıktan çıkmaya çok yaklaştı; hatta kimi açılardan seçimi mucizevi bir şekilde kaybettiler. (2023 seçimlerini daha soğukkanlı bir biçimde analiz edeceğimiz günler mutlaka gelecektir.)
Ardından Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel arasında varılan anlaşma sonucu CHP’de yaşanan yenilenme, HDP ve daha sonra DEM Parti ile ama aslında daha ziyade kısmen Kürt hareketinin önde gelen liderine rağmen Kürt seçmen ile CHP arasındaki yakınlaşma, 2024 mahalli seçimlerinde CHP’ye muazzam bir zafer kazandırdı.
Mart 2024 sonrası Türkiye ve dünya
2024 bir “dünya seçim yılı”ydı. Dünyanın yüzde altmışından fazlası sandık başına gitti. Geçen yıl aynı zamanda Avrupa ve ABD’de popülist ve otoriter sağ akımların kalıcı zaferler kazandığı bir dönem oldu. Özellikle Trump’ın yeniden seçilmesi, dünya tarihinin gidişatını değiştirecek etkiler barındırıyordu. Bu etkileri bugün tüm hızıyla yaşıyoruz. İlginç ve önemlidir ki, sağın dünyada roket gibi yükseldiği 2024’te CHP’nin elde ettiği başarı, solun o yıl nadir kazandığı zaferlerden biri oldu.
Rusya-Ukrayna savaşı vahşice sürüyordu. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın güney İsrail’de sivillere yönelik saldırısı ve katliamı sonrasında İsrail’in cevabı Gazze’de -artık açıkça söylemek gerekirse- bir soykırıma dönüştü. Ardından kontrollü bir İsrail–İran çatıșması patlak verdi. Suriye’de ise Esad rejimi çöktü ve Türkiye’nin desteklediği İslamcı gruplar Şam’da iktidarı ele geçirdi. Daha küresel ölçekte, ABD-Çin rekabeti şiddetlendi, Tayvan üzerinden bir askeri çatışma ihtimali ciddi biçimde konuşulur hale geldi. Trump’ın NATO karşıtı tutumu ve müttefiklere uyguladığı gümrük vergileriyle başlayan yeni ticaret savaşları dönemi ise küresel dengeleri daha da sarstı.
Böyle çalkantılı iki yılda dünya dengeleri baştan sona değişti. Türkiye’de de bu dalgaların içinde yeni bir dönüşüm atağı başladı.
Yeni aşama: Türk-Kürt ittifakı
Bunlardan ilki, Cumhur İttifakı’nın tıkanmasının ardından ortaya çıktı. Hem iç dinamiklerin hem de Orta Doğu’daki gelişmelerin etkisiyle iktidar, rejimi ayakta tutacak yeni bir tasarım arayışına girdi. Bu çerçevede ilk hamle, Devlet Bahçeli’nin (ve güvenlik bürokrasisi içindeki etkili bir grubun) herkesi şaşırtan adımıyla başladı ve zamanla Öcalan–Bahçeli hattında ortak bir tasarıma dönüştü. Farklı isimlerden sonra “Terörsüz Türkiye” adı altında kurgulanan bu planla, PKK çizgisindeki Kürt hareketi, Öcalan’ın “önderliğinde” radikal bir hamleyle co-opt edilmeye çalışıldı. Böylece: İç siyasette yeni bir meşruiyet zemini yaratmak, DEM Parti’yi muhalefet bloğundan ayırmak; dış politikada ise, özellikle Suriye’de İsrail’in agresyonuna karşı Türkiye’nin etkisini artırmak, Rojava’daki Kürt yönetimini ya pasifize etmek ya da Türkiye lehine yeniden kurgulamak hedeflendi.
Bu hiç kolay olmayan manevra hâlâ devam ediyor. Suriye’de karmaşık bir denklem var ve Türkiye’nin istediği kurgunun oluşması pek mümkün görünmüyor. Öcalan, iktidarla (ya da onun “norm devlet” dediği şeyle) yakın çalışıyor; fakat içeride işler hiç kolay değil. Bahçeli ve Öcalan’ın tasarladığı Türk–Kürt ittifakına Erdoğan bir de Arap unsurunu ekledi. Ancak bu üçlü “millet ittifakı”nın retorik dışında reel ve kurumsal bir çerçeveye nasıl oturacağı, mesela Anayasa’da nasıl ifade edileceği belirsiz.
Daha da önemlisi, hem Kürt hem de Türk kamuoyunu böyle bir ittifaka ikna etmek kolay görünmüyor. Kürt sorununun kapsayıcı bir demokratik proje içinde konumlamadan çözülemeyeceğini aklı başında herkes biliyor. Cumhurbaşkanı herhangi bir Kürt açılımı konusunda yoğurdu üfleyerek yiyor. Aslında Erdoğan için belli ki bu sürecin nihayete ermeden, sürerek devam etmesi, bir aşamada anayasa değişikliği ile kendisinin cumhurbaşkanlığının süresiz bir şekilde uzatılma ihtimalinin ortaya çıkması öncelik taşıyor.
CHP’ye karşı büyük operasyon
Daha önce vurguladığım gibi, rejim inşa süreci hiçbir zaman tüm bileşenlerin ortak hamleleriyle ilerlemedi; farklı grupların farklı ajandaları ve retorik öncelikleri vardı. Ancak 2024 seçimlerinden sonra Erdoğan’a zaman kazandıran kısa bir “yumuşama–normalleşme” döneminin ardından CHP’ye karşı muazzam bir taarruz başladı. Bugün hâlâ bu saldırıyı izliyoruz. Her gün yeni operasyonlarla CHP’nin 2024’te yakaladığı etkinlik ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
2024 seçimlerinde Erdoğan–Bahçeli ortaklığının temsil ettiği rejime karşı, İmamoğlu–Özel çizgisinin gerçek bir alternatif oluşturabileceğini Türkiye gördü. Görünen o ki, bu ihtimalin tasfiye edilmesine karar verildi. Bunun ilk aşaması 19 Mart’ta yaşandı. CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olmak için öne çıkan ve partinin yeni yönetiminin de desteğini arkasına almış olan Ekrem İmamoğlu, “yolsuzluk” ve “teröre yardım” suçlamalarıyla gözaltına alındı. Onlarca yol arkadaşı da aynı gün tutuklandı.
2016’den beri iktidarın, çok kullanılan tabirle, siyaseti “dizayn etmek” için yargıyı araçsallaştırma kapasitesine sahip olduğu ve bunu gerekli gördüğü anda devreye soktuğu biliniyordu. Ancak iktidar 19 Mart sonrası, CHP’nin ve özellikle Özgür Özel’in muhalefeti mobilize eden güçlü tepkisiyle karşılaştı. Üniversite gençlerinin inisiyatif aldığı Saraçhane gösterileri sonrası CHP’nin İstanbul ve Anadolu’da düzenlediği büyük mitingler, Özel’in gelişmeleri yalın, samimi ve dikkat çekici bir dille halka anlatabilmesi süreci tersine çevirdi. İtirafçılar, AKP’ye yakın ama CHP’li belediyelerle iş yapan iş insanlarının ifadeleri, “dava borsaları” derken, kamuoyunda tüm bu 19 Mart sürecinin hukuki değil siyasi bir operasyon olduğu algısı güçlendi.
Bunun üzerine iktidar cephesinden yeni hamleler geldi. Birçok ilin belediye başkanı yolsuzluk iddiasıyla görevden alındı ve Silivri’ye gönderildi. Bu durum CHP tabanını daha da kenetledi. Ama daha ilginci, bu sefer kamuoyunda meselenin sadece İmamoğlu’nu değil, CHP’yi tasfiye etmek olduğu fikri oluşmaya başladı. CHP’nin tasfiyesi, muhalefetin ve dolayısıyla demokratik seçimlerin tasfiyesi olacaktı. AKP seçmeni de bu konuda çok sesli düşünmese de sessiz kalarak durumu anladığını ifade etmiş oldu.
CHP’ye yönelik yeni hamleler
Bu süreçte CHP ile MHP arasında bir yakınlaşma ihtimalinden de söz edildi. CHP ileri gelenleri, Devlet Bahçeli’nin bazı açıklamalarından MHP’nin CHP’ye karşı yürütülen operasyonlardan rahatsız olduğu izlenimini edindiklerini dile getirdiler. Hatta bir “CHP–MHP ittifakı” bile dillendirildi. Diğer yandan MHP’nin bu konudaki kapalı mesajlarının CHP çevrelerinin kafasını karıştırmak, aynı zamanda MHP’nin AKP ile kurduğu ittifak içindeki konumunu güçlendirmek için bir araç olduğunu düşünenler de oldu. (Bir süre siyaset bu “ezoterik” mesajlar ve onların “hermenötik” yorumlamaları üzerinden gitti geldi!)
Aynı dönemde iktidar odağında yeni bir yaklaşım kurgulandı. İlk olarak bazı CHP’li belediye başkanları AKP tarafından “ikna edilerek” partilerinden ayrıldılar. Bu hamle genel kamuoyunda ters tepmiş olsa da, bazı çevreler bunu AKP ve Cumhur İttifakı’nın gücünün bir göstergesi olarak yorumladı. “Kriminal” CHP’den “kaçan”ların “devlete sığınması” söylemi bu çerçevede dolaşıma girdi.
Ancak operasyonun en dikkat çekici aşamasına geçtiğimiz hafta tanık olduk. Görünen o ki 15 Eylül’de de bu aşama devam edecek. Yeni taktik hamleye göre, CHP’nin 2024 başarısını elde eden şu anki kadroları parti yönetimine taşıyan kongreler mahkemelerce iptal edilmeye başlanacak. İlk faz İstanbul’da yaşandı: Partililerin protestolarına rağmen, polislerin yardımıyla kıdemli ama artık partide etkili olmayan bir CHP’li siyasetçi il başkanlığı koltuğuna kayyım olarak oturtuldu. Gerçi CHP bu “atama”yı haklı olarak kabul etmedi. Çeşitli hamlelerle bu atama boşa çıkartılmaya çalışıldı.
En geniş operasyon yolda mı?
Şimdi ise daha kapsamlı bir operasyon gündemde: CHP’de yeni yönetimi iktidara getiren 38. Büyük Kurultay’ın mahkeme kararıyla iptal edilmesi konuşuluyor. Beklenti, eski genel başkanın yargı kararıyla yeniden partinin başına geçirilmesi yönünde. Bu senaryo, 2016-2017’de MHP’nin yaşadığı süreci az da olsa hatırlatıyor. O dönemde Ankara 3. Asliye Hukuk Mahkemesi, Bahçeli’yi koltuğundan indirmeye çalışan parti içi muhalefetin girişimini engellemişti. Ancak bu kez durum çok farklı: Seçilmiş ve önemli bir başarı kazanmış kadrolar tasfiye edilmek isteniyor. Aynı zamanda parti içinde kaos görüntüsü yaratılmaya, belki de partinin bölünmesi sağlanmaya çalışılıyor.
Kim bilir belki de CHP’de yönetimi geri almayı düşleyen kadrolara, yeni rejim inşasında bir rol teklif edilmiştir. Neticede Türkiye’nin jeopolitik güvenlik önceliklerinin böyle bir tasarımı zorunlu kıldığına, “demokrasicilik oynamanın” zamanı olmadığına ve “beka” meselelerinin “iç cepheyi” tahkim etmeyi gerektirdiğine inanan farklı siyasal eğilimlerden birçok insan var.
Türkiye’nin en eski partisine, Atatürk’ün mirasını taşıyan ve bugün birinci parti konumunda olan CHP’ye karşı böylesine kapsamlı bir operasyon, seçimli demokrasiyi tabuta sokacak bir girişimdir. Bu, rejim inşasında serbest seçimlerin varlığını ortadan kaldırarak rejim partilerine karşı gerçek bir iktidar alternatifi olasılığını yok etmektir. Bu açık. Sanırım bu konuda iktidar çevrelerinde de bir tereddüt yok.
Tarihsel bir perspektif
Biraz tarihçi gözüyle bakarak bitirelim. Gerçekten dünyada ve Türkiye’de çok büyük kırılmalar yaşıyoruz. Bunları soğukkanlı bir biçimde analiz etmek, kavramsallaştırmak ve geniş bağlama oturtmak kolay değil. Teknolojiden iklime, gündelik hayattan inanç sistemlerine kadar her şey hızla değişiyor. Siyaset ise ulusal ve uluslararası düzeyde en hızlı değişen alan. Bu değişimi kavramadan, belirsizlikleri kabul etmeden ve yine de bir yön tayin etmeden siyaset yapmak, boşuna kürek çekmek gibidir. Ancak bu gerçekçi bir kavrayış ile gerekli müdahale araçlarını geliştirmek mümkün olabilir.
Bugün demokrasi bitmiyor; biçim değiştiriyor. Evet, otoriter, hukuku araçsallaştıran veya hukuk dışı yöntemlere dayalı rejim tasarımları yaygınlaşıyor. ABD’den Arjantin’e, Venezuela’dan Türkiye’ye kadar geniş bir savrulma yaşıyoruz. Doğru. Ama demokrasinin yüz yıllar boyunca geliştirdiği araçları yeniden düşünerek, bugünün koşullarında işler kılmak hem mümkün hem de zorunludur. Türkiye’de demokrasi ve cumhuriyetin muazzam bir arka planı var. Bu miras her zaman yeterli imkân sunmasa da geniş bir alan açıyor, güven veriyor, ahlaki ve moral bir iddia sağlıyor.
2016–2017’den itibaren tesis edilmeye çalışılan, adını koymakta zorlandığımız rejim, bu tarihsel birikim karşısında kas kuvvetine dayansa da zihinsel kudretten, tarihsel derinlikten ve güçlü bir gelecek tasarımından yoksun. Bu rejim inşa süreci bugünden yarına durdurulup yerine başka bir süreç başlamayacak ama demokratik mücadele de burada bitmeyecek. Bugün Türkiye’de demokratik mücadele, sabırla ve azimle yürünmesi gereken, cesaret ve özveri kadar incelik ve zekâ da talep eden uzun bir yol…