05 Aralık 2025, Cuma
26.09.2025 11:16

Burak Göral'ın yazısı: Altın Koza’dan 3 film daha: Idea, O da Bir şey mi, Algoritmaya Biat Et

A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Tayfun Pirselimoğlu sinemamızın kendine ait bir üslubu olan üretken ve başarılı bir yazar yönetmeni. İlk filminden beri Albert Camus’ya duyduğu ilgiyi saklamayan senaryolarına son yıllarda Kafkaesk bir tat da ekledi. Son üç filmi Yol Kenarı, Kerr ve İstanbul Film Festivali’nden sonra Adana’daki Ulusal Yarışma seçkisinde de izlediğimiz Idea’da da kısıtlı bir alana sıkışan bir ‘erkek’ karakterin giderek gerçeklikten kopan ve metaforlarla dolu bir labirentin içinde kayboluşuna tanıklık ediyoruz.

Idea’nın kahramanı Kemal, karanlık işlere de bulaşmış bir iş adamının şehir dışındaki boş duran villasında bekçi olarak çalışan sıradan bir adam. Şehre gidip gelirken bir gün otobüste yanına oturan bir adamın unuttuğu ve üzerinde İdea yazan bir kitap bulur. Tam bu andan itibaren hayatı tamamen değişecek ve kendisini gizli bir örgütün lideri olarak gören bazı insanlarla karşılaşacaktır.

Elbette Idea’nın güçlü bir politik altmetinle donattığı hikayesinde ideolojilerine uygun bir lider arayan insanların halini, baskıcı bir otoriteyi, bireyin harekete geçip geçememe tereddütünü, birilerinin birini harekete geçmeye zorlamasını, kimlik karmaşasına düşen birey gibi temaları yönetmenin artık son derece alışık olduğumuz üslubuyla izliyoruz. Sinematografi ve yönetmenlik anlamında kusursuza yakın bir film var karşımızda. Kadrajları, oyuncu yönetimi ve giderek özenle yaratılmış bir distopyaya dönüşen atmosferiyle film pırıl pırıl parlıyor.

Ama özellikle önceki iki filmiyle birlikte düşününce artık bu tarzın yönetmen Pirselimoğlu’nun her filmini izleyen seyircide bir tekrar duygusu yaratmaya başladığını da itiraf etmeliyim. Bir diğer mesele ise bu filmlerin seyirciyle kurduğu ilişki üzerine… Sinema sanatında değerli görülen filmlerin sadece algısı yüksek, filmler üzerine düşünen seyirciyi ödüllendirenler olduğunu düşünmek sinema sanatçılarını bazen belli kalıplara sıkıştırıyor bence.  Idea’daki son derece önemli ve günümüz insanını çok ilgilendiren temaların, bu kadar örtük ve ‘zorlayıcı’ bir şekilde ele alınması filmi anlamak isteyen seyircileri bir parça itiyor kendisinden. Oysa bizim bu meseleleri özellikle Türkiye’de dizilerden başını kaldırıp inatla film izlemek isteyen insanlarımıza bazen de biraz daha ‘açık’ anlatmamız gerektiğini düşünüyorum.  

Filmde kadraja giren her şey şu an hayatımızda bizi çok etkileyen bir şeyi, bir durumu simgelemekte. Dolayısıyla bu dozu giderek artan absürt ve gerçeküstü anlatı bizim gibi sinema entelektüellerinin ve bulmaca anlatılara ilgi gösteren sinefillerin ilgi alanına giriyor ve keyif veriyor elbette. Oysa, özellikle de bu yaşadığımız kaotik gündem içinde kendisini Kemal gibi sıkışmış hisseden insanları biraz daha rahat akan bir hikayeyle birlikte içinde kendisini daha net görebileceği, biraz daha kolay iletişim kurabileceği bir anlatıyla buluşturmak da değerli bir çaba değil midir? Özellikle de Tayfun Pirselimoğlu gibi usta ve bilge sinemacılarımızın alegori ve distopyanın daha ‘güvenli’ bölgesinden çıkıp biraz da geleneksel anlatıya yaklaşıp hikâyeleri kendi gerçek atmosferinde ele alması, böylelikle daha çok seyirciye ulaşması ve onlarda daha kalıcı izler bırakmasını da arzu ediyor insan…

 Herkesin hikayesi kendine: O da Bir Şey mi

Pelin Esmer’in şimdiye dek çektiği filmlerin ortak temalarından biri insanların kendi hayatlarıyla kurdukları ilişki diyebiliriz. Genellikle filmlerinde hayat yolları ve bakış açıları farklı iki karakterin kesişmesi hikâyenin merkezindedir. Esmer’in sinemasının zirvesini oluşturan ve iki kadının bir tren yolculuğunda kişisel öykülerini paylaştığı İşe Yarar Bir Şey’de de, aynı apartmanda yolları kesişmiş birbirlerinden çok farklı özelliklerdeki iki adamın hikayesini anlatan 11’e 10 Kala’da da böyleydi.

Bu sefer Esmer herkesin kendi hikayesinin en farklı ve anlatılmaya değer gördüğü fikrinden yola çıkarak, anlattığı hikâyenin merkezinde yine çok farklı konumlarda hayatını sürdüren iki karakterin yollarını kesiştiriyor.

Hayatının sıkıntılı bir dönemecinde olan film yönetmeni Levent, son filminin gösterimi için Söke’deki bir festivale gelmiştir. Orada kaldığı otelde Aliye adlı genç bir kızla tanışır. Aliye otelin mutfak ve oda servisinde çalışan, avukat olmayı hayal ederken kendisini geçimini bile zor sağladığı bir konumda bulan, Levent’e bir sanatçı olarak hayranlık duyan bir genç kız. Levent İstanbul’a döndüğünde eşiyle sancılı ayrılma süreci içindeyken Aliye’den kendi hikayesini anlattığı ses mesajları almaya başlar. Bu mesajları bir sanatçı egosuyla karşılayan Levent, çekme sözünü verdiği kısa filmde başrolü Aliye’ye teklif eder. Oysa Aliye’nin derdi ne oyuncu olmak ne de gerçekle kurguyu karıştırarak anlattığı kendi hikayesini bir yönetmene satmaktır… 

Ancak bütün film Levent ve Aliye karşılaşmaları üzerine değil. Levent, Aliye’yi önce otelin Aspasia adlı barında diğer müşterilerin hikayelerini dinlerken görür. Daha doğrusu Aliye’yle mutfaktan küçük bir pencereden uzattığı koluyla, yani ana hikâyenin küçük bir parçasıyla ilk orada karşılaşır. Daha fazlasını öğrendikçe daha da ilgisini çeker. Gelgelelim Söke’de yaşayan ve buruk hikayelerini birbirlerine ve Levent’e anlatan müdavimlerin takıldığı bu barın adı Miletli Aspasia’dan gelmekte. Aydın’da bugünkü Söke’nin yerinde bulunan antik İyonya’nın liman şehri olan Milet’te yaşadığı bilinen Aspasia, Sokrates’in öğretmeni olarak da anılan bir kadın filozofun adıdır. Kaynakların belirttiğine göre de onun en büyük özelliği güzel konuşma yeteneğinden dolayı bir anlatı ustalığına sahip olması. Aliye ile Aspasia arasında kurulan ilişki genç neslin bu bıkkın yetişkinler dünyasında kendi hikayelerini yine kendilerinin anlatma isteğiyle de çok örtüşüyor bence.   

Sarkastik bir film ismi “O da Bir Şey mi” Sanki kendi hikayelerinin biricikliğine çok inanan insanların ‘anlatsam film olur’ söylemleriyle dalga geçecekmiş gibi duruyor en başta. Oysa filmin derdi de niyeti de bu değil. Hem bardaki/oteldeki diğer insanların hem Aliye’nin hem de Aliye’nin hikayesindeki diğer kişilerin hikâyeleri de önemli. Aslında herkesin kendi hikayesinin kendisinin sahiplenmesi ve nasıl anlatmak isterse öyle anlatmakta özgür olduğunu söyleyen finalini çok sevdiğimi belirtmeliyim. ‘Anlatma’nın iyileştirici bir gücü de var elbette. Kişinin yönünü bulabilmesi, özgürleşmesi, kendisini ve yaşadıklarını nasıl anlattığıyla da ilgili. Ama film sadece buna değinmiyor. Aynı zamanda hikâye anlatıcılığı üzerine de bir film bu. Hikayelere olan muhtaçlığımız Levent karakteriyle (annesiyle konuştuğu sahnelerle birlikte), hikayelerimizi anlatma ihtiyacımız da Aliye karakteriyle filmde yer almakta.  Dolayısıyla Pelin Esmer’in son derece şık bir sinematografi ve sanat yönetmenliğini de barındıran bu filmine bu duyarlılıkla bakabilen seyirci filmin sonunda ödülünü alarak çıkıyor salondan.

Timuçin Esen Levent karakteri için çok doğru bir seçim olmuş. Annesi rolünde İpek Bilgin tek kelimeyle harika. Ama Aliye rolünde ilk kez tanıştığımız Merve Asya Özgür eğer biraz kötü olsa film çok şey kaybedebilirdi. Genç oyuncu, karakterinin filmin kalbi olduğunun çok farkında ve oldukça da iyi bir performansla sinema dünyasına merhaba diyor…

Anne ben influencer olmak istiyorum: Algoritma’ya Biat Et

Lily adlı genç bir kadın var gücüye etkili ve ünlü bir influencer olmaya çalışıyor. Bu yolda sürekli farklı denemeler yaparken başka bir ünlü yayıncı fenomen Gabe’in tuzağına düşüyor ve birçok ‘meme’e malzeme olmaktan kurtulamıyor. Yolu Kathartist adlı bir teknoloji şirketinin yeni bir icadı olan gözlükle kesişiyor. Bu gözlük kendisinin gözükmediği ama insanların talep ettiği içerikler üretmesini sağlayacak bir araçtır. Lily kendisinin ana özne olduğu içerikler üretmek istese de ve annesi de sürekli onu buna doğru yönlendirse de Gabe’in videosu yüzünden bu mümkün değil gibi gözükmektedir. Sonunda gözlükle yeni videolar çekmeyi kabul eder ve Kathartist dünyasına girer. Ancak içerik ürettikçe izlemeleri artsa da giderek bu paylaşımların oluşturduğu algoritma içinde kaybolmaya başlar.

Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş birlikte çektikleri altı uzun, bir kısa film boyunca farklı denemeler yapmaktan kaçınmayan bir yönetmen ikilisi. Ben en çok ikilinin Gözümün Nuru filmini severim. Amacına daha iyi odaklanılmış sevimli bir filmdir. Algoritmaya Biat Et internet dünyasına video içerik üreten bir kesimin geldiği ve gitmekte oldukları noktayı sorguluyor. Gabe karakterinin ‘bitti aksiyon, geldi reaksiyon’ deyip durması, bu içerik üreticilerinin yeni bir şey üretmekten ya da bir şeyleri oldurmaktan ziyade olanlara ya da üretilenlere verdikleri reaksiyonu malzeme haline getirmelerini sarkastik bir yansıması. Bir süre sonra üretilen tek şey, diğerinin ürettiğine reaksiyon göstermek hatta başkası da bu reaksiyona reaksiyonunu çekip yayınlıyor. Bu böyle sonsuza kadar gidebilir hatta… Kendi adıma güzel bir eleştiri olduğunu düşünüyorum bunun. Ama yönetmenler başka şeyleri de eklemek istiyor buna, insanların kendisini bu içerik dünyasında var etme çabası, ilgi göreyim derken giderek kendisine yabancılaşması, gerçekle kurgu arasında kaybolması, kişiliğine uymayan şeyler yapması, paranoyaklaşması gibi meselelere ve hatta Kathartist şirketi üzerinden algoritma inşasıyla insanları manipüle eden teknoloji şirketlerine kadar dalıyor. Ama bütün bunları seyirciyi zorlayacak, iç içe geçirerek, farklı görsel numaralarla ve sanrısal sahnelerle, bazen de gereksiz damarlar açarak  yapıyor. Filmin dilini tümüyle İngilizce yapmak da buna ek olarak yine seyirciyi iten bir tercih olmuş.

Bu sarkastik öğeleri de olan tekno gerilim filmi biraz daha derli toplu ve odaklı olsa, ortaya daha net bir söylem çıkacak ve daha ilgi çekici olacakmış bence. Lily rolünde Meriç Aral’ın performansı filmin seyirciye en yakın duran öğesi. Görüntü yönetmeni Gökhan Atılmış’ın oyunbaz görüntü çalışması ve Avi Medina’nın filmin ruhuna uygun paletteki müzikleri de filmin artı hanelerini oluşturuyor. 

* Bu haber/yazı ve resimlerin eser sahipliğinden doğan tüm hakları Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’ne ait olup işbu yazı/haber ve resimlerin, kaynak gösterilmeksizin kısmen/tamamen izin alınmaksızın yeniden yayımlanması yasaktır. Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’nin, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 24. maddesinden doğan her türlü hakkı saklıdır.