Türkiye’nin beka sorunu yalnızca sınır güvenliğine indirgenmiş durumda. Dünyadaki çok boyutlu ve çok aktörlü yeni bölüşüm kavgasının hemen her ülke için böyle bir risk barındıran dinamiklerle dolu olduğu açık. Evet ama tek beka sorunumuz bu mu? Hem etnik hem inanç temelli toplumsal fay hatlarının bu denli siyasileştiği ve kutuplaştığı bir zaman aralığında yeni bir toplumsal uzlaşma üretmeye mecburuz. Aynı zamanda bu toplumsal uzlaşmanın devletle de uzlaşma içermesi gerekiyor. Bu hedef için devletin yeniden yapılandırılması gibi devasa bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Kritik sorulardan birisi devleti, hangi ilkeleri esas alarak yapılandıracağımız sorusu. İktidarın bugün yaptığı, siyasi alanı olabildiğince daraltma çabasının aksine siyasi alanı olabildiğince genişleterek ve müzakere-ikna-uzlaşma süreçlerini çoğaltarak bunları sağlayabiliriz. Devleti yapılandırma sürecinin kendisi ve varacağı son durum toplumsal uzlaşmayı sağlayabilir ancak. Yoksa bir sabah güneş doğarken sokaklarda birbirimizi öperek toplumsal uzlaşma olmayacak.
Din üzerinde uzlaşma
Gerek devletin yeniden yapılandırılmasında gerek toplumsal uzlaşmada önümüzdeki en önemli meselelerden birisi din olgusuna yüklediğimiz tanım ve anlam konusunda bir uzlaşma üretmek. İktidarın bu konuda bir cevabı ve anlayışı var. Gerilimi üreten ve çoğaltan alanlardan birisi tam da bu noktada vücut buluyor. İktidar, Cumhuriyet’in laiklik anlayışını sorunlu buluyor, dindarların son yüzyılda mağdur ve kısıtlanmış olduğunu düşünüyor. Hem ülke için hem de küresel ölçekte İslami kimlik üzerinden bir söylem geliştiriyor. Sorun inançta değil
Devletin, yurttaşların inanmasıyla, inancıyla bir sorunu olmadı, aksine yurttaşların İslamiyet’e inanmaları, kendilerini Türk ve Müslüman kimliğiyle tanımlamaları arzu edildi, organize edildi. Sorun, ortak hayat alanlarındaki inanca uygun davranışlarda çıktı. Gündelik hayatın içindeki pratiklerden, giyim kuşamdan, yeme içmeye ve kullanılan dile kadar bireylerin ortak alanlardaki davranışlarına devlet standart ve sınır koymayı tercih etti. İnanç bireysel hayata ve evin içine sıkıştırılırken, ortak hayat ise “makbul vatandaşların devlete karşı ödevlerini yerine getirdikleri bir alan” olarak tanımlandı. Ortak alanda dini referanslar, inanç temelli davranışlar değil, devletin modernleşme tanımına uygun davranış kuralları geçerli kılındı. Çünkü temel kabul Osmanlı’dan devralınmış toplumun geri kalmışlığının sebeplerinden birisinin din olduğuydu. Türkiye’nin sanayi toplumu olma süreci, devletin öncülüğünde kalkınma ve devletin öncülüğünde modernleşme şeklinde yürüdü bir süre. Elbette kalkınmanın da modernleşmenin de tanımlarını ve kapsamlarını devletin belirlediği biçimde. Sonra 50’li yıllardan itibaren iç göç başladı ve giderek arttı. Köylerde yaşandığı ve eğitimsiz kümelerin yaşadığı varsayılan dindarlık ve dindarlar da şehirleşmeye başladı. Sanayi için kol emeği ihtiyacını karşılayan, göçle gelen insanlar giderek önce şehrin gecekondularını, varoşlarını inşa ettiler. Kalkınma, toplumsal dönüşüm, kentleşme, yerleşme süreçlerine paralel olarak o gecekondu, varoş mahalleleri ve toplumsal dokular metropollerin içinde yeni merkezlerini, yeni hayat tarzlarını, yeni inançlarını yaşama biçimlerini geliştirdiler. Bir yandan da teknolojik sıçramanın ürettiği sonuçlar ve metropollerde kalabalıklar içindeki yalnızlaşma gibi bir dizi gündelik hayat ritminden beslenen dinamiklerin sonucu olarak kimliklerin öne çıkışı süreci yaşandı. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sınıfsal gerilimler kültürel kimlikler arası gerilimlere dönüştü. Yeni muhafazakarlık
Değişimin, yeni olanın hukuki kurum, kural ve formları üretilemedikçe hayatın karmaşıklığı, belirsizliği ve riskleri, kimlikleri, kimliklerden anlam arayışını, bir bakıma yeni tür bir muhafazakarlığı besledi. Özellikle de bir yandan etnik aidiyetlerden yeni anlam arayışları diğer yandan inançlara ve muhafazakarlığa sığınma duygusu güçlendi. Şehirli, metropollü dindarlar bir yandan Batı’nın ahlakını eleştirip laik düzenin hukukunun yetmezliğini öne sürerlerken, ahlaki bozulmadan ve dini referansların ortak hayattaki eksikliğinden söz ediyorlardı. Bir yandan insan hakları ve özgürlükler söyleminden beslenerek din ve vicdan özgürlüğü talebi yükselirken, diğer yandan modern dünyanın insani, vicdani meselelerine merhamet, şefkat, kul hakkı gibi dini referanslarla cevaplar üretiliyordu. Ak Parti’nin kurulduktan hemen sonra iktidara gelişini besleyen dinamik, 2011 seçimlerine kadar çalışma ritmi ve başarısı, güçlü “parti teşkilatı enerji ve kapasitesi”, işte bu değişim sürecinden, mücadeleden ve o insanlardan beslendi. Ak Parti iktidarıyla beraber dindarlar ve yeni muhafazakar kimlik için yeni bir süreç başladı. Dindarlar ilk kez doğrudan devletin merkezine gelmişlerdi. İktidarın ilk yıllarındaki ekonomik büyüme, kamu hizmetlerinin yaygınlaşması ve erişilebilir olması gibi bir dizi başarı, Ak Parti’nin bir kimliğin değil, kitle partisi olmasını sağladı. Öte yandan devletin geleneksel mekanizmalarının, zihniyetinin ve reflekslerinin ürettiği direnç Ak Parti’ye, kitleselleşmesine karşın kimliğine sarılarak savunma hattı oluşturma fırsatını verdi. Süreç içinde devlet Ak Partileşirken Ak Parti de devletleşti. Ak Parti teslim aldığı devletin önceki mekanizma, politika ve söylemlerini aynen devraldı. Özneler yer değiştirdi
Önceki dönemin makbul vatandaşı “Sünni, Türk, laik” iken Ak Parti’nin ve yönettiği devletin makbul vatandaşı “Sünni, Türk, dindar” oldu. Ama özneleri yer değiştirirken makbul vatandaşlığın kazanımları ve makbul olmayanların kısıtlanmaları süreçleri aynı kaldı. Öncenin dindarlığı eve sıkıştırılırken şimdinin modernliği de aynı akıbete itildi. Öncesinde devlet “makbul Müslümanlar” üzerinden dindarları ve Müslümanları yönetme ve biçimlendirme çabasını hiç elden bırakmamıştı. Aslında FETÖ de devletin bu zafiyetini kullanarak güçlenmişti. Bugün de Ak Parti’nin tercihleri çerçevesinde benzerleri yine bu zaafı kullanarak güçleniyorlar. Ak Parti dindarların var olma mücadelesinden enerji alırken, Cumhuriyet’in dindarlığı toplumsal geriliğin nedeni olarak görüyor olmasına itirazı, kendi modernliğini inşa ederek göstermenin ve kurmanın peşine düştü. Kimlik peşinde koşarken kimliksiz, estetiksiz otoyollar, plazalar, alışveriş merkezleri, apartman tarlaları, şehirler inşa edildi. Bu hayal ve iddia öyle bir aşamaya geldi ki toprağa, ormana, suya hoyratlık, giderek insana da hoyratlığa dönüştü. Devletin ekonomideki ağırlığı ve gücü siyasi kimlik mücadelesine araç yapılırken sermaye transferiyle, adrese teslim devasa ihalelerle, kayıt dışılığı besleyen büyük inşaat projeleriyle dindarların Ak Parti’de olan kesimleri hızla, olağanüstü büyüklükte ve kayıt dışı zenginleşmeye başladı. Kötü bir kopya
Dindarların bir kısmı bu süreçte kendi modernlik yorumlarını üretti, inşa etti, muhafazakar modernlik oluştu. Muhafazakar modernlik yükselirken aslında kendilerini biçimleyen şeyin önceki dönemle aynı biçimde servet sahipliği ve fazla tüketim olduğu ıskalandı. Anadolu’da gösterilmesi ayıp olan servet, metropollerde gösterişli, şatafatlı yaşamlara güç verdi. Sponsorlarının kocaman ilanlarıyla duyurulan iftar çadırları, kameralar önündeki şatafatlı iftar yemekleri, binlerce insana gönderilen “hayırlı cumalar” mesajları, toplu sünnet ve nikah törenleri, hatta bebeğin cinsiyetini öğrenme ve kopya “baby shower” törenleriyle eleştirilen önceki modernliği de aşan başka bir hayat biçimi yükselmeye başladı. Bir bakıma dindarların bir kısmı bir yandan da lümpenleşmeye başladı. Devletleşen Ak Parti ile beraber devlet katında da makbul olmaya başlayan tarikatlar, inancı kavrayış ve yaşayış biçimi olmaktan çıkıp doğrudan siyasi ve ekonomik çıkar ilişkisine dönüştüler. 19 yılda çok şey değişti
Ak Parti’nin 19 yıllık serüveni, itiraz ettiği hemen her şeyi bugün kendisi tekrarlayan, devraldığı mekanizmaları daha da zorlayıcı biçimde sürdüren bir sürece dönüştü. Buna karşılık bu 19 yılda yalnızca kuşaklar değişmedi, toplum da değişti. Ak Parti’ye güç ve enerji veren kesimler, ihtiyaçlar ve talepler de. Hele pandemi ve eşlik eden ekonomik buhran toplumda başka ihtiyaçları ve talepleri öne çıkardı. Toplumda hangi inançtan, etnik kimlikten, hayat tarzından, siyasi tercih kümesinden olursa olsun insanların beklentilerini “hanenin dirliği, düzenliği” belirliyor ve bu beklenti ortak. Ekonomik olan ihtiyaç ve talepleri de gerilimleri ve çözümleri de besleyen ekonomik sınıfsal konumlar. Son 30-40 yıldır yaşanan değişimler, sınıfsal olan gerilim ve politikaların sihrini azaltıp kültürel olana kayışı öne çıkarmıştı. Şimdi dünyada da Türkiye’de de kalıcılaşmakta olan adaletsizlik ve yoksulluk sorunları, meseleleri tekrar sınıfsal olana doğru çekiyor. Sınıfsal ihtiyaç ve talepler öne çıktıkça da kültürel kimliğe sıkışmış politikalar ve söylemler gücünü kaybediyor. Hem dinin bu denli siyasallaşmasının ürettiği deneyim, hem de bugünkü durum, dinin de siyasal alandan toplumsal alana, devleti yönetmekten ahlaki meselelere doğru yeniden kendi anlamına dönüşüne olan talebi güçlendiriyor. Bu süreçler nedeniyle Ak Parti’nin yalnızca dindar gençlik yetiştirme iddiası değil, kimliğinden beslenen yeni bir toplum tahayyülü de çöküyor.