23 Kasım 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
12.03.2021 06:00

Gündüz Vassaf: "Savaş ne zaman bitecek?" denilmez, sağ kalmaya çalışılır

1946’da Boston’da doğdu. Annesi psikolog, babası psikiyatr. Üniversiteyi futbol bursuyla okudu. Akıl hastanesinde gardiyanlık yaptı. Kendi deyimiyle tesadüfen “psikolog” ve tesadüfen de “yazar” oldu. Bu hafta konuğumuz son 30 yıldır, kitaplarıyla, fikirleriyle hayatımıza yön veren Gündüz Vassaf. Farklı şehirlerde geçen hayatını, Boğaziçi’nde cereyan eden olayları ve uzayan pandemi sürecini konuştuk
Anneniz psikolog, babanız psikyatrist. Birçok farklı şehirde okumuşsunuz. Bu size ne öğretti? Az çok her yerde kendimi evimde hissetmeyi. Nazım Hikmet’in oğlu Mehmet’e bir lafı vardır. “Oğlum dünya babanın eviymiş gibi yaşa” der. Rahat ve mutlu yaşa, anlamında.  Toplam kaç şehirde yaşadınız?  Çok. Bir söyleşide “Niçin İstanbul’da yaşıyorsunuz?” diye sordular. “Umarım alışkanlıktan değildir” cevabını verdim. Sonra İstanbul’da yaşamayı azalttım. Alışkanlık olunca o şehri görmez, yaşamaz oluyorsunuz. Oğluma da babasını hatırlayacağı bir nasihat vermek istedim. Mümkün olduğu kadar başka şehirlerde yaşamasını, tanımadığı kültürlerle, dillerle tanışmasını söyledim. Sonra bunu benim de yapmam gerektiğini anladım. İlk durağım Mostar oldu. Sonra Sicilya. Amaçsız bir şekilde ikisinde de 5-6 ay yaşadım. Onun haricinde Boston, New Hampshire, Washington, Amsterdam, Paris, Viyana, İngiltere’de beş ayrı şehir...  Çoğundan da kitapla döndünüz. Evet; Mostar’dan Mostari, Sicilya’dan şu anda yazmakta olduğum Caravaggio, “Amsterdam’dan Avrupa’da yaşayan işçi çocukları…” Amerika’da bir Türk çocuğu olarak büyümek nasıldı? Amerikalıdan farksızdım. İlk adım Yusuf. O oldu Joseph, o da oldu Joe. Oralıydım. Fakat lise son sınıfta okuduğum özel okulda, Amerika’daki ayrımcılığı, eşitsizliği görüp Amerika’dan soğudum ve inadına İstanbul’a gelip son sınıfı Robert Kolej’de okudum. Joe değil, Gündüz oldum. Boston evim gibi olsa da, insan evinden de kaçmak isteyebilir.
Gündüz Vassaf yap-boz gibi bir aç-kapat sistemiyle, hem halk sağlığının hem de ekonominin aynı anda korunamayacağını, yanlış yapıldığını düşünüyor (Fotoğraf: Mehmet Hikmet)
Gündüz Vassaf yap-boz gibi bir aç-kapat sistemiyle, hem halk sağlığının hem de ekonominin aynı anda korunamayacağını, yanlış yapıldığını düşünüyor (Fotoğraf: Mehmet Hikmet)
 Akıl hastanelerinde büyümüşsünüz galiba.  Akıl hastanesi ve bizim evimiz üniversitenin içindeki yerleşkede. Arkadaşlarım açık havaya çıkma izni olan kişiler. Onlarla golf oynardım, yürüyüş yapardım. 18 yaşında “Bari bir işe yarayayım” dedim ve bir yaz hastanede gardiyan oldum.  Nasıl bir deneyim? Yaşam dönüştürücü. Geriatri bölümünde çalıştım. Ailelerinin evden attığı 60-70 yaşlı bir koğuşta. Pencereler demirli. Kimisi çıplak, kiminin üstü başı yırtık. Dışkılarıyla oynayanlar, birbirlerini itip kakanlar... İlaçlandıkları için fazla takatları yok. Böyle bir dünya.  Korkup kaçmadınız mı? İlk gün kabus gibiydi. İkinci gün kendime gitmemeyi yediremediğim için gittim. Üçüncü gün alışmıştım. Ondan sonra hayatımda birçok şey anlam kazandı. Ne gibi? Nazi kamplarındaki Yahudilerin öleceklerini bildikleri halde, boş kaldıklarında nasıl şarkı söyleyip, aşık olabildiklerini, insanların faşizme ve hayatın tüm felaketlerine karşı nasıl hızlı uyum sağlayabildiğini o ilk üç günde anladım.

Neden psikoloji?

Böyle bir deneyimden sonra psikolog olmanız da müthiş.  O yıllarda Harlem’de doğsam, belki esrar satıyordum, belki hırsızdım. Ben buna doğdum. Biraz da tesadüf. Üniversitede okurken üçüncü sınıfta bir alana yoğunlaşmanız gerekir. Psikoloji kolay geldi. Beleş not için psikolojiyi seçtim. Sonra lisansdan mastera, masterdan doktoraya devam ettim. Üniversiteyi de futbol bursuyla okumuşsunuz.  O da tesadüf. Futbolu keyif için oynuyordum, sporcu bir tip değildim. George Washington Üniversitesi’nin Amerikan Futbol takımının büyük burs bütçesi vardı fakat çok başarısız olduğu için takımı dağıttılar. Bütçesini de bizim futbol takımına aktardılar.  Yazar olmanız da mı tesadüf? Evet. 1980’de YÖK’ün gelmesiyle, Boğaziçi’nde akademisyenlik görevini bıraktım. Farklı ülkelerde hocalık yaptım. Kalıcı olabilmem için, siyasi mülteci olmam istendi. Kabul etmedim. Bir süre sonra sürekli ülke değiştirmek de zor geldi. İnsanların hayatlarına girip, düğünlerine, cenazelerine gidip, her seferinde “ben gidiyorum” demek ağır geldi. Bıraktım hocalığı. İngiltere’deydim, oğlumuz yeni doğmuş. Aylak aylak televizyona bakan baba olmayayım diye oturdum kitap yazdım. Cennetin Dibi öyle çıktı. İlk kitabım Cehenneme Övgü’yü de Almanya’da ders verirken yazmaya başlamıştım. O zamana kadarki tüm birikimim bir yazma isteğine dönüşmüştü ama yazar olmak gibi bir niyetim yoktu. 

Boğaziçi’nde yaşananlar 

Gelelim Boğaziçi’ne... Boğaziçi’nde yaşananlar, YÖK geldiğinden beri tüm ülke üniversitelerinde yaşanıyor. Yeni bir şey değil. 40 yıldır tüm rektörler atanmış rektörler. Özerklik ve özgürlük olmayan yer, üniversite değildir. Ben istifa ettiğimde, birçok hoca sesini çıkarmadı, totaliter rejime boyun eğdi. Bugünkü öğrenciler bunun bedelini ödüyor. İşimize gelmeyince mi itiraz ettik? Çok doğru. Hükümet AKP geçmişli aday getirince herkes itiraz etti. Öğrenciler ses çıkarmasa, hocalar yine kabul ederdi. Hocalar rektörlüğe sırtlarını dönüyor ama isimleriyle ortaya çıkmıyorlardı. Neyseki geçen hafta, Danıştaya dava başvurusu yapmışlar. 40 yıl beklediler, öğrencilere örnek olmaları gerekirken, nihayet öğrencilerin açtığı yoldan gidiyorlar. Tarihi Yargılıyorum kitabınızda insanlığın geleceğini iyi gördüğünüzü söylüyordunuz. Hala öyle mi? İyimser gerçekçiyim. Pandeminin gelmesi toplumda oluşan olumsuzlukları da, olumlulukları da hızlandırdı. Gelir adaletsizliği, sınıf farkı arttı. Ama bu aynı zamanda düzenin iflasını hızlandırdı. Siyasi partilerin yapamadığını korona yaptı. Greta iklim kriziyle bizi dünya vatandaşı yapamadı, yine korona yaptı. Korkumuz bizi birleştirdi. Evden çalışmak, eğitim sistemi, ailelerin yakınlaşması ya da uzaklaşması... Erkek terörü gördüğü halde dişini sıkan kadın artık sıkmıyor, boşanıyor. Öte yandan birçok çift birbirini yeniden keşfetti, aile oldu. Saymakla bitmeyecek olumlu yanları var ve yakın vadede sonuçlarını göreceğiz. Güzel diyorsunuz da, uzayan pandemi süreci birçok kişinin psikolojisini bozuyor. Sabretme kelimesini lugatımızdan atalım. Uzun vadeli planları bırakalım. Carpe diem (anı yaşa). Bugünümüzü en iyi şekilde nasıl geçirebiliriz? Kendimize ne katabiliriz? Şikayet, insanı depresyona sokar. Savaşta “Savaş ne zaman bitecek?” diye sorulmaz. Sağ kalmaya çalışılır. Beklenti içinde olmak dengemizi bozuyor. Psikoloji dernekleri de yardımcı olmuyor. Nasıl? “Pandemi döneminde uyuşturucu, alkol kullanımı, depresyon, intihar, kadınlara şiddet arttı” açıklamaları var. Sürekli yan etkileri dillendirmeleri bunları daha çok odağa koyuyor. Üstelik ilacını vermiyorlar. Psikoloğun vazifesi insanın kendisine değer vermesini sağlamak, kendini güvende hissettirmek.  

Hazırlıksız yakalandık

Türkiye’nin Covid sınavını nasıl görüyorsunuz? Salgına karşı hazırlığımız varken Hıfzıssıhha Enstitüsü’nü kapattığımız için hazırlıksız yakalandık. Aşının ücretsiz olması, devletin o anlamda sorumluluk alması güzel. Ancak bu iş yap-boz gibi bir kapatıp bir açmakla olmaz. Bu işi çözen ülkeler Çin, Tayvan, Vietnam, Yeni Zelanda gibi halkının ekonomik sorumluluğunu üstlenerek, tam anlamıyla kapanarak çözen ülkeler.  Hafta içi iş, hafta sonu karantina. Modern zaman kölesi miyiz? Tam da bu. Hafta içi insanını işe yolla, hafta sonu hapise tık. Olmaz. Bir ipte iki cambaz oynamaz. Hem ekonomiyi hem insanını koruyamazsın. Birçok ülke sadece savunma bütçelerinden küçük bir yüzde kesseydi, insanlar işe gitmeden bir süre geçinebilirdi ve bu iş üç sene yerine, belki de üç ayda bitebilirdi.