36. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde dün gösterilen iki yeni filmle ulusal yarışma heyecanı başladı. İlk gün gösterilen filmler arasında geçtiğimiz günlerde Boğaziçi Film Festivali’nden En iyi Film ödülünü, ondan önce de Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde başrol oyuncusu Yetkin Dikinciler’e En iyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandıran Parçalı Yıllar vardı
İlk kez 2011’de çektiği, Altın Portakal ödüllü Güzel Günler Göreceğiz filmiyle tanıdığımız yönetmen Hasan Tolga Pulat’ın senaryosuna da imzasını attığı filminde Yeşilçam’ın karanlık bir dönemi hikayenin zeminini oluşturuyor. 1970’lerde siyasi atmosferi de sosyolojik iklimi de moralsiz ve karışık olan Türkiye’de Yeşilçam da zor bir darboğazdan geçiyordu. İnsanlar evlerine kapanmış ve sinemadan da uzaklaşmıştı. Seks filmleri furyasının patlak verdiği o günlerde idealist bir tiyatro oyuncusu olan Aytekin, hem maddi sorunlarla, hem çok sevdiği eşinin kanser hastalığıyla hem de sol-sağ çatışmalarına karışan üniversiteli oğlu Mahir’le uğraşmaktadır. İlk başta bu furyaya sadece dublaj sanatçısı olarak, mecburen giren Aytekin bir süre sonra birlikte çalıştığı yapımcı sayesinde giderek daha çok dahil olmaya başlar. Karısının hastane masraflarını karşılamak ve oğlunun geleceğini kurtarmak için “erotik-avantür-komedi” filmlerinde, gizli kalmak koşuluyla oynamayı kabul eder. Ama gelişmeler onu giderek bir erotik film yıldızı haline getirirken idealistliği ile zorunlulukları arasında sıkışır kalır.

Pulat’ın ülkemizin ve sinemamızın bu dönemine attığı bakış değerli ama bu öyle bir mesele ki, çok daha geniş anlatılmaya muhtaç. O dönemde erkek oyuncuların hiçbiri bu filmlerde oynayan kadın oyuncular kadar kullanılmadı ve çile çekmedi. Film aslında buna hiç değinmiyor değil. Özellikle de İlkin Tüfekçi tarafından canlandırılan Alev karakteri meselenin bu tarafına değinen önemli ve iyi yazılmış bir sahneye sahip. Ancak hikâye Aytekin karakteri üzerinden kurulu olduğu için bu karakter geride kalıyor, hatta bir süre sonra tamamen yok oluyor. Bütçesinin darlığı yüzünden çoğunluğu kapalı mekanlarda geçen film, dönemin ruhunu yansıtmak açısından da eksik kalmış maalesef. Yeşilçam’ın karanlık bir zamanı dedik ama, kendine ait bir dinamizmi de vardı ortamın. Aslında bu hikaye tam da Paul Thomas Anderson’ın Ateşli Geceler (Boogie Nights) filmindeki gibi bir hızlı kurguyu, daha kalabalık bir prodüksiyonu istiyor. Ancak Pulat bağımsızlığını korumak adına filmin çapını da küçük tutmak zorunda kalmış. Tabi bir de bu hikayede trajik bir hastalık meselesi var, film daha en başından sadece bir sinema sektör krizi temasıyla tasarlanmamış.

Yine de 70’li yıllarda Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak gibi filmlerle dolu erotik filmler furyasının neden oluştuğuna ve bu filmlerin nasıl bir mantıkla ele alındıklarına kısıtlı da olsa değinilebilinmiş. Sosyolojik zeminiyle birlikte aile dramının biraz daha geride olduğu daha sektöre ve döneme odaklı, daha dinamik ve bütçeli bir filmi tercih ederdim kendi adıma. Ama bu da güzel bir adım. Belki o döneme tekrar bakmak isteyen başka dizi ya da filmlerin yapılmasına da vesile olur.
Yetkin Dikinciler tam da Aytekin gibi idealist, nazik, pozitif enerjili iyi bir oyuncu. Dolayısıyla karakteri eldiven gibi giymiş, seyirciyle hiç zorlanmadan kolay bir iletişim kuruyor. Şimdiye dek hep dizilerde oynamış olan İlkin Tüfekçi’nin de ilk sinema filminde akılda kalıcı bir performans çıkardığını düşünüyorum. Canlandırdığı Alev karakteri de ayrı bir filmi hakediyor doğrusu. Mine Çayıroğlu’nu yıllar sonra yine büyük bir rolde izlemek de güzel. Çayıroğlu bizde yeterince değerlendirilemeyen bir yüze sahipti her zaman. Yılların tiyatro oyuncusu Bilge Şen ise kısa ama zor bir rolle renk katmış filme.

Kesilmiş Bir Ağaç Gibi
Çeşitli TV filmi ve dizilerde yönetmenlik yapmış olan Tunç Davut’un ikinci uzun metrajlı filmi Kesilmiş Bir Ağaç Gibi de yine yarışmanın ilk günü izleyiciyle buluştu.
Mersin yakınlarında, iki çocuk annesi Suriyeli Nesrin, Refik adlı 70 yaşında emekli bir mühendisin bakıcılığını yapmaktadır. Ancak bir gün, tam da Kurban Bayramı’nın öncesinde çocuklarını Refik’e bırakarak ortadan kaybolur. Tam o günlerde Refik’in Almanya’ya taşınmayı planlayan kızı Nalan bayram tatili için babasının yanına gelir. Nalan’ın ağabeyi İhsan da o zamana kadar hiçbir işte istediği yere gelememiş ve kendisini ailesine kanıtlamaya çalışan bir adamdır. Ailenin köy arazisine çiftlik kurmak istemekte ve kız kardeşi Nalan’ı da buna ikna etmeyi amaçlamaktadır. Ancak Nalan’ın ağabeyiyle ilgili tereddütleri vardır. Refik hem çocuklarının arasında alttan alta yürüyen gerilime şahit olmakta hem de kayıp Nesrin’i bulmaya çalışmaktadır. Bu arada Nesrin’in çocukları da dillerini hiç bilmedikleri bu insanların arasında kalakalmışlardır.

Filmin esrarlı bir kayıp vakasıyla fitili ateşlenen bir aile dramına kapı açmasını sevdiğimi söylemeliyim. Seyircide merak uyandıran bir başlangıç cümlesi bu. Çok farklı hayatlar yaşayan iki kardeşin yüzleşmesi babalarının yanında tam da böyle bir meselenin içindeyken yaşanıyor.

Ancak yönetmen Tunç Davut bunu anlatırken malzemesini seyirciye karşı o kadar cimri kullanıyor ki, seyircinin merak ettiği pek çok soruya cevap vermemeyi tercih ediyor. Nesrin’e ne olduğunu bir şekilde kafamızda tamamlasak da Refik’in Nesrin ile olan meselesini tam çözemiyoruz. Genç kadına belli bir miktar para kaptırmış ve kızı neden ona bu parayı verdiğini sorduğunda bahsettiği ‘nedamet’in ne olduğunu da tam olarak anlayamıyoruz. Finalde de kurban kesimi sırasında nihayet kardeşler arasında bir yüzleşme başlamışken yarım kalıyor, dolayısıyla seyirci de tam doymuyor. Film sanki tam açılacakken bitiyor. Bir süre, bahçede bağlı olan kurbanlık koyunun annesiz kalan iki çocuğu simgelediğini düşünürken, onun da kaçmaya çalışan bir anne olduğunu öğrendiğimizde başka bir anlama dönüşüyor. Finalde ise her şeyin toparlandığı bir noktaya ulaşmakta zorlanıyoruz. Maalesef bu kapalı anlatım seyirciyi filmden tatminkâr bir şekilde uğurlayamıyor. Ayrıca ailenin kendi aralarındaki diyaloglar da bir senaristin varlığını sürekli hatırlatmakta. Diyaloglar biraz fazla düzenli geldi bana, daha organik bir yapıda yazılmalıydılar.
Ama filmde bazı güzel detaylar ve iyi performanslar da var. Ben en çok Nalan rolünde Selen Kurtaran’ı beğendim. Birkaç yıl önce izlediğimiz Cam Perde’deki performansıyla da sevdiğim bir oyuncuydu zaten. Eğer bu hikâye bu kadar kapalı bir anlatıya hapsedilmeseydi bu kadroyla çok daha iyi bir sonuca ulaşılabilinirdi. Bazen ‘hikâyenin istediğini vermek’, ‘seyircinin istediğini vermek’miş gibi algılanıyor ve sanattan uzaklaşılıyormuş yanılsamasını da beraberinde getiriyor maalesef.