22 Aralık 2024, Pazar Gazete Oksijen
11.03.2022 04:32

O kadar insan ne vakit el ele tutuştu ne ara halaya durdu

Erkekler şık kazaklar giymiş, kadınlar da tokalarına bile dikkat etmiş… Volkswagen Arena tıklım tıklım. Aynur Doğan şarkılara başlıyor, herkesi büyülüyor. Bunca yıldır en iyi kulüplerde konserler izledim, böyle şey yaşamadım. Aynur durdurulamaz bir tabiat olayı

Beni neyin beklediğini hiç bilmeden gittim.  İşin doğrusu kapının dışından bir şey anlamama da imkân yoktu. Salonun güvenliğine vardığımda dışarıda fazla bir kuyruk, kalabalık yoktu ama konserin başlamasına da çok az kalmıştı. Herhalde herkes girdi içeri diye düşündüm; ya da daha kötüsü, konsere fazla gelen olmadı. Hava korkunç yağmurlu. Volkswagen Arena şehir merkezine uzak, ulaşım kolay değil, nasıl gidilir nasıl gelinir; velhasılkelam zor iş. Bana gösterilen kapıdan içeri bir girdim, tıklım tıklım dolu. Konser salonunun kapasitesi 4 bin 500’den 6 bine kadar değişiyor. Şimdi size tam bir rakam veremem ama bütün salon doluydu işte. Daha ne kadar dolu olabilirdi bilmiyorum. Orta alana konulmuş sandalyeler kaldırıldığında ve herhalde et ete durulduğunda en üst kapasiteye ulaşılıyordur. 

Aynur Doğan buz mavisi, hafif pırıltılı elbiseyi çok iyi taşıdı

Ne kadar heyecanlı ve neşeli dinleyicileri var

Önce kendi imkânlarımla bulduğum F6’ya oturdum. Sağım solum dolu, bir tek orası boş, herhalde benimdir diyerek. Özür dileyerek geçtim yerime. Herkes yarı Kürtçe yarı Türkçe konuşuyor. Biraz sonra yer gösteren gençlerden biri geldi, biletimi istedi. Gösterdim, yanlış yerdesiniz dedi. Aldı beni bu sefer başka bir F6’ya götürdü. Daha da güzel bir yer, her şeyin tam ortasında. Bütün salonun merkezindeyim sanki. Burada da herkes Türkçe Kürtçe karışık konuşuyor. 

Benim gibi öyle bir başına gelen yok, iki kişi de değiller. En az altışar yedişer kişilik gruplarla gelmişler. Ve sanki herkes birbirini tanıyor. Bu kadar heyecanlı, bu kadar neşeli bir seyirci sanırım bir de yıllar önce New York Madison Square Garden’daki Madonna konserinde görmüştüm. Kendi aralarında şakalaşıyorlar, gülüşüyorlar. Sonra uzaklardan bir yerden bir zılgıt çekme sesi geliyor. Hooop o bir yayılıyor, bütün salon inliyor. Alkış kıyamet… Aynur sahneye geldi mi diyorsun, yok gelmemiş. Ama her defasında gelmiş gibi bir kutlama. 

Aynur’un sesinin bir bedene ihtiyacı yok

Beni neyin beklediğini hâlâ bilmiyorum. Ama ben neyi bekliyorum, onu biliyorum. Anlatayım: Aynur, Tunceli, Çemişgezek’te doğmuş bir Kürt. Hem kendi bestelerini hem eski Kürt türkülerini söylüyor. Avrupa’da bir fenomen, konserleri hep dolu. Alanının gelmiş geçmiş en önemli kurumlarından biri olan Berklee Müzik Okulu Akdeniz Enstitüsü tarafından 2017’nin Akdeniz Müziği Ustası Ödülü’ne layık görülmüş. Yo-Yo Ma’yla birlikte söylemiş. 

Ne düşünüyorum? Dürüst olmak ne kadar da zor ama olacağım. “Avrupa’nın azınlıklara gösterdiği desteği arkasına almış ve kendi halkının da ona verdiği güvenceyle var olan bir sanatçı daha” diye düşünüyorum. Hazır kitlen varsa yürürsün. İşte bu korkunç ön yargıyla beraber de birazdan bu salonda sloganlar atılır diyorum. 

Sekizi on geçe Aynur sahneye çıkıyor. Müthiş bir coşku, seyirci delirmiş gibi. Önüm arkam alkışlarla inliyor. Elbette eşlik ediyorum. Türkü falan sevmesem de sanatçıya saygısızlık edecek kadar da eşek değilim. Aynur başlıyor. Billie Holiday’in bir lafı vardı, “Benim sesimin artık bedenime ihtiyacı yok” diye. Aynur belli ki mütevazı, onun yerine ben söyleyeyim: Aynur’un sesinin kesinlikle artık bedenine ihtiyacı yok. O durdurulamaz bir tabiat olayı. 

Herkes gerçekten müziğe kilitlenmiş

Derinlerden gelen bir ses, sanki onun aracılığıyla insanlara ulaşabilsin diye var. O nasıl bir ses, nasıl bir teknik, nasıl bir enstrüman. Sahnedeki duruşu, samimiyeti, uzaktan bile seçilebilen gülümsemesi, salonun ortasından atılan bir lafa cevap vermesi, birisi bir şarkıda ısrar ettiğinde tatlı tatlı “ya sabır” çekmesi, sesi çıkılamayacak notalara çıkarken arkasını dönüp sahnenin gerilerine doğru yürümesi, bizimle irtibatı kesip sanki tabiat anayla bağlantı kurması ama bunu hiç gücendirmeden yapması. Daha ne desem, nasıl söylesem…

Anlıyorum ki beni büyülediği gibi herkesi büyülediği için o kalabalık orada. Genci, yaşlısı, başörtülüsü, süslüsü, her türden kadını erkeği, bir ağızdan şarkıları söylüyorlar. Slogan falan atmıyorlar. Belli ki atmayacaklar. Bir kez bile Kürtlüğe dair laf edilmiyor. Herkes sahneye kilitlenmiş, herkes gerçekten ama gerçekten müziğe kilitlenmiş. 

Zaten gördüğüm en iyi orkestralardan biri. Piyano resitaline mi geldik, bir caz triosunun müthiş önemli bir konserine mi, neye geldik biz? Burada neler oluyor? Yazın kalkmışım Beykoz Kundura’da her tür caz konserine gitmişim, ömrüm boyunca öyle ya da böyle caz dinlemişim, New York’un en meşhur kulüplerinde yıllar geçirmişim, böyle bir şey deneyimlememişim. Yok, düşünüyorum düşünüyorum, yok. Davulda Ediz Hafızoğlu döktürüyor. Bulgaristan doğumlu. Aynur bir ara “Erdem nerede?” diyor. Erdem geliyor kemanıyla, seyirciyi çıldırtıyor. Son derece evrensel, halksız, yersiz, yurtsuz bir sahne. Hâlâ tek bir slogan yok, hâlâ Kürtlüğe, halkların özgürlüğüne, kardeşliğine falana filana bir vurgu yok. 

Tuhaf duygular içerisindeyim. Açıkça söylemeliyim, azınlık olmanın ne demek olduğunu ilk kez anladım ve irkildim. Belki de salonda Kürt olmayan 10 kişiden biriyim. Tamamen yalnızım ve olay çıkarsa ne yaparım diye düşünüyorum. Ne hallere gelmişiz, ayıp bize. Nasıl korkmuş olabileceklerini ilk kez anladım. Hep “Ya olay çıkarsa…” diye düşünerek yaşanır mı? Niye çıksın? 

Meğer halay çekmenin zamanı varmış, gördüm

Çıkan tek olay, son üç şarkıda sahneye gelen Ömer Avcı’ydı. Asma davuluyla. Zaten o zamana kadar Lincoln Center’da opera seyretmeye gelmiş seyirci adabıyla yerinde oturan, sadece oturduğu yerden müthiş tezahürat yapan seyirciye şaşıyordum. “Yahu ben kendimi zor tutuyorum, demek Kürtler pek oynamayı sevmiyor” diye düşünüyordum. Meğer öyle değilmiş, onun da bir sırası varmış. Zaten Aynur “Bu anı bekliyordunuz değil mi?” dedi, “Eveeeet” diye bir nida yükseldi ve ortalık dev bir halaya dönüştü. Ne ara o kadar insan el ele tutuştu, ne ara birbirine bağlandı, ne ara bütün salonda son derece muntazam halay zincirleri oluşturuldu takip edemedim. Bu da gördüğüm en güzel şeylerden biriydi. İşte o zaman anladım, neden bu insanların kalabalık gruplar halinde geldiklerini.

Halaylar çekildi, her şarkıya eşlik edildi. “Dar Hejiroke”de Aynur sustu, binlerce ses inledi. “Min Digo Mele”de gece artık herkesin bir olduğu devasa bir partiye dönüştü ve Aynur sahneden indi. İnmeden dedi ki, “Gördüğünüz gibi biz burada sanat yapıyoruz, müzik yapıyoruz, savaşmıyoruz.” Başımı salladım. Sanki bana konuşuyor, konserin ilk anlarında aklımdan geçenlere cevap veriyor. Karşılığında seyircisi yine sadece çılgınca alkışladı. 

Tabii ki o seyirci onu bırakır mı? Üstelik kaç zaman üstüne buluşmuşlar, Aynur’un kendi deyimiyle “Birbirlerini bulmuşlar.” Aynur ve orkestrası içeri girdi, seyirci dışarıda “Bi daha” diye bağırmaya başladı. 

“Ama Zülfü Livaneli bile sahneye dönmüştü”

Başından beri kulağım arkamdaki genç gruptaydı zaten. Şarkıların çoğuna eşlik etmişlerdi, bazısının sözlerini bilmemekten yakınmışlardı. Zılgıt da çekmişlerdi halay da. Şimdi de Aynur bis yapsın diye beklerken başladılar konuşmaya. Biri dedi ki “Valla Duman geri dönmüştü sahneye.” Öteki dedi ki “Teoman da döndü.” Bir üçüncüsü “Teoman’ın sahneye çıkması mucize” dedi. Beriki “Yahu Zülfü Livaneli bile geri çıktı” dedi. “Ama o da Zülfü Livaneli” diye onayladılar birbirlerini. Aralarından erkek olan “Yarın da Bostancı’da çıkıyor, gidelim mi?” diye sordu, kızlardan biri itiraz etti: “Olmaz, yarın laboratuvar dersi var.” Ve Aynur onları da duymuş gibi tekrar geldi tabii ki sahneye. Gerisi? Gerisi düğün dernek.  

Bunlar Avrupa’dan gelmiş olmalı!

Son şarkıdan sonra yine tüm zarafetiyle selam verdi Aynur. Ekibiyle önümüzde eğildiler, kalabalık ıslık kıyamet tebrik etti. Işıklar yandı, herkes hafif hafif toparlanmaya başladı. Birbirimize bakıyoruz “Biz biraz önce nasıl bir olaya şahitlik ettik” dercesine. 

Dikkat ettim, kalabalık bir hayli özenli gelmiş. Yanımdan bir çift geçti; uzun boylu, genç kadının üzerinde krem rengi harikulade kaşe bir palto, genç adamın üzerinde birbiriyle daha uyumlu olamayacak bir ceket-pantolon. Ceketin arkasında iki düğmesi, arasında kuşağı. İster istemez “Bunlar Avrupa’dan gelmiş olmalı” diye düşündüm. Erkekler şık boğazlı kazaklarını giyip boy pos göstermek istemişler sanki. Kadınlar da başlarındaki tokalarına bile dikkat etmişler. Öğrenci takımı tabii her zamanki gibi bir kot, bir kapüşonlu… Acaba bu özen Aynur’un şıklığı yüzünden mi diye düşünmeden edemedim. Zira konser boyuncagözlerimi elbisesinden alamamıştım. Günümüz modacılarının pek adını bilmem ama buz mavisi hafif parıltılı uzun tüylü elbisesini hazırlayanın ellerine sağlık. Aynur elbiseyi yaşının bütün güzelliği, doğallığıyla üzerinde taşıyordu. 

Sessiz sakin arabalarımıza, taksi kuyruklarımıza, toplu taşımamıza dağıldık ve oradan ayrıldık. Düşündüm en son ne zaman her haliyle bu kadar kaliteli bir konser seyretmiştim diye, bulamadım.