Mutluluktan bahseden bir biyokimyacı ise akla hemen serotonin yani mutluluk hormonu gelir. Ki ben de ondan bahsedeceğim. Hasta olduğumuzda, vücudumuz bir bakteri veya bir virüsle savaşırken, bu savaşın bedeli olarak mutluluğumuzu elimizden alan bir biyokimyasal durum oluşur. Biz virüs veya bakterileri yenmek için kendi mutluluk hormonumuzu feda ederiz. Demek ki hastaysak bu hormonu daha fazla üretmek için yol aramalıyız. Bu yolları anlatacağım.
Ama konuyu adım adım ele alalım:
Mutluluk hormonu nasıl üretilir?
Serotonin; mutlu, huzurlu, tatminli hissetmemizi sağlayan hormondur ama öyle hop diye üretilemiyor. Önce bir ön ham maddeye ihtiyacımız var: Triptofan. Demek ki önce triptofanın başına gelenleri takip etmeliyiz.
Triptofan, seratoninin ön maddesi. Biz bunu iki şekilde elde edebiliriz.
1- Yiyeceklerden (Çiğ kakao, bitter çikolata, hindi, muz gibi daha önce de duyduğunuz besinler)
2- Bağırsak bakterilerimiz bizim için üretir.
Üçüncü yol da antidepresanlar diye bildiğimiz ilaçlar ki onlar üretimi arttırmaz ama tekrar tekrar serotoninin kullanımını artırır.
Mutluluk hormonu nasıl beyne gider?
Triptofan bağırsaktan sonra karaciğere uğrar ve oradan sonra beyne geçer. İşin içinde iyi bir karaciğer fonksiyonu da olmalı.
Tamam, artık daha mutlusunuz. Buraya kadar bildiğimiz konular. Peki hastalanınca mutsuz hissetmemize geri dönelim.
Hastayken neden depresif olunur?
Çünkü, iyileşme uğruna mutluluktan ödün veriyoruz. Ama bu bizim hayrımıza oluyor.
Olay şöyle ilerliyor:
Vücut bir zararlı ile savaşırken onu öldürmek için bir tür obur çöp yiyici hücre kullanır. Makrofaj ismiyle tanıdığımız bu hücrelerin işi, zararlı gördükleri düşmanı içlerine alıp orada parçalamaktır. Bunu yapmak için özel silahları vardır ki biz bunlara genel adıyla serbest radikaller diyoruz. Makrofaj içindeki düşmana doğrultulan bu silahların, o hücrenin DNA’sını da hasarlayabilme ihtimali var. Demek ki akıllı bir organizmanın, kendi silahıyla kendini vurmaması için her daim kendini de onarabilme alarmında kalması lazım. İşte bir makrofaj düşmanla savaşırken kendi DNA’mızı da ‘ya yanlışlıkla vurursam’ endişesiyle korumaya çalışması lazım. İşin tıpçası DNA onarım mekanizmalarını aktif tutması ve bunun için gerekli ön maddeleri hazırlaması gerek. İşte şimdi konu, DNA tamirinin desteklenmesinin mutlulukla değiş tokuşuna geldi.
Makrofajlarda aktif savaş varsa, makrofajlar DNA’yı bu savaştan korumak ve onu onarmak için NAD isimli moleküle daha fazla ihtiyaç duyarlar. NAD yapmak için gereken ham maddelerden en önemlisi ise triptofandır. Makrofaj ne kadar aktif savaşıyorsa o denli triptofanı kendine alır. Besinlerden gelen ya da bağırsak bakterilerinin ürettiği tripofan, karaciğere oradan da beyne gideceğine direk makrofajlara gider.
Buraya kadar neler anladık:
1- Mutluluk serotonin ise onun ön maddesi triptofan bize lazım.
2- Bağırsaktan gelen triptofan, vücutta bir enfeksiyon yoksa beyne daha çok gider.
3- Hastalık durumunda, hastalıkla savaşan makrofaj bizim DNA’nın tamirine ham madde olsun diye triptofanı çalar.
4- Hastayken depresif olmamız normal demek ki.
Peki biz ne yapalım, hem savaşa destek olalım hem mutsuz olmayalım. Veya hastalık sonrası daha kolay normal modumuza dönelim. Şunları yapabiliriz:
1- Triptofan içeren besinleri artıralım. Yukarıda saydım.
2- Destek olarak 5-htp alabiliriz. (Beş hidroxi triptofan)
3- Bağırsak bakterileri bize bu konuda yardım ettiği için onları koruyalım, çoğaltalım, besleyelim:
- Kefir, elma sirkesi içerek
- Bol lifli beslenerek
- Probiyotik desteği alarak
- Onların en sevmediği ‘hazır ve işlenmiş gıdaları’ azaltarak.
Mutluluğumuz ve bağırsaklarımız büyük konu bunu biliyoruz. Ama bilmediğimiz şu, mutluluğa giden hormonların üretiminde rollerinin olduğu. Ve asıl bilmediğimiz, tarım ilaçlı besinlerin onların bu fonksiyonunu azalttığı.
O halde son madde olarak, eğer hastaysak, hiç değilse o dönemde organik beslenmeye dikkat etmeyi yazabiliriz.
D vitamini eksikliğine yeni bir bakış
Son yılların temel sağlık meselelerinden biri vitamin D eksikliği. Covid ile de bu eksikliğin çok yaygın olduğunu gördük. Güneşli bir ülkede yaşarken, yaz sonu bile eksik olabilen bu vitamin D işinde başka bir biyokimyasal bit yeniği olabilir mi? İşte bu yazı güneşten gelen vitamin D’nin yapılabilmesindeki olmazsa olmazı sülfatlanma eksikliğimizi ele alıyor.
Öncelikle basitçe güneşten nasıl vitamin D elde ediyoruz hatırlayalım.
Güneşin öğlen saatlerindeki dalga boyu cilde temas ettiğinde, bu ışık vücuttaki kolesterolde bir yapısal değişikliğe sebep oluyor. Bu bize vitamin D’nin ön maddesini sağlıyor. Sonra bu ön maddenin karaciğere gidip aktif vitamin D haline gelmesi lazım. Ancak o zaman işimize yarar oluyor.
Peki, her biriniz ‘vitamin D yağda eriyen bir vitamindir’ ifadesini biliyorsunuz. İyi ama ciltte güneşle yapılan ön madde kanla karaciğere nasıl taşınacak. Kan yağ değil su ağırlıklı. Demek ki bu ön maddenin bu süre içinde suda eriyebilir hale geçmesi lazım. İşte ‘ sülfatlanma’ denen yöntem ile vücut, yağda eriyen vitamin D’yi bir süre için suda erir ve taşınabilir hale sokuyor. ‘water soluable’ yani suda eriyebilen vitamin D ön maddesi karaciğere gidip aktif formuna dönüşüyor. Buradan sonrası bizim bildiğimiz yağda eriyen kısım. İşi yapan da bu zaten.
Buradan ne sonuç çıkardık, biz güneşlenmeyi doğru yapsak da vitamin D ön maddesini karaciğere taşımak için onu sülfatlatmalıyız.
Peki bizde yeterince sülfat hammaddesi var mı?
Evet besinlerle bolca alıyoruz. Ancak bağırsaktaki sülfatın oluşmasını engelleyen bir etki var: Tarım sanayinde bitkileri ilaçlarken kullandıkları madde. Bu madde çoğu gıdada yüksek oranda var. Bitkilerin üretimini daha iyi yapabilmek, çok miktarda üretebilmek için kullanılan temel pestisit madde. Bu maddenin direk bize zarar vermediği belirtilir ancak bu madde bağırsak bakterilerimizin kompozisyonunu değiştirir. Bize lazım olan sülfatlanmayı azaltan bakterileri artırabilir. Bu durumda biz besinlerle sülfatlanma kazanmaya çalışırken bunu yapamayabiliriz. Burada sülfatlanma işin biyokimyasal adı iken asıl maddenin adı sülfür. Yani ihtiyacımız olan şey sülfür. Sülfürümüz var ise güneşten iyi vitamin D yapabiliriz. Ciltte oluşturduğumuz vitamin D’yi, karaciğere ‘suda erir halde’ yollayabiliriz.
O halde dünyada da yaygın olan vitamin D eksikliği ile yaygın pestisitli gıda tüketimini, onu da azalan sülfürümüze bağlayabiliriz.
Sülfürümüzü nasıl artıralım dersek çok zor değil. İşte sülfür kaynağı besinler:
- Sarımsak
- Soğan
- Brokoli, karnabahar, lahana
- Zerdeçal
İşte sülfür desteği ürünler:
- MSM
- Glutatyon
- Selenyum
- N Asetil Sistein
- Epsom tuzu ( magnezyum sülfat)
Bu yaz güneşlenip kışlık depolarımızı doldururken;
- Organik beslenmeye,
- Sülfürlü besin tüketmeye,
- Bağırsaktaki iyi bakterileri çoğaltmaya (lifli beslenme, kefir, probiyotik)özen gösterebiliriz.
Ekim ayında vitamin D seviyemizin takviyeye ihtiyaç duymayan bir seviyede olması için bu çabaya,
- Günde 10 dakikalık öğlen güneşlenmesini,
- Diğer zamanlarda gölgede veya güneşte de olsak gözlerimizi gözlük yerine şapkayla korumayı,
- Direkt güneşte sadece yeterli süre kalıp, uzun kalma arzumuz için güneş kremlerinde fazladan boğulmamayı ekleyebiliriz.
Burada amacım kremler veya gözlük üstünden polemik yapmak değil. Vitamin D ihtiyacı kısa sürede giderilebilir. Özellikle yeterince sülfürümüz varsa. Elbette illa güneşte kalacağım diyorsanız öğlen saatlerinde gözünüzü ve cildiğinizi korumalısınız.
Vitamin D bizim güneşle olan senkronizasyonumuzdur. Bu son iki madde bu senkronizasyonu bozmamak içindir. Vitamin D miktarımızın bize temelde dediği şudur: ‘Sen bu yaz şu kadar ışık tuttun.’
Işığınız bol olsun.