26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
15.04.2022 04:30

İyi bir yere gidiyor olsak gençler ülkeden ayrılmazdı

Kars’ın bir köyünde doğuyor. Hayali çiftçi olmakken, kendini New York Üniversitesi’nde profesör olarak buluyor. O, fırsat verildiğinde bir gencin neler başarabileceğinin en iyi örneklerinden biri.

Bu hafta New York’tayız. Konuğumuz  NYU’da davranışbilim ve istatistik dersleri Profesörü, araştırmacı, yazar, akademisyen, Boston College ve NYU Ögretim Üyesi Mükemmeliyet Ödülü, ABD Çocuk Gelişimi Vakfı Araştırmacı Ödülü gibi birçok ödülün sahibi Prof. Dr. Selçuk Şirin. Şirin’le Türkiye’de adalet kavramını, “Eğitim şart” lafını neden sevmediğini, gençlerin neden ülkeden umudunu kestiğini ve Eylül ayında çıkacak yeni kitabı “Ya Adalet, Ya Sefalet”i  konuştuk. 

Çocukluktan başlayalım hocam.

Eskiden Kars’a şimdi Ardahan’a bağlı güzel bir köyde doğdum. Babam idealist bir köy öğretmeni. Beş kardeşimle birlikte önemli konukların geldiği, entellektüel sohbetlerin gerçekleştiği bir evde büyüdüm. Hayattaki en büyük şanslarımdan biri evimizde kütüphane olmasıydı; tüm vaktim kitap okumakla geçerdi. Ama gittiğim okul çok zayıf. Ben de ortalama bir öğrenciyim. Lise 1’de bir bakkal dükkanı açtım. Hayalim bakkalı büyütüp köyde bir tavuk çiftliği açmaktı. 

“Bizde eğitim göbekten merkezi hükümete bağlı. O nedenle Türkiye’de iyi ebeveynlik bilinçli seçmen olmakla başlar. Siyasete karışmıyorsan, siyaset senin çocuğunun geleceğine karışır. Sadece kendi çocuğunu kurtarmak, çocuğunun geleceğini kurtarmıyor. Kolektif bir şey bu.”

Şahane. Köyde çiftlik hayalinden ODTÜ Eğitim Bilimleri’ne geçiş nasıl oldu?

Sırf Göle’den çıkıp, Kars’ı görebilmek için sınava girdim. O yıllarda üniversiteye giriş sınavı, özellikle ilk sınav, daha çok genel kültür ve yeteneğe dayalıydı. Beni ve öğretmenlerimi şaşırtacak bir şekilde o sınavda yüzde 1’lik dilime girdim. ODTÜ adını ve methini duyduğum bir okuldu. Böylece 18 yaşında köyden çıkıp Ankara’nın yolunu tuttum. Elimdeki zarfta adres olarak, “Eskişehir Yolu 8. KM” yazıyordu hiç unutmam. O kampüse girince Türkiye’nin bizim köyden ibaret olmadığını anladım.

Ankara bile size farklı gelmişken, bir de İngiltere maceranız var değil mi?

Evet. ODTÜ’ye başladığım senenin yazında harçlığımı çıkarabilmek için Didim’de bir otelde çalışmaya başladım. Orada tanıştığım Gallerli genç bir öğretmen çift ile dost olduk. Edebiyat, sanat, rock ve tabii ki politika üzerine uzun konuşmalar yaptık. Köyde, baba evinde gerçekleşen sohbetler benim hayat sermayem olmuştu. Dediler ki “Sen dünyayı görmelisin. Biz sana bir fırsat verip, İngiltere’ye davet ediyoruz. Ama sen de ileride bu fırsatı başka bir gence vereceksin.” İngiltere’ye gittiğimde, bu sefer dünyanın Türkiye’den ibaret olmadığını gördüm. Londra’da British Museum’u gezerken hayata bakışım alt üst olmuştu. O ziyaret bir diplomaya bedeldi.  

ODTÜ’den mezun oldunuz. Sonra? 

1991'de dereceyle mezun oldum. İngilizcem gayet iyi. Altı yıl uğraştım, hiçbir yerde akademisyen olarak kadro alamadım. Taşra üniversitesine gittim, beni İngilizce sınavlarında elediler. 1996’da sırf akademisyen olmak için Amerika’nın yolunu tuttum. NYU’da önce yardımcı doçent sonra tenür sistemini alarak doçent oldum, sonra da erken yaşta profesör oldum. Bunları başarana kadar, yani 12 yıl boyunca, Türkiye ile pek bir bağlantım yoktu. Amacım önce kendimi Amerika’da bilim dünyasında ispatlamak sonra ülkeye hizmet etmekti. 

Türkiye ile ilgili çalışmalar yapmaya ne zaman başladınız?

Çocuklarımın annesi Amerikalı. O nedenle iki oğlum Türkçe’yi iyi öğrensin diye 2008’de bir yıllığına Türkiye’ye döndüm ve kendime “Ben burada ne işe yararım?” sorusunu sordum. Türkiye’de bilimsel yöntemleri kullanarak toplumsal sorunlara herkesin anlayacağı bir dille çözüm üretebileceğimi gördüm. Geçen 15 yılda adalet ya da özgürlük gibi kavramları sofraya dayalı bir anlatım şekli ile anlatan bir yöntem geliştirdim. Köşe yazılarımda, kitaplarımda, televizyonda ya da TED konuşmalarımda hep bu temel çizgiyi korumaya çalıştım

Örnek verir misiniz?

Mesela “Üç gazeteci içeri alındı” “Sokakta özgürlük isteyen gençlere dayak atıldı.” Bu tartışmaları Türkiye’nin kabaca yüzde 30’u takip ediyor. O yüzde 30’a söyleyecek bir sözüm yok. Beni kalan yüzde 70 ilgilendiriyor ki bu benim büyüdüğüm çevre yani İkinci Türkiye dediğim bir kuşak önce köyde yaşayan kesim. Bu kesimin birinci derdi sofradaki ekmek. Oradan bakınca adalet ya da özgürlük lüks gibi gözüküyor. Köşe yazılarımda “Özgürlük ve adalet olmadığında sofradaki ekmeğiniz de eksiliyor”u verilerle anlatmaya çalıştım. Ardından Türkiye’de yayınlanan ilk kitabım “Yol Ayrımındaki Türkiye; Ya Özgürlük Ya Sefalet” geldi. Adalet ve Sefalet birbirinin zıttı değildir ama Türkiye’de bu böyle.

Açıklar mısınız?

Mesela, Türkiye’de tapu kutsal. Niye herkes yatırım aracı olarak ev sahibi olmayı seçiyor? Neden bir ülkede herkes üç kuruş bulunca toprağa gömüyor? Analizde şu çıktı; “Bir ülkede adalete olan güven azalınca, tapuya olan güven artıyor.” İnsanlar Türkiye’de tapuyu gelecek garantisi olarak görüyor, başka yatırım araçlarına güvenmiyor. Almanya’da ev sahibi olma oranı yüzde 50-60’dır mesela. Türkiye’de ise Afganistan seviyelerinde, evi olmayan yok. Ya da Türkiye neden Twitter, Instagram kullanımında ilk üçte? Verileri analize soktum. Sonuç bir ülkede ifade özgürlüğü tehdit edilince insanlar kendini sosyal medyaya vuruyor. İlk kitabımda buna benzer epey özgün analiz vardı ama temel amacım o kitapla siyasi tartışmalara verilerle yeni bir soluk getirmekti. 

Sonra “Bir Türkiye Hayali” geldi.

Evet, 2016’dan sonra Türkiye başka bir evreye geçince bu sefer siyaset üzerinden değil, yetişkinler üzerinden derdimi anlatmak istedim. Amacım “Siz yetişkinler sisteme rağmen hayalinizi gerçekleştirebilir, dönüşüme katkıda bulunabilirsiniz.” demekti. Bir süre sonra Türkiye’deki makro değişimler, bunu da anlamsız kıldı. O noktada köşe yazarlığını da bıraktım. Siyasilere de, yetişkinlere de söyleyecek sözüm kalmamıştı. Zaten beni çok da dinlemiyorlardı. Türkiye değiştikçe “Ben burada ne işe yararım?” sorusunu kendime tekrar tekrar sordum. 

Bu sefer nerede karar kıldınız?

Çocuklar ve gençlerde. Onların daha iyi yetişmesi için ne yapabileceğime baktım. Bilimsel verilere, kendi ebeveynlik tecrübemi ve küçük bir köyden New York’a ulaşan yetişme hikâyemi de katarak yazmaya başladım. “Yetişin Çocuklar” ve “Yetişin Gençler” iki seri kitap olarak böyle geldi. Bu kitaplarda da siyasete, eğitimde fırsat eşitsizliğine, yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen evimizde ya da eğitim kurumlarında nasıl daha iyi çocuk yetiştirebileceğimizi anlatmaya çalıştım.

“Eğitim şart” sözünü neden sevmiyorsunuz?

Bu sonbaharda çıkacak yeni kitabımda tekrar siyasete odaklanacağım. Çünkü malum yeni bir seçim sürecine giriyoruz. Ben de Türkiye’nin gelecek vizyonuna özgün bir katkıda bulunmak istiyorum. Kitabın şimdiki başlığı -“Eğitim Şart” lafını da protesto etmek amacıyla- “Ya Adalet, ya Sefalet”. Millet çöpünü sokağa atıyor hemen çözüm önerisi geliyor: Eğitim Şart! Kadına şiddet: Eğitim Şart! Sonra bakıyorsunuz bunları müfredata koyuyorlar. Peki konu çözülüyor mu? Hayır. İnsanların bilinç düzeyini artırarak davranışlarını değiştiremiyoruz. Bunu söyleyen kişi Nobel ödüllü Daniel Kahneman. Millet bilinçsiz olduğu için çöpü yere atmıyor. Ya çöp kutusu yok ya da toplumsal müeyyide yok. Kahneman diyor ki: “Herhangi bir davranışın sonucu ödüllendiriliyorsa, o davranış artıyor, cezalandırılıyorsa azalıyor.” Çocuklarımıza çok iyi eğitim verebiliriz, ancak hayat okuldan çıktıktan sonra başlıyor. Çocuk, yere çöp atıldığını ya da kadına şiddet uygulayanın önünün açıldığını görürse, o davranış normalleşiyor. Hatta çocuk fazla eğitimli olunca, topluma aykırı kalıyor, mutsuz oluyor. İş sadece eğitimi dönüştürerek, bilinci artırarak olmaz. 

Nasıl olur?

Adaletle. Toplumsal sözleşmeyi değiştirmeniz gerek.  Medeniyet bizim topraklarımızda, Mezopatamya’da başlıyor. İlk köyler, kasabalar, toplum olmanın, birlikte yaşamanın getirdiği ilk kurallar bizim topraklarımızda kuruluyor. Eğitim değil, adalet şart.  Açık söyleyeyim ben bu “Eğitim şart” sözüne kıl oluyorum. İnsanları çaresizliğe sürüklüyor. 

Adalet bugünden yarına nasıl gelir ki. Halimiz ortada.

O kadar kolay gelir ki. Bir sabah kalkarız ve deriz ki “Arkadaş biz bu ülkede artık kadınların şiddete maruz kalmasına göz yummayacağız. Artık şiddet uygulayan, ayrımcılık yapan herkes ceza alacak.” Zor değil. Sonuçta siyasileri biz seçiyoruz, sandığa biz gidiyoruz. Ben artık Türkiye’de adaletin bir soyut kavram olarak ele alınmasından, entelektüel kesim tarafından adeta Fransız Devrimi sırasında kentli sofralardaki gibi konuşulmasından çok sıkıldım. Ben somut kavramlar ve pragmatik önerilerden bahsediyorum. Adalet soyut değil, somut bir kavram.

Gençler de adalet olmadığı için ülkeden ümidini kesiyor değil mi?

Bir örnekle izah edeyim. Ben gençlere diyorum ki, “Size NYU’da burs vereceğim. Bedeli 250 bin dolar. Kim ister?” Herkes elini kaldırır. Sonra diyorum ki “Bu bursu erkeklere vereceğim”. Yüzde 50 elini kaldırır. Sonra diyorum ki “Sadece Karslı olan erkeklere vereceğim.” Üç dört kişi elini kaldırır. Kars yerine siyasi parti ismini koyarsanız, Türkiye’deki durumu açıklamış oluruz. Gençlerin bir yarışa, bir üretim sürecine girebilmesi için sonuca ihtiyacı var. Adil bir rekabet sürecine giremeyeceklerini bildikleri için çalışmıyorlar. Türkiye OECD ülkeleri içinde üretkenliği en az olan ülkelerden biri. Eğitim sistemimiz birçok ülkeye göre iyi. Ancak genç bir insan ağzıyla kuş tutsa da, şu partide bir tanıdığı, şu tarikatta bir yakını, şu iş yerinde bir torpili yoksa sonuca ulaşamıyor. İşte o noktada sadece o genç değil, tüm Türkiye fakirleşiyor. Kazanamayacağınızı bildiğiniz yarışa girmezsiniz. Nüfusun önemli bir kısmı cinsiyetinden, siyasi görüşünden ya da yaşından dolayı artık yarışa bile giremiyor. 

Ve çareyi gitmekte buluyor değil mi? 

17-18 yaşında gençlerin önünde kocaman bir hayat var ve gündemi en yakından onlar takip ederler. Gençlerin yüzde 60’ı 70’i  “Artık bu ülkede bana yer yok” diyor. İktidardaki partilere mensup gençler de bunu söylüyor. Ben Türkiye’den ayrıldığımda, her zaman bir gün döneceğimi ve Türkiye için çalışacağımı bilerek ayrıldım. Şimdiki gençler gidiyorlar ve bir daha da dönmek istemiyorlar. Ülkeden umutlarını kesmiş durumdalar. “Türkiye nereye gidiyor?” diye soracak olursanız, gençlere bakın. İyi bir yere gidiyor olsaydık gençler başka yere gitmezdi. 

Köy enstitüleri, iyi devlet okulları, öğretmen okulları, Anadolu liseleri, fen liseleri aslında “eğitim”den çok “adalet”ti değil mi?

Bunların hepsi dünyaya örnek olacak modellerdi. Yeni modeller yaratmaya ihtiyacımız var. Yapmıyoruz. OECD verilerine göre Türkiye çocuklarını yetiştiremiyor, 21’inci yüzyıla hazırlayamıyor. Yedi maddelik bir çözüm önerim var. Detaylarını youtube kanalımdan bulabilirsiniz. Türkiye’de 20 milyon öğrenci var. Aileleriyle birlikte 40 küsür milyon seçmen eder. O gruba sesleniyorum. Bizde eğitim göbekten merkezi hükümete bağlı. O nedenle eğer Türkiye’de çocuğun varsa iyi ebeveynlik bilinçli seçmen olmakla, çocuğunun geleceğiyle ilgili kararları sandıkta vermekle başlar. Siyasete karışmıyorsan, siyaset senin çocuğunun geleceğine karışır. Sadece kendi çocuğunu kurtarmak, çocuğunun geleceğini kurtarmıyor. Kolektif bir şey bu. Tekrar söylüyorum: Ülkedeki genel özgürlük ve adalet ortamına siyaset üzerinden müdahil olmadan sağlıklı ve mutlu bir çocuk yetiştiremezsiniz.