Hatay’ın demografik yapısının değişmesiyle ilgili duyulan endişelerle birlikte hafta boyu Atatürk’ün sık sık tekrarlanan “Hatay benim şahsi meselemdir” sözünü tarihçi Prof. Dr. Fatih Yeşil’e sorduk.
Deprem felaketinin ardından sadece depremzedelerimiz için değil daha pek çok farklı konu için kaygı duymaya başladık. Deprem bölgesindeki can ve mal güvenliğinden diğer uçta yükselen ırkçı hareketlere, gençlerimizin ara verilen eğitiminden salgın hastalıklar tehlikesine veya genel seçim tarihine kadar çok önemli başlıklar var. Bunların arasına bir de Hatay ilinin “deprem göçü”ne bağlı olarak demografik yapısının tamamen değişmesiyle ilgili endişeler girdi ki, hafta boyu en çok paylaşılan sözlerden biri Mustafa Kemal Atatürk’ün “Hatay benim şahsi meselemdir” cümlesi oldu. Bu sözün kısaca anlam ve arka planını Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fatih Yeşil’e sorduk:
İzmir’de Hatay adı
Atatürk, “Hatay benim şahsi meselemdir” sözünü neden söyledi? Onun kişiliği, kimliği, tarzı içinde bu sözü nereye koyarsınız?
Hafızam beni yanıltmıyorsa bu sözü Atatürk 1937 senesinde katıldığı son Cumhuriyet Balosu’nda Fransa Büyükelçisi Albert Kammerer’e söyledi. Ancak konuyu anlayabilmek için biraz daha öncesine dönmekte fayda var. Malum Mustafa Kemal Atatürk, Hatay’ı 1 Kasım 1936’da TBMM’nin açılışı vesilesiyle yaptığı konuşmada bir “mesele” olarak gördüğünü açık bir biçimde ifade ediyor. Konuyu savaş şartlarında bile vazifesini yapan Gazi Meclis’te dile getirmesinin Atatürk’ün zihin dünyasını anlamamız açısından son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak Atatürk bununla da yetinmez. Konuşmanın ertesi günü İskenderun-Antakya havalisinin adını “Hatay”, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin adını da “Hatay Egemenlik Cemiyeti” olarak değiştirdiğini bildirir. Bu isimler sanırım Milli Mücadele tarihini biraz bilenlerimiz için dahi bir şeyleri hatırlatmaktadır. Kaldı ki, bununla da yetinmez Gazi. 1937 senesinde, sembolik de olsa Milli Mücadele’nin başladığı ve bittiği yer olan, dünyada başka bir örneği var mı bilmiyorum, İzmir’in bir mahallesinin adını Hatay olarak değiştirir. Tüm bunlar aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün diplomatik alanda yaptığı sembolik hareketlerdir. Yaptığı konuşma esnasında Hatay’dan bahsettiği noktada tutanaklara göre milletvekillerinin “ayakta sürekli alkışlar, yaşa, varol sesleri” ile iştirak ederek TBMM’nin arkasında olduğunu göstermesi ya da tarihi açıdan son derece özel bir kentin bir mahallesine Hatay adını vermesi aslında Paris’e gönderilen açık mesajlardır. Gazi’nin, belki de bunların yerine ulaştığından emin olmak için durumu Fransa elçisine son derece yalın bir biçimde izah ettiğini düşünebiliriz.
Hemen çok kısa da olsa başlangıç noktasına dönersek, biliyoruz ki Fransa’yla imzalanan 1921 Ankara Antlaşması 30 Ağustos’a giden yolda çok önemliydi; o yüzden mecbur mu kalındı Hatay’ın konumunu özerk bir yapıya bırakmaya?
Öncelikle devrin şartlarını göz önünde bulundurmamız gerek. Ankara Antlaşması, 1921 Ekiminde imzalandı. Yani yakın dönem Türk Tarihi’nin belki de en karanlık devirlerinden biri olan Sakarya Meydan Muharebesi’nin hemen ardından. O esnada öncelik, en yakın tehdide yani Yunan işgaline verilmişti. Bundan daha doğal bir şey olamaz. Mustafa Kemal, bir devletin gücünün sadece kendi gücüyle ölçülemeyeceğini, uluslararası ortamda yalıtılmış olmanın veya yalnız kalmanın anlamını ve nihayet müttefiklerin önemini ya da en azından düşman ülkelerin sayısını azaltıp dostların sayısını artırmanın uluslararası ilişkilerdeki yerini anlayacak kadar diplomasi bilgisine sahipti.
Peki 15 sene sonra ne oldu da 1936’da harekete geçildi?
Artık uluslararası ortam Hatay’ın geri alınması için son derece elverişliydi. Zira o sırada hiçbir Avrupa devletinin Hatay’la ilgilenecek zamanı yoktu. Bu sefer Avrupa başkentleri kendileri açısından çok daha yakın tehditlerle meşguldü. Nitekim İspanya’da iç savaş sürmekte, Roma ve Berlin arasında ittifak antlaşması imzalanmakta, Japonya’da radikal militaristler iktidara gelmekteydi. Ancak en önemlisi Almanya, yani Hitler 1936’da Rhineland’i işgal ederek Versailles Antlaşması’nı açıkça ihlal etmişti. Buna bir de Londra yönetiminin Süveyş Kanalı’ndan çekilmesini öngören Mısır-İngiltere Antlaşması’nı ekleyelim. Zira bu durumda İngilizler, Fransa’nın Yakındoğu’da bir bölgeden çekilmesine ses çıkartmayacaktı. Üstelik Montreux Boğazlar Sözleşmesi de imzalanmış ve Türk diplomasisi önemli bir sorunu daha çözüme kavuşturmuştu. Dolayısıyla Türk Devleti de artık tüm imkan ve kabiliyetini bu konuya teksif edebilirdi. Yani Mustafa Kemal Atatürk hem ülke içerisinde hem de uluslararası ortamda şartların en uygun hale geldiğini biliyordu.
Yani hiç unutmadı ve hep fırsatını bekledi?
Tabi ki. Zira Hatay bir muharebenin ya da silahlı bir çatışmanın ardından kaybedilmiş bir bölge değil. Tıpkı İstanbul gibi. İtilaf Devletleri Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından bir ay kadar sonra İskenderun Limanı’ndan karaya çıkmak üzere bir teşebbüste bulunurlar. Bu sırada Yıldırım Ordular Grup Kumandanı Mustafa Kemal Paşa’nın işgale elindeki tüm imkanlarla, silahlı bir şekilde direneceğini bildirmesi üzerine bundan vazgeçilir. Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın 7 Kasım 1918’de komuta vazifesinden alınmasından dört gün sonra 11 Kasım’da bölge işgal edilmeye başlanır. Fakat işgal İskenderun sancağı ile sınırlı kalmaz, Çukurova, Antep, Maraş ve Urfa’ya kadar yayılır. Bu bakımdan Hatay, tıpkı İzmir gibi aslında her şeyin başladığı yerdir.
Vefatına yaklaşık 6 ay kala, hastalığı çok ilerlemiş olmasına rağmen Çukurova bölgesine gidip askeri birlikleri denetlemesi de yine Hatay içindir, değil mi?
Kesinlikle. Muhtemelen Ordular Grubu Komutanlığı’ndan ayrılmasından beri Hatay “şahsi” meselesiydi.
10 Kasım öncesi
“Ölmeden önce Hatay’ın alındığını göremedi” denir bazen, ama sizce bu değerlendirme doğru mu; aslında işin çoğu bitmemiş mi?
Gerçekten de öyle. 2 Eylül 1938’de Hatay devletinin kurulmasından sonra Hatay’da yapılan düzenlemeler bunu göstermekte. Örneğin devlet dairelerinde görev yapan Fransız memurlar yerlerini Türklere bırakmaya başladı. Emniyet ve jandarma yeniden düzenlendi. Antakya Lisesi’nin programı Türkiye’de yürürlükteki lise programlarına uygun bir hale getirildi. 5 Temmuz 1938’de Kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk Tugayı Hatay’a “Yaşasın Türk Askeri, Yaşasın Atatürk” sloganları altında girdi. 20 Ekim 1938’de artık Suriye Hatay sınırını serbest geçişlere kapattı ve 23 Ekim’de Türkiye Cumhuriyeti Hatay sınırını tamamıyla açtı, 1 Kasım’da ise gümrük vergileri kaldırıldı. Gazi, vefat etmeden işin çoğu zaten bitirilmişti.