Geçtiğimiz pazar akşamı “İnnnşallah Galatasaray yenilir” diyen milyonlarla “Bu yıl da şampiyonuz” diyen milyonlarca Galatasaraylı’nın gözü kulağı Galatasaray-Samsunspor maçındayken, 90 dakikanın başlamasına çok az bir zaman kala birden bir ses duyuldu statta:
“Fikrimin ince gülü, kalbimin şen bülbülü…”
Müzeyyen Senar’ın sesiydi bu. Koca Ali Sami Yen Spor Kompleksi Rams Park Müzeyyenimiz’in sesiyle inliyordu. Aynı anda tribünlerdeki kırmızı beyaz kartonlar kaldırılırken, taraftarın 10 Kasım koreografisi de giderek belirginleşiyordu: İki bayrak arasında kalpaklı Mustafa Kemal Atatürk ve bilhassa gözleri ile bütün bir maraton tribününü kaplayan “Dün Bugün Yarın Daima Atam İzindeyiz” yazısı…
Senar bir 45 saniye kadar sürdü. Sonra insanın kalbine saplanan o siren sesi başladı, beraberinde de Atatürk’ün “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, lakin Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” cümlesinin seslendirmesi… Alkışlar, ıslıklar, sloganlar… Derken notaları havada belli belirsiz salınıyormuş gibi gelen çok hoş bir piyano sesi girdi ve herkes sustu; Fazıl Say… Hemen ardından dokunaklı, güçlü bir kadın sesi geldi; Serenad Bağcan… Ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun nefis dizeleriyle Zülfü Livaneli’nin o kült bestesi:
“Şu sılanın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım burada yatıyor…”
Bütün stat büyülenmiş, ayakta hep bir ağızdan söyledi bu ilk kıtayı. Sonra yine hemen başladılar; sloganlar, “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” marşı, alkışlar… Taraftarın susmaya da oturmaya da niyeti yok gibiydi, o yüzden belki uzatmaz, parçanın kaydını burada keserler diye beklerken, ikinci kıta geldi. Yine önce sessizlik, sonra yine hep bir ağızdan:
“Bugün efkarlıyım açmasın güller
Yiğidimden kara haber verirler
Demirden döşeği taştan sedirler
Yiğidim aslanım burada yatıyor…”
Artık dayanamayıp beIN Sports’un spikeri girdi yayına… “Ağlamamak çok zor” dedi, kendi de ağlarken… Zaten büyük olasılıkla o ana tanıklık eden herkesin boğazı düğüm, gözü nemliydi ki hep birlikte Say ve Bağcan’la devam ettiler:
“Ne bir haram yedin ne cana kıydın
Ekmek kadar temiz su gibi aydın
Hiç kimse duymadan hükümler giydin
Yiğidim aslanım burada yatıyor.”
Parçanın üç kıtasını birden ezbere söyleyip saygı duruşu ve İstiklal Marşı’yla bitirdiler koreografiyi. Herkes dağılmış vaziyetteydi. Osimhen 3. dakikada gol atmasa kimsenin bir süre daha maçı falan hatırlayacağı da yoktu.
19 Mayıs 1997 Ankara konseri
Dinleyene ve ortama göre değişir elbette, ama bu parçanın genel olarak böyle bir etkisi var. İnsanı hüzünle durduran, donduran, yanan ama isyan etmeyen, boyun eğmeyen ama boynunu büktüren, içine girip yüzüp yüzüp sonra gözünden çıkan… Bütün gerçek ağıtlar böyledir. Baştan öyle yazılmamış, ithaf edilmemiş olsalar bile öyle bir haksızlığın, vicdansızlığın, öyle büyük kayıpların ardından ortaya çıkarlar ki o eserler kendiliğinden anonimleşir, ortak ağıtlarımız olur.
Mozart “Requiem”i bir kontun ölen karısı için bestelemiştir fakat Zubin Mehta gelip savaşın ortasında çaldırdı mı, o olur “Sarayevo’nun ağıdı”… “Yiğidim Aslanım” bizim Uğur Mumcu ağıdımızdır mesela, “Sarı Gelin” bizim Hrant Dink ağıdımızdır. O’nu sevip sayanların yok sayılmak istendiğini düşündüğü tarihten sonra Yiğidim Aslanım Mustafa Kemal için de hüzünlenilen bir ağıt oldu. Miladı ise büyük olasılıkla 19 Mayıs 1997’de Zülfü Livaneli’nin büyük Ankara konseriydi. Hipodrom Meydanı’yla Anıtkabir’in arası yaklaşık 2 kilometre; belki bu yakınlığın çağrışımlarından, belki dönemin siyasi ikliminden, ama o konsere katılan yüzbinlerce vatandaşın içinden o anda böyle geldi. O gün bugündür de böyle geliyor.
“Zindanı Taştan Oyarlar”
“Yiğidim Aslanım”ın bu kadar kült bir esere dönüşmesinde beste ve icra çok önemli unsurlar tabii, ama belki de asıl kök gücü şiirin kendisi ve hikayesinde. Birincisi pek çoklarının da bildiği üzere, şiirin adı Yiğidim Aslanım değil, “Zindanı Taştan Oyarlar.” Aklınıza hemen Sivas türküsü “Fincanı Taştan Oyarlar” geldiyse haklı olabilirsiniz, çünkü eserin sahibi Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun halk türkülerine ve folklora olan merakı her an her şekilde karşımıza çıkabilir. Tablolarında, şiirlerinde veya yazılarında… Daha ilk Paris’in dünyaca ünlü Andre Lhote atölyesinde sanat eğitimi alırken üstadı İbrahim Çallı’ya gönderdiği mektubunda bile söylemiş bunu. “Ben öyle bir dönüşüm geçirdim ki burada, Picasso’yu Matisse’i bir kenara koydum” demiş; “Yavuz Geliyor Yavuz’ türküsünü duyduğumdan beri Yavuzlu, Gülcemalli, Gülnihalli bir kompozisyon yapmak istiyorum, hatta tüm halk türkülerini boyamak istiyorum.” Sanat hayatı boyunca da dediğini tatbik etmiş, türkülerde yakaladığı gerçeklik duygusunu neredeyse bütün eserlerine işlemiş. Ve belli ki Zindanı Taştan Oyarlar şiirinde de yapmış bunu, çok sevdiği “Kazım’ın Türküsü”ne göndermelerde bulunmuş, o türküdeki duyguları alıp kendi duygularının arasına iğnelemiş.
Kim bu Kazım?
Bedri Rahmi, Kazım’ın Türküsü’nden çok etkilendiğini başka bir şiirinde de açık açık yazar zaten. “Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım…” dediği o ünlü “Türküler Dolusu” şiirini şöyle bitirir:
“Nasıl unutur nasıl
Ömründe bir defa
Kâzım’ın türküsünü dinleyen.”
Orhan Veli Kanık da satırlarında yer verecek kadar sevmiştir aynı türküyü:
Mektup alır, efkarlanırım;
Rakı içer, efkarlanırım;
Yola çıkar, efkarlanırım.
Ne olacak bunun sonu, bilmem.
“Kazım’ın” türküsünü söylerler,
Üsküdar’da;
Efkarlanırım.
Tabii Kazım’ın Üsküdar’la bir alakası yoktur, ama bu nerenin türküsüdür, o tam olarak belli değil. Aksaray, Kayseri, Konya, Afyon, Kütahya, Amasya… Ortak hikaye yiğit bir delikanlı olduğu, kamayla öldürüldüğü ve ölümünün ardından türkü yakılacak kadar büyük bir üzüntü yarattığı… “Mezar Arası” diye de bilinen ünlü türkünün Eyüboğlu’nun alıntı/gönderme yaptığı bölümü şöyle:
“Mezar arasında harman olur mu?
Kama yarasına derman olur mu?
Gamayı sokanda iman olur mu?
Kazım’ım aslanım aman yerde yatıyor….”
Bursa’nın ufak tefek yolları…
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Zindanı Taştan Oyarlar” şiiri toplam 53 mısra ve 10 kıtadan oluşuyor. Birkaç dizesinde bahsettiğimiz türküden alıntı var, ama Eyüboğlu’nun şiirinin sebebi de kahramanı da bambaşka:
Nâzım Hikmet yok yere girdiği cezaevinde 12’nci yılını doldurmuş ve önünde daha yatması gereken 16 yılı vardır. Bu süre içinde ne TBMM’ye gönderdiği tahliye dilekçesi kabul görmüş ne de BM’ye bağlı Uluslararası Hukukçular Derneği’nin girişimleri bir işe yaramıştır. 48 yaşındadır; “Canımı pul yerine kullanarak millete son bir istida yazıyorum” der ve 8 Nisan 1950’de Bursa Cezaevi’nde açlık grevine başlar.
Zaten Eyüboğlu’nun orijinal şiirindeki ilk mısranın “Bursa’nın ufak tefek yolları” diye başlamasının nedeni de budur. Şiir, arkadaşının açlık grevine başlamasına çok üzülen Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından Nazım Hikmet Ran için yazılmıştır.
Entelektüel tarihimizde kırılma noktası
Sadece Bedri Rahmi mi; Nazım Hikmet’in açlık grevi Albert Camus’den Sartre’a, Halide Edip Adıvar’dan Behice Boran’a, Neyzen Tevfik’ten Ahmet Hamdi Tanpınar’a kadar dünyada ve Türkiye’de ünlü pek çok aydın, sanatçı, akademisyen, yazar çizeri etkilemiş. O birkaç ay içinde açlık grevinin tahliyeyle sonuçlanması için kendisi açlık grevine başlayanlar, özel gazete çıkaranlar, imza toplayanlar… Hatta tarihçi Prof. Dr. Zafer Toprak Hocamız da dönemle ilgili araştırmasında şu önemli tespiti yapar: “Öyle geniş bir kitle Nazım Hikmet’e destek oldu ki, bu eylemler Türkiye’de entelektüel kimliğin inşasında önemli bir yer tuttu. Nazım Hikmet’in açlık grevi entelektüel tarihiminizin kırılma noktasıydı.”
Şu sılanın ufak tefek yolları…
İşte böyle bir kırılmanın damgasını vurduğu Zindanı Taştan Oyarlar şiiri, Türkiye’nin bir başka kırılma tarihi olan 1980 darbesini izleyen günlerde, ‘sıla’dayken gün yüzüne çıkar. Doğumu, gelişip yayılması son 40 yıllık siyasi tarihimizle de paralel giden Yiğidim Aslanım’ın hikayesini ilk ağızdan öğrenmek için bundan sonrasını eserin sahibine, Zülfü Livaneli’ye soruyoruz:
-İlk ne zaman keşfettiniz bu şiiri, aklınızın bir köşesine yazdınız?..
Ben aslında iyi bir şiir okuruyum. Yani bestelemek için şiir aramak değil de sevdiğim için şiir okuruyum. Ve biliyorsunuz 100’den fazla şiir besteledim. Paris yıllarımda, Yol filminin müziğini yaptığım için orada kalmak zorundaydım. Orada kalırken bir albüm de yaptım ve içine çok sevdiğim bu şiiri koydum. En sevdiğim bestelerimden biri oldu. Yüzlerce beste içinde en öne çıkanlardan ilk 10 deseniz, ilk 10’un içinde olur bu.
-Bu şiiri bestelemeliyim ruhu Paris’teyken çıktı yani; 80-81 gibi?
Evet o yıllarda ve melodisini orada yakaladım. Bu biraz balık tutmak gibi. Melodiler yakalarsın, kafandan melodiler geçer, ama bunların ancak bazıları daha ilginç olur; kalıcı, insanları yakalayan bir etki bırakır. Dolayısıyla bu da onlardan biri oldu.
-Kimler var o zaman çevrenizde, kimlerle etkileşim halindesiniz? Mesela Anadolu Pop’un ilk yaratıcıları Tülay German, Erdem Buri?..
Tabii tabii, Abidin Dino, Münevver Andaç, hep birlikteyiz… Zaten biliyorsunuz Tülay German’la beraber stüdyoya girdik, düet yaptık bu parçayı. İlk kaydıdır. Bir de Paris Operası’nın meşhur kontrbas sanatçısı François Rabbath var.
-Rabbath Yiğidim Aslanım’da var mı?
Tabii tabii var, kaydı birlikte yaptık.
-Peki hani parçanın o başında ve sonunda sanki çok uzaktan geçen bir geminin düdüğüymüş gibi, hatta balina sesiymiş gibi bir enstrüman var; o Rabbath mı?
Rabbath’ın kontrbası. İnanılmaz sesler çıkaran bir ustaydı. İşte bakın bazı bestelerin böyle bir gücü oluyor. Hepsinin olmuyor. Ben 400 kadar şarkı yaptım, niye diyorum bu ilk 10 tanenin içinde? Çünkü bazı melodiler insanları kavrıyor, alıyor götürüyor. Hele bir de bu kavrayıcı melodi politik durumla da üst üste çakışınca artık o parça 40 küsur yıldır söyleniyor oluyor.
-O zaman buradan Uğur Mumcu’ya gelelim; onunla Yiğidim Aslanım’ın buluşması nasıl oldu?
Uğur Paris’te bana geldi. Herkes geliyordu zaten, o sırada Ağca duruşmasını takip eden gazeteci arkadaşlarım, Örsan falan herkes gelirdi. Uğur da geldi; bizim orada bir fakir sürgün evimiz var, eşya meşya yok. Duvarlarda Abidin Dino’nun kendi eliyle çaktığı resimler falan o kadar. Şarap içiyoruz ve Türkiye’yi konuşuyoruz. Sonra Uğur, “Napıyorsun, sende ne var yok” dedi bana. Dedim, yeni bir albüm kaydediyorum. Var mı, şimdi dinleyebilir miyiz diye sordu. Çünkü Uğur hem yakın arkadaşımdı hem de benim eserlerim üzerine yazılar yazardı. Mesela “Vurulduk Ey Halkım Unutma Bizi” benim 1971’deki ilk albümümdeydi. Sonra Uğur’un onu kendi köşesinde alıntıladığı, onunla özdeşleşen, çok da iyi yaptığı bir yazısıdır. Evde küçük bir kasetçalarımız vardı, ona bastım, bu Yiğidim Aslanım’ı dinlettim. Uğur dinlerken ağlamaya başladı. Ya niye ağlıyorsun Uğur dedim; “Bu” dedi, “Sadece Nazım’a değil bütün devrim şehitlerine ağıt olmuş, ondan ağlıyorum.” Sonra aradan 10 yıl geçti, Ankara’da yağmurlu bir günde Uğur’un cenazesine katılan 200 bin kişi bu parçayı söyleyerek onu uğurladı.
-Çok dramatik…
Evet, o gün Uğur kendi ağıdına ağlayan adam oldu.
-Sonraki rotası nasıl gelişti bestenin?
Şimdi albüm çıkınca, o zamanlar bir de korsan kaset dönemiydi, milyonlarca korsan kasetle birlikte parça çok yayıldı ve tuttu, insanların diline yerleşti. Ama bu öyle bir şeydi ki herkes kendine niyetine göre söylüyordu. Kimisi Nazım için olduğunu bilerek söylüyordu, kimisi Deniz Gezmiş için. Sonra Uğur için söylendi ve bir süredir de Atatürk için söyleniyor.
-Atatürk için söylenmesinin miladı 1997 Ankara konseriniz gibi düşünüyorum, ama siz ne dersiniz?
Doğru, çünkü Türkiye’de laikliğin tehlikeye düştüğünü hissetmeye başladığı andan itibaren insanlar bunu Atatürk için de söylemeye başladı. Bakın aslında bu ilginç bir siyasi çizgiyi de önümüze getirdi. Sol özellikle 70’lerde 80’lerde Atatürk’le ilgilenmezdi. Hiç öyle Atatürk diye bir gündemi yoktu. Ama sonra ne zaman ki sol hareketler de laikliğin, çağdaş yaşam biçiminin tehlikeye düştüğünü gördü, mücadelesinin içine Atatürk’ü de aldı. Bu o kadar ilginç bir dönüşüm oldu ki Türkiye’de, bu parça da onun simgesi aslında.
-Yani parça üzerinde bir çeşit duygu transferi mi yaşandı demek lazım?
Duygu ve düşünce transferleri… Tabii beste duyguyu ifade ediyor, ama onun daha altında ideolojik bir transfer de var. Şu geldiğimiz noktada solla Atatürk birleşti demek çok mümkün bence. Bu kadar kargaşaya rağmen Atatürk’e olan ilginin yükselişinde, halkın bu kadar sahip çıkmasında, solu bunun dışında tutamazsınız.
-Ama tam bir birleşme diyebilir misiniz?
Özellikle konu laiklik ve çağdaşlık olduğunda, evet ana gövde birleşti diyebiliriz.
-Peki yine parçaya dönersek Yiğidim Aslanım’la yarışan besteniz hangisidir, yani en azından size göre hangisidir?
Valla dönemine göre sayarsak Ey Özgürlük! Leylim Ley tabii ki, sözler Sabahattin Ali… Sevda Değil…
-Karlı Kayın? Marş gibi olmuştu bir dönem…
Tabii Karlı Kayın… Ama bir de çok ilginçtir Gözlerin… Spotify’da falan en çok dinlenmiş parçalarımdan biri.
-Biri de benim…
Yani tabii biz aşk parçaları sevda parçaları da yaptık, ama öne çıkan politik besteler oldu. Onların içinde de bu Yiğidim Aslanım’ın hikayesi gerçekten farklı gelişti. Dediğim gibi bazı melodiler insanları, yani sadece Türkleri değil başka ülkelerdeki insanları da yakalıyor. İnsan kulağı enteresan bir şey. Düşünebiliyor musunuz, bir parçayı Kibariye de söylüyor, Zeki Müren de söylüyor, Londra Senfoni Orkestrası da çalıyor, Berlin Filarmoni de çalıyor, hatta Viyana Filarmoni Yeni Yıl konserinin arasında çalıyor… Sözler Türkiye’de, üzerine herkes kendi sözünü kendi dilinde yazıyor, ama melodi bir şekilde ülkeler arasında dolaşıyor.
-Biraz “La Paloma” gibi mi?
Tabii hepsi böyle olur zaten. İngilizcesi farklı, Almancası farklı, İspanyolcası farklı sözlerle, farklı duygularla söylenir. Mesela Yunanistan’da öyle bir hale geldi ki bu melodi, büyük bir tren kazası oldu biliyorsunuz, orada televizyonlar hep bu parçayı çaldılar. Amerikalı Joan Baez, Yunan Maria Farantouri, Katalan Maria Elena Bonet… Hala daha yeni versiyonları çıkıyor, ama bakalım bundan sonraki seyri nasıl olacak, onu birlikte göreceğiz.
*
Evet, Galatasaray’ın stadındaki anmadan başladık Bedri Rahmi’den, Kazım’dan, Nazım’dan geçip Livaneli’yle noktayı koyuyoruz. Buraya kadar okuduysanız eğer içimden bir ses birazdan cep telefonunuzu elinize alacağınızı ve o parçayı arayacağınızı söylüyor. Yiğidim Aslanım’ı değil ama… Gözlerin’i…