05 Ekim 2024, Cumartesi Gazete Oksijen
27.09.2024 04:39

Kızıl Goncalar’ın senaristi: Goncaları, muhafazakar veya seküler fark etmez, Türkiye’deki bütün kadınlar olarak düşündüm…

“Yerli dizi izlemiyorum” diyen kitleyi bile ekran başına toplayan, son yılların en çok konuşulan ve merak edilen dizisi Kızıl Goncalar, 30 Eylül Pazartesi günü yeni sezonuyla ekranda olacak. Senaristi Şükrü Necati Şahin sorularımızı cevaplandırdı

Son birkaç yıldır ana akım TV kanallarında ilginç bazı dizilere rastlar olduk. Çatışmalarını toplumsal yaşamımızdaki kimi ayrışmalarla, kutuplaşmalarla kuran bu dizilerin, RTÜK’ün yoğun gözetimi altındaki kanallarda olmalarına rağmen dijital platformlardan daha cesur sulara girmiş olmaları enteresan. Kızılcık Şerbeti, Ömer ve hiç kuşkusuz Kızıl Goncalar bu anlamda Türkiye toplumunun sosyolojik sinir uçlarına dokunan ve oralarda dolaşarak duygusal hikayeler anlatmaktan çekinmeyen diziler oldular. 

Daha önce Gönül İşleri, Vatanım Sensin, Kulüp, Atatürk gibi ele aldığı konularda ses getiren dizilerin senaryolarına imza atmış olan Necati Şahin’in Kızıl Goncalar’ının senaryosu ise sadece cüretkarlığıyla değil içerdiği gerçekçi karakterler ve durumlarla, gerilimi çok iyi ayarlanmış çatışmalarıyla, iyi yazılmış diyaloglarıyla da özel bir proje. Geçen sezon Kızıl Goncalar’ın setine gitmiş, iki yönetmeninden biri olan Ömür Atay’la çok ses getiren bir söyleşi yapmıştım. İkinci sezon başlamadan hemen önce bu kez Necati Şahin’le buluştuk. Şahin, çok okuyan, çok izleyen, tarihe çok meraklı, sektörün dinamiklerine hakim, sohbeti keyif veren bir yazar. Karşılıklı oturduğunuzda sanattan politikaya, tarihten felsefeye kadar saatlerce konuşabileceğiniz, fikirlerinizi kafa kafaya tokuşturabileceğiniz biri. 

Onunla Kızıl Goncalar’ın dünü, bugünü ve yarınını konuştuk. Ortaya içinde kızılın da olduğu çok renkli bir söyleşi çıktı diyebiliriz....

Kızıl Goncalar setinde bulunduğumda atmosferinden çok etkilenmiştim. Oyuncular birbirleriyle çok uyumlu ve çok mutlular. Dizinin başarısında bunun da payının olduğunu düşünüyor musunuz?  

Televizyon piyasası çok sofistike bir piyasa değildir;  birçok dizide ekmek parası için oynuyor insanlar. Kızıl Goncalar 1. bölüm senaryosu sektörde çok erken konuşulmaya başladı. Daha senaryo aşamasına gelmeden, hikaye aşamasında bile ilgi çekti. Özcan ve Özgü’yle taslak üzerinden konuştuk ve o aşamadan itibaren çok etkilendiler. Hatta ilk Özgü sonra Özcan geldi. Diğer oyuncular da sonrasında çok hevesle ve hızla dahil oldular. Zaten Özgü’nün dokuz yıl sonra döndüğü projeyi herkes merak etti.

Neydi peki bu kadar da merak uyandıran şey, oyuncular açısından?

Bir oyuncuya tesettürlü oynayacaksın demek bu zamana kadar şartları zorlayıcı bir durumdu. Muhteşem Yüzyıl’da, bazı birkaç dizide bunlar normalleşmişti ama bu kadar tarikatlı bir hikayede daha da düşündürücü bir durum bu oyuncu açısından. Ama hiç sorun çıkmadı ekipten bu anlamda. Ben bunu giymem, ben böyle davranmam, ben bunu söylemem gibi hiçbir hareketle karşılaşmadık. Senaryonun kozmolojisine çok ciddi hürmet gösterdi hepsi. Biz de devamında o borcu ödeyebildik. Genelde ilk etapta 6’ya kadar yazdırır kanallar. “Bir görelim gidişatı” derler. Biz yayına kadar 8 tane yazmıştık. Ama orada da düşmediğimizi görünce oyuncular daha da heyecanlandılar. 

Dizinin yapımcısı Faruk Turgut, yakın zamanda verdiği bir röportajda Kızıl Goncalar için birkaç filmden etkilenerek kafasında bir şeylerin şekillendiğini sonra da sizinle paylaştığını söyledi. Neydi ilham kaynakları dizinin?

Benim teması bu olmayan bir tarikat hikayesi fikrim evvelden vardı ama pek yazasım yoktu doğrusu. Dönem dizileri arka arkaya geldi, yıllarım günümüzden uzak şeyler yazarak geçti. Neyse ki iyi projeler çıktı o süreçte. Aslında dijitale Çiçekler Açar’ı yapacaktık. Disney’le görüşülüyordu hatta. Sonra geldiğimiz noktada, biz bununla daha fazla oyalanırsak, yorulacağız dedik.

Ben de daha önce dünyadaki bütün tarikatlar üzerine çok detaylı bir inceleme yapmıştım. Beni bu konuya çeken belli bir dinin belli bir öğretisi filan değil aslında. O insan topluluğunun davranış mekanizması her yerde birbirine çok benziyor. Bu Osho için de geçerli olabilir, amişler için de, mormonlar için de. Belgeselleri, filmleri yapılmış olanlardan bahsediyorum. Neredeyse hepsini de izledim diyebilirim. Faruk Bey modern İran sinemasını çok başarılı buluyor. Toplumsal gerçekçi hikaye anlatısını ben de çok iyi bulurum İran sinemasının. Nitekim Bir Ayrılık filmindeki gerilimden çok etkilenmiş. Çocuk evliliği meselesi de bizim Türkiye’de duyduğumuz şeylerle alakalı daha çok tabii ki. Yani bir yere gitmeye, izlemeye gerek bile yok. Çok detaylı dosyalar, davalar var sık sık gündeme gelen. Logline’ı oluştururken buralarda dolaştık.

Kızıl Goncalar’ın logline’ı neydi peki? 

14 yaşında anne olmuş bir kadının aynı kaderi kendi kızı yaşamasın diye verdiği mücadele.

O zaman Kızıl Goncalar’da ‘gonca’lar bu anne-kız desek doğru olur mu? 

Bir şekilde benim yolculuğum yazdıkça biraz kadına döndü. Kulüp’te de Vatanım Sensin’de hatta Gönül İşleri’nde de böyleydi. Dünyada kadının konumunun değişmesinin hikayesini yaşıyoruz biraz aslında. Dünyaya bir uzaylı baksa toplumları ayırt etmek için, en çok dikkatini çekecek şey kadınların her toplumdaki farklı konumları olur. Sanayi devrimiyle kadının sosyal hayatın içine daha çok girmesiyle hatların karışmasına tanık olmuştu dünya. Kadının konumunun değişmesi her şeyi etkiliyor tarihte. Bütün direnç de oradan çıkıyor zaten. 

Bence ilk sezonda kadın karakterlerin aldıkları kararlar ve hareketleri belirleyici ve baskındı. Ama sezon finaline doğru Vahit’in gelişi bunu biraz baskıladı, aşağı çekti. Sanırım ikinci sezon bunun çatışması olacak daha çok?

Evet büyük oranda. Goncalar’ı Türkiye’deki bütün kadınlar olarak düşündüm aslında. Muhafazakar ve seküler farketmez. Biz ülkenin kadınının hikayesini yaşıyoruz hep birlikte. İleriye doğru bir gidiş olduğunu düşünüyorum tabii ki. Seçmen tercihleri açısından da ilgi çekici geliyor gidişat. Annelerimizin, eşlerimizin, kızlarımızın –benim de 11 yaşında bir kızım var- bu gidişatta nereye varacaklarını çok merak ediyorum. Hiç bilinmedik bir yere giden bir yolculuk var burada. 

Kızıl Goncalar aslında tam da bu gidişata karşı konum almak/alamamak üzerine bir hikaye anlatıyor sanki değil mi?

Bu tarafta “gitmeyelim bildiğimiz yerde duralım” diyenler var. Ama buranın da eski olduğu için, kadının konumu açısından güncele uymayan kimi adaletsizlikleri var. Bir kadının 14 yaşında evlendirilmesi de buna dahil bir durum. Hepimizin dört kuşak önceki dişi atası 14 yaşında evlendi aslında. Türkiye’deki herkesin bunu bir kabul etmesi lazım her şeyden önce. Gözümüzde hemen Mahsun Kırmızıgül dizisi canlanıyor, 76 yaşındaki çirkin bir adamla evlendirilen 14 yaşındaki kız sahnesi değil, hayır oğlan da 16-17 yaşında. Benim babamın ninesi 14 yaşında evlenmiş işte 17 yaşında bir gençle. 16 yaşında da Çanakkale Savaşı’nda kocasını kaybettiği için dul kalıyor. Bütün dünyada böyleydi, Alexandre Dumas’nın romanını okuyun oradaki düşesler kaç yaşında sanıyorsunuz? Shakespeare’in Juliet’i 11 yaşında Romeo da 13 yaşındadır yanılmıyorsam. Boleyn Kızları kaç yaşındaydı? Bu böyle idi ve birileri hâlâ böyle yaşıyor. 

Sonra 20. yüzyılda kadının eğitim alması diye bir şey çıktı ortaya ve birden “ha başka bir şey var, 14 yaşında da evlenmeyebilirim” bilinci yayıldı. Ama adam kızını okutmak da istemiyor bir yandan. Bilmiyor devamında ne geleceğini. Ne yapacak okuyup da diye düşünüyor. 

Bu konu güzel tartışılmıştı bir bölümde...

Kızıl Goncalar’ın bir başarısı da şu; çok kabul edilmiş bazı şeylere aniden soru yönelttiğinde birdenbire kristalize oluyor. Şu soru gerçekten önemli: Neden herkes okuyor? Ya da neden herkes şu formasyonda okuyor? Neden çıraklık kurumu terkedildi? Levent ve Cüneyd’in tartıştığı sahnelerdeki lezzet de böyle çıkıyor işte. Cüneyd diyor ki; bunu niye kategorik bir doğru olarak kabul ediyorsunuz? En sevdiğim diyaloglardan biri: “Sizin tasarladığınız dünya bu mu? Siz memnun musunuz bu tasarımdan? Bunun eskisinden daha iyi bir dünya olduğunu düşünüyor musunuz?” Bu bir sürü filozofun da tartıştığı bir şey. Sadece geçmişe tutunan bir İslamcının serzenişi değil. Bunu Noam Chomsky de, Zizék de soruyor. Ama biz bunları onlardan da duymak istemiyoruz. Bu okuma, eğitim macerası, doğru konuşmak gerekirse, kapitalizmin kasıtlı  tasarımıdır. İnsanların 35 yaşına kadar ergen çocuklar gibi olması da kapitalizmin tasarımıdır. Bazı şeyler çok geriden geliyor. İlerden gelenleri de dinlemiyoruz. Benim hayatımda en ciddiye aldığım insanlardan biri Zeynep Sayın’dır. Yazdıklarıyla benim üzerimde çok büyük emeği vardır. Zeynep Hoca daha pandemi yokken, altı sene önce söyledi. Dijital diktatörlük çağına girdik, hayırlı uğurlu olsun! Yani çoktan geçti, boş konuşuyoruz. Başka bir yerdeyiz şu an ve bu tasarımı yapan senin Türkiye’de kızdığın, gerici bulduğun iktidar filan da değil. Onlar ancak uyumlanmaya çalışıyorlar.

Kızıl Goncalar evreninde özellikle Levent – Cüneyd sahnelerinde uzun diyaloglar eşliğinde benzer konular konuşuluyor. Bunlar bence seyirci için yeni şeyler...

Değil aslında. Kurtlar Vadisi diye bir dizi de vardı. 

Evet orada da fikirlerin çarpıştırıldığı bol diyaloglu sahneler vardı ama Kızıl Goncalar’da birçok felsefecinin isminin geçtiği bu sahnelerde ağır konularda yoğun fikir çatışmaları oluyor. İlk bölümden itibaren bu karar kime ait? 

Benim kararım bu. 

Bu sahnelerle birlikte dizinin AB kitlesine daha çok hitap eden bir yapısı, anlatımı var. 

Benim hiçbir işimin Total’i AB’sinden yüksek olmadı. O yüzden çalışırken bu kısmı hiç düşünmem ben. Ben yazarım, ne olacaksa olur. Özcan’la taslak sırasında güncel bir konu hakkında 10 dakika filan konuştuk, sonunda da “Özcan, bunun aynısını yazacağım. Bakalım seyirci ne yapacak” dedim.

Çünkü ben bu konuları konuşurken keyif alıyorum, insanlarla kafa çarpıştırmayı seviyorum. Benim aldığım hazzı insanlar alır mı diye merak ettim. Zaten dizilerde seyirci sevmezse değiştirirsin bu tip şeyleri. Ama çok severek yazdığım için insanlar da aynı zevki aldılar. 

SEYİRCİNİN EZBERİ YOKTUR Kİ BOZULSUN 

Seyircinin bir ezberi var mı sizce? Kızıl Goncalar bu ezberi mi bozuyor biraz?

Seyircinin bir ezberi olduğuna inanmıyorum ben. Seyircinin böyle dertleri yok, bir şeyleri ezberlemeye de çalışmıyor. Seyirci çok rahat, rahatsız olan biziz. Yani o ezber bizim ezberimiz. 

İşte aslında ezber dediğimiz şey de böyle oluşturulmuyor mu? Yapımcı tarafından seyirci bir şeye alıştırılıyor. Orada bir ezber oluşuyor sonra da farklı bir şey yapınca ‘seyirci ezbere alışmış, bunu istiyor’ diyoruz. Böyle mi oluyor acaba?

Biz bu konuları hem senarist hem de danışman sıfatıyla çok konuşuyoruz. Ben hep aynı soruyla dalarım bu akışa; “senin çok süper olduğunu düşündüğün ve batan kaç iş var?” diye sorarım. Benim yok açıkçası. Şöyle düşünüyorum: Türkiye’nin en çok izlenmiş  en kalıcı işleri Türkiye’nin en sofistike işleridir. İsterseniz sayalım biraz: Öyle Bir Geçer Zaman ki, Muhteşem Yüzyıl, Kurtlar Vadisi, İkinci Bahar, Ezel, Elveda Rumeli, Fatmagül‘ün Suçu Ne?

Siz hem eleştirmen hem de senarist olduğunuz için de net olarak söylüyorum: Türkiye’nin en çok izlenen dizileri Türkiye’nin en sofistike dizileridir. Tamam, soap opera işler de izlenmiştir evet, ama bizim bu işleri yapmamızla ilgili çerçevelerimizi çizen işler gerçekten iyi işlerdir. Bu Masumlar Apartmanı için de böyledir, Kırmızı Oda için de böyledir. Ezber bozan iş de izlenir iyiyse.

Seyirci çok akıllıdır, ne izlediğini gayet bilir. Tabii duygu pornosuyla şunla bunla da izletebilirsiniz. Ama Türkiye’nin en büyük işleri Türkiye’nin en iyi dizileridir.

SEYİRCİ TALEPLERİ 

Yazarken seyircinin talepleri sizi çok etkiliyor mu? Seyirci bizim dizilerde hep bir romantik ikili olsun istiyor mesela. Zeynep ve Cüneyd’in sezon finalinde boşanmasını ta en başından beri mi kurmuştunuz yoksa Zeynep’in yaşı yüzünden çıkan tartışmaların baskısıyla bir değişim mi oldu? 

Bu konuda Bukowski’nin bir öyküsünde yazdığı bir cümlesi vardır: “yazarın yeri daktilosunun başıdır, hâlâ çıkıp gezmesi gerekiyorsa o yazar değildir” der. Ben kendi yazarlığımı tartamam ama oturup bir şey yazmaya başladıysam artık geçmiş olsun. Onun olup olmayacağına başkası karar veremez artık. Ben Cüneyd ve Zeynep’i tam da böyle düşünerek yazdım. Bana bir şekilde güvenilmiş, milyon dolarlık bir bütçe emanet edilmiş... Yani durup dururken ‘Türkiye’deki en netameli konuya hadi bir dal bakalım’ denmemiş. Necati 6-7 Eylül olaylarını ahlakıyla anlatmayı başardığı düşünülen birisi olduğu için, Atatürk’ün hayatını anlatırken bir hata yapmadığı düşünüldüğü için bu kadar netameli bir konu Necati Şahin’e emanet ediliyor. Ben de bunun karşılığını vermeye çalıştım. 

Tarikatçıları 70’ler sinemasındaki dini figürler gibi göstermedim. Övünmek gibi olacak ama ben işgalci Yunan generalinin idamına seyirciyi ağlattım, bir Yunan teğmenine seyirciyi aşık ettim. İki boyutlu bir işgalci figürü yazmayacağım dedim o zaman Taylan Biraderler’e de. “Kötü adamım ben heeey” diye dolaşan bir karakter yazmayacağım. Ben Sadi Hüdayi’yi, Hasna’yı yazarken de öyle bir psikolojide değilim. 

Vatanım Sensin zamanında şimdiki zamandaki gibi bir sosyal medya ortamı, fan kültürü yoktu diğer yandan. Mesela şimdi yazarları yönlendirmeye, psikolojik baskı kurmaya çalışan bir fan kitlesi var neredeyse her dizinin. Siz bu duruma nasıl bakıyorsunuz?

Benim üzerimde öyle bir baskı yok. O baskının gerçekleşmesi için benim içinde bulunduğum ticari faaliyeti doğrudan etkilemesi lazım, çünkü bu bir ticari faaliyet. Bu, araya reklam alınan bir televizyon dizisi, yani yapılma koşulu belli. Yayından kalkmasının koşulları da belli. Ya bizim başımıza gelenin daha serti olur yasaklanırsın ya da 2 reyting alır batarsın. Şimdi bu bahsettiğiniz baskılar reytingi 2’ye düşürüyor mu düşürmüyor mu? Benim sadece bir tane ölçüm var. Reyting. Salı sabahı 10’da mail olarak geliyor, bakıyorum. 

Yani bu tartışmaların reytinge olumsuz bir yansıması olmadıkça sizde alarm zili çalmıyor öyle mi?

Yok, çünkü şöyle: Onların neyi izleyeceklerine ben zaten daha önce karar vermiştim; yayına girmeden önce sekiz bölüm yazılmıştı. Yani ben o seyircinin ne diyeceğini merak etsem bile artık çok geç. Benim hakim olduğum bir evrende bir şey izliyorlar, ikinci sezonda da öyle olacak. Yine 7-8 bölüm öndeyim mesela. Bunları beğenmezler ve izlemeyi bırakırlarsa, ben de yanlış tercihler yapmış olduğumu öğrenirim. 

Bu baskı kurma gayreti genelde romantik çiftler söz konusu olunca oluşuyor hep, çok ilginç...

Bu bahsettiğiniz kitle gençlerden oluşuyor, biliyorum. Onların nelerden hoşlandığına dair de bir fikre sahibim. Yani tabii ki libidosu çok yüksek çiftleri izlemeyi seviyorlar. Yalı Çapkını’ndaki çift mesela. 2-3 yıldır izleniyor ve gerçekten o çiftin libidosu çok yüksek. Oysa Kızıl Goncalar’da edebiyatı ve maneviyatı yüksek başka bir şey izliyorlar. 

Bu hikayenin maneviyat tarafıyla kendi seyircisini geliştirdiğine dair bir inancınız var mı? Bazı gençlerin tasavvuf ve felsefe kitapları okumaya başladığına şahit oldum ben sosyal medyada. 

Güzel bir şeyler gördüğüm oldu, podcast’lerde güzel tartışmaların yapıldığını benden okuma listesi isteyenleri de gördüm ama öyle yoğun çılgınca bir şey değil, üç-beş tane.

Dizinin içinde geçtiğimiz sezon sekülerler ve dindarlar kutupları vardı, sezon finalinde bir üçüncü kutup daha eklendi: Radikal dindarlar. Üstelik bu çatışma kız çocuklarının okutulması konusuyla patlak verdi! Dizi bu konuda net bir tavır koydu gibi oldu finalde. Kızların okumasını isteyenler iyi tarafı, engellemeye çalışanlar kötü tarafı oluşturdu. 

Bu tavrı dizi değil karakterler koydu. Benim öyle bir vazifem yok açıkçası. Ben merak ettiğim şeyi yazarım. Şahsi görüşüm beni ilgilendirir. Yazarın burada pozisyon alması meselesi çok önemli gelir bana. Bir işin üç boyutlu olabilmesi için, gerçek durabilmesi için görüşlerinizi dayatmanın, haklı olmanın ötesine geçmeniz gerekiyor. Dostoyevski gibi, birisi engelli iki kadını baltayla öldüren bir karakterle yürüyebilirseniz vicdana dair gerçek bir anlatıya ulaşabilirsiniz. Benim durumum şu. Kızımı okutuyorum. Ama dünya nereye gidiyor, okuyunca ne olacak, nasıl bir macerası olacak hiç bilmiyorum.

DİZİLERİN TOPLUMSAL GÜCÜ

Türk toplumu çok dizi izleyen bir toplum olduğu için soruyorum. Sizce dizilerin böyle toplumlara geliştirici, iyileştirici bir gücü olabilir mi? 

Gündeme bakın, sizce var mı? (gülüyor) Toplumsal gerçekliği oluşturan katmanlarda dizi kaçıncı sırada? Bir toplumsal gerçekliğin önce öncülleri oluşuyor, sonra zuhur ediyor. Üstüne siyasetçi, medya, fikir adamları devreye giriyor. Sonra senariste geliyor sıra, yani bizler beşinci sırada filanız. Biz bir şey yazana kadar daha oturmuş oluyor bazı şeyler. Kurtlar Vadisi çıktı mafya arttı dediler. Susurluk olmuş 96’da, ne mafya artması? İki tane çocuk pardesü giydi filan diye, milletin hoşuna gidiyor böyle şeyler söylemek, diziyi yapanın da işine geliyor. Türkiye’nin mafya geçmişi kaç senelik hikaye! Üstelik Kurtlar Vadisi’nin bile anlatamayacağı kadar politik bir mesele. O yüzden Kurtlar Vadisi’nden sonra mafya çok arttı filan yok, aksine azaldı bence. 

Ama daha görünür hale gelmiş oluyor diyebiliriz belki. Bir yandan da Kızıl Goncalar’ın sezon finalinde dizinin evrenine şeriat getiren Vahit’i İrfan’ın cenazesinde birtakım adamlarla konuşurken gördük. Dizi ikinci sezonda biraz siyasete de bulaşacak gibi sanki? 

Tonumuzu bozmayacak kadar umarım. Ekiple konuşurken de söylüyorum, biz bir fantezi atıyoruz ortaya. Atalım ama toplumsal bir karşılığı da olsun. O zaman seyirci izler, çünkü bildiği bir şeyle bağdaştırma şansı var. Mesela “vakti muaraza” diye bir şey uyduruyoruz, insanlar bunları gerçek zannediyorlar. ‘Vaktı mekatıl’ da öyle. Biz oturup kelimelerle oynayarak oluşturuyoruz. 

Ömür Atay onunla yaptığım söyleşide “biz kendi tarikatımızı yarattık, onlara kendi ritüellerini uydurduk. Biz kendimiz, varolabilir bir dünya içinde bir tasarım yaptık.” demişti.

Hadisler, ayetler, Kur’an’a dair ifadeler tabii ki gerçek. Ama diğerleri bizim uydurduğumuz fanteziler. Vakti muaraza, cübbesini ateşe atıyor da bilmem ne... Aslında post kavgası işte. Seyirci gerçeğini gündemden bildiği için de ilgisini çekiyor. Vahit’in yapacakları için de çok marjinal anlar yaratabiliriz ama ben her adımda hep diyorum ki toplumda karşılığı var mı? 

Aslında dizinin bütün manevralarında hep bir ayağı gerçeklere basıyor. Ama diğer yandan Meryem karakterinin durugörü yeteneğinin olması da paranormal bir açılım getiriyor diziye... Sembolizmle yüklü bir sürü rüya görüyor ve şimdilik seyirci gördüklerini tam bir yere oturtamıyor. Neden böyle bir detay var dizide? 

Şunu iyi ayırt etmek lazım; Senarist buna inanıyor mu başka bir şey, bu evrende yaşayan insanlar buna inanıyor mu başka bir şey. İstihareye yatmak diye bir şey var. Amaçlı bir rüya görüp karar vermek için duasını okursunuz, namaz kılarsınız ve uyursunuz. Ertesi sabah da karar verirsiniz. Sizin için de istihareye yatılabilir. Bir başkasından da rica edilebilir bir şey bu. Kur’an’da zaten haberci rüya, rüya tabiri bizzat var, Hazreti Yusuf’un özelliği bu, rüya tabir edebilmek. Şimdi bu kadar güçlü bir şey malzeme olarak var orada, ben de bunu niye kullanmayayım ki? Bunun üzerine dolu film var. Sadece müslümanlıkla ilgili değil ki bu mesele. Sandra Bullock’un da çok güzel bir filmi vardı mesela Premonition (Sıradışı, 2007) diye. Yani ben bunu ilginç bulduğum için koyuyorum ve elbette bir sebebi var. 

 İkinci sezonda çıkacak sebebi o zaman? 

Evet. 

EKİP ÇALIŞMASI VE DİZİNİN DİLİ

Kızıl Goncalar’ın bölümlerinin yazılması diğer dizilere göre daha uzun sürüyor olmalı? Kaç kişilik bir ekiple nasıl çalışıyorsunuz? 

Biz beş kişiyiz, Melih Özyılmaz, Deniz Gürlek, Gamze Arslan, Said Aydın ve ben. Geçen sene Ceylan Güleç de vardı sağ olsun. Hukuk danışmanımız, psikiyatri danışmanımız ve dini danışmanımız var. Ayrıca sette de bir tane ayrı dini danışmanımız var. İyi gidiyor, şimdiye kadar da öyle kocaman bir hata yakalatmadık. Birkaç ifadede bazen minik hatalar oldu ama onları camilerde imamlar bile yapabiliyor bazen. En temelde seyirciyi inandırabilmek çok önemliydi bizim için.   

Dili seyirciye kabul ettirmek de en başta zor oldu, anlamıyoruz diye twitler atıldığını hatırlıyorum. 

O karakterlerin senin üzerindeki gücü zaten senin anlayamamanda. Doktorun da senin üzerindeki gücü böyle mesela. Hakimin de, hocanın da senin üzerindeki gücü zaten ne dediğini anlamamanda. Böyle konuşmak için özel çaba sarfederler. Mesela televizyona Youtube’a çıkan hocaları izliyorsun, araya bir sıkıştırıyor arapça bir şeyler. Türkçesini bilmiyor mu, biliyor.

Karizmayı oradan kuruyor yani.

Elbette, yani modern Türkçeyle yazsak o sahneleri seyirci küçük görür seni. 

Başta Erkan Avcı olmak üzere oyuncular da bu diyaloglara inanılmaz bir uyum göstermekteler. Herhalde epey bir çalışıldı onlarla da bu konuda?

Biz çok doğru konuştuk özellikle Erkan, Mert, Selen ve Asiye’yle... Özellikle Erkan’a şunu söyledim ben: Sende biter bu dizi. Seninle açıyoruz dedim. Onun uzun tiradıyla başlıyor dizi hatırlarsınız. Seyircinin en iyi bildiği şeylerden biri doğru Kur’an tilâvetidir. Onun kötüsü hemen ayırt edilir. Orada bunu yaptın yaptın, yapamadın kapatırlar. Dizinin konusu güzel miymiş, kızın başına bir şey gelir miymiş, ay bu çok yakışıklıymış hiç oralara kalmaz. Bırak kardeşim der kapatırlar. Mert (Yazıcıoğlu) de çok çalıştı, Mert Turak zaten istisnai bir adam. Yine de hoca takımı beğenmez belki ama seyirciyi etkileyecek düzeydeler. 

Hoca takımı beğenmez belki deyince, o kesimden size hiç birtakım şikayetler, haber göndermeler oldu mu?

Bireysel bir şey olmadı, ama dizi ceza aldığında toplamda ne olduysa onu müşahade ettik hepimiz. Bir sürü kesimin çok rahatsızlık duyduğu belliydi zaten. Artık alışıldı mı bilmiyorum. Ama şöyle de bir şey var; ortodoks tarikatlar zaten televizyona, dizi meselesine sıcak bakmazlar. Yani gene bir şey olur kızabilirler. Ama ben onu düşünmem, ilk başta düşünmediğim gibi. Biraz işin vicdanını da gördüklerini düşünüyorum ben. Hızla huzursuz oldular ama sonra çok hızlı da Yeşilçam mantığıyla yapılmış bir şey olmadığını anladılar. “Üzerine düşünülmüş bir şey söylüyor” noktasına gelindi bence. 

DİZİ İÇİ REKLAMLAR

Sansasyonel olmaktan ziyade olgun bir dizi. Mesela şu da güzel bir şey; Hiç dolgu sahne yok bölümlerde. Neredeyse iki buçuk saat dolu dolu drama izliyoruz. Her sahne bir şey söylüyor. Yorucu bir yandan da... 

Evet, biraz da dolgu sahne yazsak fena olmayacak aslında. (gülüyor)

Normalde seyirci bu kadar nefessiz de bırakılmaz. Bazı küçük nefes alanları açılır. Sizde bu işlevi ürün yerleştirme sahneleri görüyor belki de. Ama sahnelerin gücünü, karakterlerin duygusunu bozmuyor mu o reklam sahneleri?

Beceremiyoruz hocam. Türkiye’deki reklamverenin mi sorunu artık bilmiyorum. Amerikalılar bunları çok güzel beceriyorlar. Ben ürüne de zarar verdiğini düşünüyorum bu reklamlandırma biçiminin. Yakışık almıyor. Dramı bozmasına bir şey diyemem, ticari bir mal zaten yaptığımız. Ama Amerikalı markalı tişörtü giyip çıkıyor, replik filan yok, ürünü göstermesi yeterli oluyor. Burada yetmiyor. Bazen de şunu diyorum, bir şey yapıyorsun, başka bir tartışma açılıyor, oyuncu sendikası devreye giriyor, bir yerden ceza geliyor... Bir sakin olalım ve üçüncü dünya ülkesinde yaşadığımızı da kendimize hatırlatalım. Yani bu ülkede bir sürü şey böyle. Senden benden çifte vergi de alıyorlar. Çok adaletsiz bir vergi sisteminde de yaşıyorsun sen. Bu ülkede bir sürü şey zaten denk getirene... Bu da onlardan birisi. Reklam veren burada da kuvvetini denk getirmiş böyle kullanıyor, ama kendi lehine mi, bence değil. Ama dolgu sahne meselesiyle ilgili şunu söyleyeyim: Levent-Cüneyd sahneleri dolgu sahnesi. (gülüyor) 

Keşke bütün dolgu sahneler öyle olsa! Zaten Ömür Atay ve Özgür Sevimli de çok sinematografik sahneler çekiyorlar. Su kemerinin üstündeki sahneler aklıma geldi şimdi. Orada da bir Rashomon etkisi var. Biz bu sahnenin 4-5 versiyonunu izledik toplamda. Sezon finalinde izlediğimiz hali artık nihai gerçek mi? Daha var mı başka versiyonu?  

Cüneyd’in hikayesi öyle evet. Bir çocuğun öyle bir şey söylemesi... Çok büyük travma. Bu diziyi yazarken beni heyecanlandıran birkaç şey vardı. Bir tanesi işte “p ve q meselesi”, bir tanesi Suavi’nin ötenazi hikayesinin bağlanacağı yer –yani 13. bölüm. Ben 1’i yazdıktan sonra bile 13. bölümü oturur bir çırpıda yazardım o kadar hakimdim meselesine. 

Türk dizi tarihinin en iyi bölümlerinden biri olabilir o bölüm. Sezon finali gibi bir bölümdü ve muhteşemdi gerçekten... 

İşte bunun gibi Cüneyd’in bu hususla ilgili deneyimleyeceği şey de benim çok hevesle beklediğim bir durum. Şimdi söylemeyeyim ama... Çok düşündüğüm bir şeydi en başından beri. İnşallah onu da güzel yazmayı beceririz. 

TARİH MERAKI

Sizin yazdığınız dizilerde hep netameli konular işleniyor Kulüp, Atatürk dizisi, Kızıl Goncalar... Hep böyle mi devam edecek? Şimdi Çiçekler Açar adında yeni bir diziniz daha var mesela...

Evet o da öyle. Bir sürü şey oluyor hikayesinde. Tekkelerin kapatılması, şapka devrimi, soyadı kanunun kabul edilmesi, harf devrimi... Bir sürü devrimin yapıldığı dönem...

Pek anlatılmadı inkılaplar dönemi dizilerde, filmlerde...

Yok girilmedi. Ben orada da doğrudan, İslami bir çatışma gibi değil,Türk insanının bu kadar hızlı yapılmış devrimlerle nasıl karşılaştığını merak eden bir iş yaptım. Özellikle Türk Kadını’nın Atatürk devrimleri ile edindiği haklarla ilgili...

Hukuk mezunusunuz, tiyatro da okumuşsunuz ama Tarih okumuş gibisiniz daha çok? 

Ezelden beri severim tarihle ilgili okumayı. Çok küçük yaştan itibaren tarih romanları okudum. İstanbul’un fethi romanları vardır ama çok bilindik romanlar olarak düşünmeyin onları. Benim hayatımda okuduğum en iyi metin gruplarından bir tanesi Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Kapı, Kilit, Anahtar, Çatı, Konak kitapları... Pek bilinmezler özellikle seküler kesim tarafından ama çok büyük edebiyatçıdır Sepetçioğlu. 

Özcan Deniz’in Levent karakteri de tarihe meraklı. Ama Atatürk’ten bahsederken hiç onun ismini zikretmiyor. Büyük komutan, bazen paşa diyor. Bu da tartışılan bir konu oldu sosyal medyada. 

Levent’in üslubu öyle olsun diye karar verdik. Gazi Paşa diyor. İlber (Ortaylı) Hoca da öyle bahseder mesela. Belli kişilerin belli kişilerden bahsederken kalıpları vardır. Mesela bir tarikat lideri peygamberimizden bir türlü bahseder, öbürü başka türlü bahseder. Yani onun bir sürü sıfatı vardır, kimisi birini, diğeri başkasını kabul eder. Yani kişisel bir üslubu olsun Levent’in dedik. 

EN SEVDİĞİ DİZİLER

Sizce, hem yerli hem de yabancı, dünyanın en iyi dizileri hangileri? 

Hiç kaçırmadan izlediğim dizi Süper Baba’dır. Bugünkü dizilerle karşılaştırdığımızda ne söyler, neden iyidir diye düşündüğümde şunu farkediyorum: en ufak karakterin bile hikayede bir yeri var. O zaten Yavuz Turgul’un bütün tasarımlarında vardır, hiçbir zaman boşa basmaz Yavuz Turgul. Mesela Alacakaranlık da çok iyi bir diziydi. Çok cesur ve rahattı. Ama teknik olarak Türkiye’nin yazılmış en iyi işi, Kurtlar Vadisi’nin o meşhur ilk 96 bölümüdür. Yarattığı bütün karakterler, Laz Ziya, Baron’un ailesi, uyuşturucu üreten adam, onun sapık oğlu, vesaire, bir dizide her şey mi çalışır birader?

Yabancılarda sevdiğim çok fazla var. Mesela True Detective’in ilk sezonunu geçemiyorum. Kaç kere izledim bilmiyorum, şimdi açsam sekiz bölüm izlerim. Benim üzerimde Süper Baba gibi etki bırakmış, yıllar içinde izleye izleye büyüdüğüm dizi de Six Feet Under’dır. 

Alan Ball’un dizisi...

Alan Ball müthiş bir kalem. Oradaki cesaret ve incelik başka hiçbir dizide yok. Çok acayip bir deneyimdi benim için o beş sezonu izlemek. Nate’in ölümü ve müslümanmış gibi gömülmesi, başında Mevlana’dan şiir okunması... Beni çok etkilemiştir. Sonra büyüleyici final sekansı... Çok yüksek sanat. Onu yazabilir miydim diye düşünüyorum. Yakın bir şey yazabilirdim belki. Ama yazamayacağım bir dizi söyleyeyim size: The Sopranos. Yazamam, çünkü nasıl yazdıklarını anlayamıyorum. Sezon hikayeleri yokmuş gibi çünkü. Yokmuş gibi ama var.   

Biz bu tip dizilere çok mu uzağız sizce? Dijitallerde de bu tip yaratılara hiç yaklaşamıyoruz nedense...

O kapı şöyle kapandı hocam; Kartallar Yüksek Uçar’ın yani o Attila İlhan gibi yazarların yazdığı eserlerin arkasından geleceklerin kapısı kapandı. Biz de o adamlar, kadınlar değiliz muhtemelen. Ben The Sopranos’un yazarlarını gördüm 60-65 yaşında insanlar, değişik değişik tipler. Türkiye’de öyle 65 yaşında kariyerli senarist olamıyor ki mesela. Bu dizi süreleriyle filan zaten mümkün değil. 

İKİNCİ SEZONDA NELER OLACAK?

Peki seyirciyi Kızıl Goncalar’ın ikinci sezonunda neler bekliyor? 

Geçen sezon finalinden borçlandığımız şekilde, çok sert şeyler görecek. Ama onu yine hayatın çok içinde kesişmelerle, çatışmalarla, yaşam alanlarında deneyimleyecek. Bazı radikal varsayımlar üzerine düşünecek. Mesela Türkiye’ye şeriat gelsin diyen insanlar var, gelse ne olacak? Tarikatlar kapatılsın diyen insanlar var, kapatılsa ne olacak? O uçtan bu uca bir sürü fikir var, bu fikirler kendini temsil etmeye devam edecek sonuçta. Ama hayalim çok enteresan bir çıkış yaratmak.

Meryem, Mira’nın kendi kızı olduğunu öğrendi. Çok değişik açılımlar olacak dizide bu aksta da sanırım?

Meryem’in imtihanı çok ağır zaten. Bir sürü şey yaşayacak. Bütün karakterlerin yaşadıkları şeyler değecek bir yere çıksın istiyorum. Hayalim o.

Kızıl Goncalar’ı bu yüzden yazdım dediğiniz bölümler asıl şimdi mi geliyor yani?

Bu sezon bittiğinde, “işte bu projeyi bu yüzden yazmışlar” dedirtmek istiyorum. Tasarımım bu yönde. Bakalım, göreceğiz.