19 Mart 2024, Salı
30.07.2021 04:30

Bodrum New York’tan güzeldi

Bu hafta Bodrum’dan ilgi çekici bir portreyi paylaşıyoruz sizinle: George Simpson. Bir Şampiyondan alınan tavla dersi de işin cabası…
Sizi tanımak için önce anneanneden başlayalım mı? Anneannem Türkiye’nin ilk kadın doktorlarından Fatma Arif Atasagun. 1901, Edirne doğumlu. O dönem tıbbiyeye kadın almadıkları için Rockefeller bursuna başvurarak Amerika’ya gidiyor. Yıl 1919-20 civarı… Boston Tufts Üniversitesi’nde okuyor ve Türkiye’ye kadın hastalıkları uzmanı olarak dönüyor. Bir yazıda “Ankarada kendi özel otomobilini kullanan ilk kadın” diye okumuştum? Onu bilmiyorum, ama ilk kadın jinekolog olduğunu söyleyenler var.
George Simpson’ın doktor olan dedesi ve anneannesi Atasagun soyadını almış. “Atasagun” Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı Divanü Lûgat-it Türk’te “Başhekim” olarak geçiyor. Simpson’a eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’la bir akrabalıkları olup olmadığını sorduk, “Hiç yok” dedi. (Fotoğraf: Alpay Kars)
George Simpson’ın doktor olan dedesi ve anneannesi Atasagun soyadını almış. “Atasagun” Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı Divanü Lûgat-it Türk’te “Başhekim” olarak geçiyor. Simpson’a eski MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’la bir akrabalıkları olup olmadığını sorduk, “Hiç yok” dedi. (Fotoğraf: Alpay Kars)
Peki annenizin babası? Dedem Abdullah Arif Atasagun 1800’lerin sonlarında doğmuş. O da Paris’te tıp okuyor. İstiklal Savaşı gazisi, hatta madalyasını hala saklıyorum. Aslen Sivaslı’dır fakat benim tanıdığımda İstanbul Göztepe’de yaşardı. Bir zamanlar orada çok büyük arazileri varmış.  Anne Boston’da, baba Paris’te tıp okumuş; kızları acaba ne okuyor? Kızları, yani annem Bige Atasagun 1937 İstanbul doğumlu. Tek çocuk. Üsküdar Amerikan Kız Koleji mezunu. New York’taki Elmira College’de sosyoloji okuyor. Babamla da orada tanışıp evleniyorlar.  Babanız Amerikalı? Evet, babam George Simpson, Cornell University mezunu, mühendis. Aslında benim baba tarafım petrolcü bir aile. Sanırım dedemin büyük dedesi Oklahomalı. Bir yerde jeolojik bir haritada petrol işaretli yerler görüyor. Sonra oraya gidip Kızılderililere ayakkabı satarak bütün parasıyla toprak alıyor. Tabii bir süre sonra oradan petrol fışkırıyor ve sülale bayağı bir petrolcülükle geçiniyor.  Size kalan bir şey var mı? Bana kırıntıları kaldı, 1985’te 17 bin dolarlık fotoğraf makinamı o parayla aldım. Hala daha küçük kuyularda 0.000 diye giden bir hissem var. Siz kaç doğumlusunuz? 1960’ta ben doğuyorum. Derken annem Amerika’dan sıkılıyor, ayrılmak istiyor. Ama bakıyor ki babamın bırakmaya niyeti yok, bir geceyarısı gemiye atladığı gibi beni kaçırıyor. Üç yaşında falanım. Gemi Lizbon’da mola veriyor. Babam tabii durumu anlayıp hemen bir uçakla Lizbon’a geliyor. Orada Amerikan Konsolosluğu’nda verirsin-vermezsin derken annem o kadar çok ağlıyor ki sonunda her yaz beni göndermesi kaydıyla babam anneme izin veriyor ve biz İstanbul’a yerleşiyoruz. Gittiniz mi her yaz? Gittim ve babamla ilişkilerimiz hep çok iyi oldu. İstanbul’da ne kadar yaşadınız? Robert College Community School diye bir okul vardır, tamamen Türk olmayanlar için… Boğaziçi Üniversitesi’yle Rumelihisarı’nın arasında. 9’uncu sınıfa kadar orada okudum, sonra yatılı olarak gittiğim Pensilvanya’dan mezun oldum. Arkasından New York’ta Syracuse University’de reklam fotoğrafçılığı eğitimi aldım. Tam mastırımı yapıyordum ki annem gibi ben de Amerika’yı sevmediğimi fark ettim. 1985 yılında Bodrum’a gelip, buraya yerleştim. Bodrum’u önceden biliyordunuz? Tabii annemlerle yazları gelirdik, ilk kez 10 yaşında gördüm Bodrum’u ve o zamandan beri hep çok sevdim. Amerika’yı niye sevmediniz? Burada hayat daha güzeldi. Burada daha değerliydim belki… Bir de tabii hayat kalitesi daha yüksekti. Burada? Buradaki kadar güzel bir deniz ve bu yemek kalitesini sürekli yaşamak için Amerika’da çok çalışıp, çok para kazanmak lazım. Oysa o zamanlar Bodrum’da bunlar zaten kendiliğinden vardı. Peki geldiniz ve ilk ne yaptınız? Önce düşündüm; öyle bir konu bulmalıydım ki yurtdışındaki ajansların da ilgisini çeksin… Bana en ilginç yağlı güreş meselesi geldi. Düğün güreşlerinden yayla güreşlerine kadar epey bir coğrafyayı gezdim, 8 ay süren röportajlar yaptım. Başarılı bir iş çıktı ortaya, 25 değişik memlekette yayınlandı. Ardından bir de deve güreşlerini yapayım dedim, ama o hiç ilgi çekmedi.  Sonra Bodrum’da bir “turizm fotoğrafçılığı” markası olmuşsunuz? E tabii binlerce Bodrum fotoğrafı çektim. Amerika’dan amfibi uçak bile getirttik Bodrum’u yukarıdan çekebilmek için. Hala daha depoda 10 bin fotoğraflık bir arşivim var, ama en iyilerini sattım. Cem Karan’la birlikte 1986-93 arasında yabancılara yönelik bir gezi dergisi çıkarttım. Haritalar hazırladım. Uzun yıllar tekne ve otel katalogları çektim. Dönemin en iyi fotoğraf ajanslarından biri olan New York merkezli Black Star’ın Türkiye temsilciliğini yaptım. En güzel işlerimden bir tanesi  de Mehmet Sönmez’le birlikte Bodrum kartpostalları çıkarmaktı. O naif Bodrum resimleri yapardı, ben Bodrum fotoğrafları çekerdim. Zamanın en kaliteli kartpostallarıydı onlar. Sonra tabii dijitaller, cep telefonları çıktı, Bodrum’da fotoğraf çekmek başka bir şeye dönüştü.
1985’ten itibaren Bodrum’u fotoğraflayan George Simpson’ın objektifinden yakın zaman tarihi niteliğinde iki kare… Merkezdeki Tepecik Camii ve Bodrum Kalesi’nin eski hali… Simpson Oksijen okurlarına özel paylaştı bizimle… (Fotoğraflar: George Simpson)
1985’ten itibaren Bodrum’u fotoğraflayan George Simpson’ın objektifinden yakın zaman tarihi niteliğinde iki kare… Merkezdeki Tepecik Camii ve Bodrum Kalesi’nin eski hali… Simpson Oksijen okurlarına özel paylaştı bizimle… (Fotoğraflar: George Simpson)

Bodrum’un butikliği gitti

Şimdi ne yapıyorsunuz? İşleri iyice sıfırlayarak emekli olmaya çalışıyorum. Geçen yıl sadece bir tekne kataloğu çektim mesela. Bir ara emlakçılıkla ilgilendim, ama şimdi onu da bitirdim gibi bir şey.  Siz ve emlakçılık? Türkiye’nin ilk doktorlarının torunusunuz, anlatmanız iki dakika sürmedi, emlak işini nasıl yaptınız acaba? Benim bodrum-bodrum.com diye bir sitem vardı, gerçi hala var. Öyle çok pazarlamacı biri değildim ama ben de internette arama yapıldığında ilk sıralarda çıkmayı falan beceriyordum. Sonra insanlara diyordum, “Arsa bu, ama bana inanmayın, bir de haritacı getirip araştırın” diye… Ciddi söylüyordum bunu, fakat nedense daha çok güveniyordu insanlar ve sekiz yıl yaptım bu işi.  Bodrum’u 36 yıldır havadan, karadan, denizden karış karış biliyorsunuz; Yalı’da oturmayı niye tercih ettiniz? İlk geldiğimde Bodrum’da Umurça mahallesinde oturdum. Sonra tam Merkez’e geçtim, balıkçıların arkasına… Oradan Bitez’e taşındım. Bitez’de o zamanlar ayda 100 dolara, 8 dönüm mandalina bahçesinin içinde, duvarlarının kalınlığı 60 santim olan eski bir taş evde 14 yıl yaşadım. 1998’de Nihan’la (Prof. Dr. Nevzat Atlığ’nın piyano sanatçısı kızı Nihan Atlığ Simpson) evlendik. 2000 yılında kızımız Melisa doğdu. Artık ikimiz de daha tenha, tabiatın içinde kendi evimizi yapabileceğimiz bir yerde yaşamak istiyorduk. Bu özelliklere en uygun yer burasıydı.  Karşılaştırmak için Bodrum’da hep merak edilir; burayı ne kadara aldınız? 2000 yılında 6.5 dönüm araziyi 20 bin dolara aldık. Tabii etrafta herhangi bir market yok, hastaneye veya bir AVM’ye gitmek isteseniz onlar yok… O yüzden hala tenha ve güzel zaten…  Ne kadar zamanda bir Bodrum’a iniyorsunuz? Merkez sadece 20 dakika uzaklıkta, fakat mümkün olduğu kadar az. Neden; bir zamanlar Amerika’ya tercih ettiğiniz Bodrum’u artık sevmiyor musunuz? Hala seviyorum, ama Bodrum artık gezmek için zamanının kollanması gereken bir yer oldu. Tenha zamanlarını, bozulmamış yerlerini bilip, ona göre hareket edeceksiniz. Fazla kalabalık, fakat tabii yapacak bir şey yok. Biz tanıttık, insanları biz çağırdık, şimdi “Niye geliyorsunuz” diye söylenmek ayıp olur.  Yani yerleşmek için Türkiye’nin en gözde turizm merkezini seçtiysek biraz da olacak bu, öyle değil mi? Bu şikayet Bodrum’da hiç bitmez. 86’da da “Ay ne kadar doldu Bodrum baksana, her yer bina oldu” deniyordu. 90’da da aynı, 95’te de aynı, şimdi de aynı… Üstelik daha da ev yapılıyor, bitmiyor. Peki sınırı nereden çizmek lazım sizce? Bodrum için doğru şehirleşme kuralları koymak ve herkesin eşit bir şekilde o kurallara bağlı yaşaması; çizgi bu. Ama Türkiye’deki “Bir tanıdık ayarlayayım, işimi hallederim” sorunu bitmediği sürece Bodrum’daki sorunlar da bitmez. Baksanıza insanlar ikinci imar affını bekliyor, ona göre şimdiden vaziyet alıyorlar. Geriye dönüp baktığınızda en çok neyini kaybetti sizce Bodrum? Butikliği gitti… O butik olma kalitesini kaybetti. 85’te anahtarlarımızı kapının üzerinde bırakıp giderdik. İşten çıktığımızda tek bir caz kafe vardı, hepimiz orada buluşurduk. Düşünün, bazen ben Kale’nin müdürüne “Rica etsem bu akşam ışıkları erken yakar mısınız, fotoğraf çekeceğim” derdim, o da “Olur George” deyip erken yakardı. O kadar butikti ki birbirine bir şeyler rica edebileceğin yakınlıkta yaşıyordun. Ama yine de sürekli eski iyiydi yeni kötü diye yorum yapmayı ben sevmiyorum. Ne değişmedi ki; İstanbul da değişti. Neyse o! Sadece söylenmenin bir faydası olacak mı?
İki kez Türkiye, bir kez Avrupa birincisi olmuş olan Simpson’la tavla oynamaya çalışırken bir ara yanımıza evin yedi yaşındaki kızı Penny de geldi.
İki kez Türkiye, bir kez Avrupa birincisi olmuş olan Simpson’la tavla oynamaya çalışırken bir ara yanımıza evin yedi yaşındaki kızı Penny de geldi.

“Şu an tavlanın en iyisi Japonlar”

Şimdi geldik en azından benim için söyleşinin heyecanlı yerine; bugüne kadar hangi ödülleri aldınız? 2007 ve 2013’te iki kez Türkiye Modern Tavla Şampiyonu oldum. 2008 Avrupa Danışman Çiftler Birinciliği… Yurt dışında pek çok turnuvada ülkemi temsil ettim. Ayrıca Bodrum’da sanırım 30 şampiyonluk… Peki oynayalım mı? Buyurun… (İçeriden önce sedef ve fildişi süslemeli, dokunmaya kıyamayacağınız antika bir tavla geliyor) Bu dedemin tavlası. Ona da vaktiyle bir paşa hediye etmiş. 150 yıllık falan bir tavla. (Hemen ardından ortaya en sevmediğim tavla çıkıyor) Ama biz bunda oynayalım. Modern tavla mı oynayacağız? Tüm dünya bunu oynuyor, gelenekseli unutun artık. Ama bunda zara dokunamıyorsunuz bile, zemini halıfleks gibi, her oyun açılışında zar atmalar falan… Hem vido da bilmiyorum ben zaten… Ooo şimdiden başladı bahaneler… Böyle hazır bahanelere bayılırım… Klasik tavla da olsa size yenileceğim, ama hiç değilse oynadığımı anlardım. Peki bir yandan da konuşabilir miyiz; ilk ne zaman öğrendiniz tavlayı? 5 yaşında dedemden öğrendim. Sonra da hep oynadım, ama herkes gibi hiç çalışmadan oynuyordum. Ne zaman ki 1988 yılında bir gün bir dünya şampiyonası izlemeye gittim, orada hiç tavla bilmediğimi anladım. Neyi görünce anladınız bunu? Tavladaki olasılık hesaplarının ne kadar uçsuz bucaksız olduğunu görünce. O zamanlar bir bilgisayar programı vardı, Snowie diye, baktım biri ondan satıyor. Nedir bu dedim? Bilgisayara yüklüyorsunuz, size gelen zara göre olasılıkları gösteriyor. Çünkü bir tane “en iyi” var. İkinci en iyi hamleyle arası gıdım farkıyla, ama üçüncü, dördüncü, yedinci olasılığa geldiğinizde aradaki fark büyüyor ve bayağı bir yanlış olmaya başlıyor oyun. Üst üste hata yapınca da yeniliyorsunuz.  Olasılıkları ezberlememişsinizdir? Ezberlemiyorsunuz ama programa karşı bin kere oynayınca insanın oyuna bakış açısı değişiyor. Doğru hamle nedir, nedendir anlamaya başlıyor. O programı aldım ve bir anda herkesi geçtim. 350 dolar verdim, ama fazlasıyla çıkardım.  Yani sadece şans oyunu değil tavla? Her ikisi de; hem zeka hem şans. Mesela orta derecede bir oyuncunun 21 puanlık bir maçta dünyanın en iyi oyuncusunu yenmesi yüzde 15 ihtimaldir. Oyuncuların derecesi eşitlendikçe şans faktörü ağır basmaya başlar.  Siz dünyanın en iyisiyle oynadınız mı? Bir kez internetten 11 puanlık kısa bir oyun oynadık ve yendim. Tabii oyun bilgisayara kaydediliyordu. Sonradan analiz ettiğimde evet kazanmamda şans faktörü etkili olmuş. Sizce satranç mı tavla mı hayatın kurallarıyla daha uyumlu?  Yani hayatı ne kadar zekanla kontrol altında tutmaya çalışsan da şans her zaman etkili olur, ama aynı zamanda o şansını tecrübenle idare edebilirsin de… Dolayısıyla tavlayla hayatın akışı daha çok benziyor tabii. Oyuncunun stilinden karakterini anlar mısınız? Çok saldırgan, sürekli savunmada, çok garantici vs gibi… Artık tüm dünyada tavlayı satranca çok yaklaştırıyorlar. Bilgisayardan hamleleri öğrendikçe insanlar da daha robot gibi oynamaya başlıyor tavlayı, kişilikler daha arka plana geçiyor.

Tavlada en ayıp şey konuşmaktır

Tavlaya en düşkün gördüğünüz millet? İranlılar ve Türkler… Ama en ciddi oynayanlar Japonlar. Şu an en iyi iki oyuncu Mişi ile Moşi… Tavlada ne yapmak ayıptır? Dışarıdan karışmak çok çok ayıptır. Oyunculardan biri hatalı saysa bile karışılmaz, sadece oyundakiler konuşabilir. Sürekli konuşup kızdırarak, rakibi yenmek mümkün mü? Çok etkilidir, fakat ben sevmem. Centilmenliğe sığmaz. Peki az önce pulunuzu oynadıktan sonra vazgeçip başka bir oyun oynadınız; o oluyor mu? Modern tavlada var bu, zar atılana kadar fikrini değiştirebilirsin. Ama klasikçilerde pula dokundun mu bitiyor. Olmaz. Ancak birisi çok mu yavaş oynuyor, sürekli fikrini mi değiştiriyor, o zaman masaya bir elektronik satranç saati konur. İşte bu pozisyon hep kavga çıkartan bir durumdur değil mi, acaba siz nasıl oynayacaksınız? (George Simpson tam pullarını toplarken 4-1 attı. 4’ten alıp 1’i sallarsa birinci pip’inde hala bir kapım olduğu için bana açık verecek. Ama o 1’i 3’ün üzerine çekip, 4 olarak almayı tercih etti.) Gerçekte orada 4’te pul duruyorken önce onu oynamanız gerekmez mi? İstediğiniz sırada oynanır. Herkes farklı düşünüyor, ama modern tavla kurallarında doğru olan bu.  Yenildiğinizde bozuluyor musunuz? Eskiden çok bozulurdum, oynaya oynaya Zen oldum artık. Bodrum’da en sık oynadığınız, bizlerin de bildiği isim kim vardır? Rahmetli Bedri Koraman vardı mesela. Bu evin inşaatını yaparken bile önce Torba’ya uğrar, onunla oynar, sonra buraya çalışmaya gelirdim. Bir de biz chouette’li oynardık onunla, çok çekişmeli olurdu.  En sevdiğiniz açılış zarı hangisi? 1-1’dir herhalde. Ama öyle 7 kapısını almak için değil. (Kendi sahasındaki ilk hanesi 1, en uzak hanesi 24) Klasik tavlada eskiden en önemli kapı 7 sanılırdı, yalanmış. En önemli kapı kendi hanenizdeki 5 kapınızdır. Hatta rakibin hanesindeki 5 kapısı bile çok önemlidir. Mesela oyunun başlarındasınız ve 11’de boşta bir pulunuz varken 6-1 geldi. Hemen 13’le 8’den çekip 7 kapısını alırız değil mi? Oysa 11 ve 6’dan çekip 5’inci hanenizde kapılanmak çok çok daha doğru bir hareket. İki hamle seçeneği arasındaki başarı farkı yüzde 10. O nüanslar da skoru belirliyor? Tabii, yine aynı mantıkla mesela açılışta 4-3 oynayacaksınız; 1’inci hanenizden 4 çekip 5’inci kapınıza mı getirirsiniz, yoksa 3’ü 4’üncü kapınıza mı çekmeyi tercih edersiniz? Çok az farkla ama 1’inci haneden 3’ü çekmek diğerinden çok daha iyi. Programla çalışmanın getirisi işte bu, hamleler uzun vadede kafaya dank etmeye başlıyor ve artık oyuna bakarken olasılıkları kendiniz görüyorsunuz. Sizi en heyecanlandıran turnuva hangisi? Kıbrıs Merit’te düzenlenen turnuva dünyanın en iyi turnuvası. Bu sene yine Kasım’da var. Orada kalbim başka atmaya başlıyor. Hiç yabancılarla oynarken “se’ba-i dü, penc-i yek” falan dediklerini duydunuz mu? Sadece İranlılar ve Türkler. Uluslararası tavla diline yerleşmemiş… O turnuvalarda kırdığı pulu böyle bara çarptıran var mı? (Simpson’ın pullarını çok az kırabildiğim için yapmadan duramadım.) Bu harekete Japon gülümser, duruşunu bozmaz ama mesela bir Fransız fena kızar… Evet, şimdi skoru buraya yazmayacağım tabii, ama oyun için teşekkür ederim. Sizi tavlada izlemek sevilen bir sanatçıyı konserde dinlemek gibiydi… Estağfurullah, eskiden gerçekten iyiydim, ama artık herkes iyi. Türkiye’de tavla artık çok ciddiye alınıyor, insanlar buna çalışıyor. Bodrum’da da çok iyi modern tavlacılar var. Üç ayrı organizasyon yapılıyor burada ve bence tavla severler mutlaka katılmalılar.