05 Aralık 2025, Cuma
03.10.2025 04:30

Yılın en iyi filmi vizyonda

Usta yönetmen Paul Thomas Anderson’ın “İyi ki sinema var” dedirten yeni filmi One Battle After Another (Savaş Üstüne Savaş), adından itibaren bize şunu söylüyor: Daha iyi bir hayat istiyorsan cesur olacak ve hiç bitmeyen bir savaşın içinde olduğunu kabul edeceksin
A+ Yazı Boyutunu Büyüt A- Yazı Boyutunu Küçült

Amerikalı caz şairi ve müzisyeni Gilbert Scott-Heron’un 1971’de yaptığı “The Revolution will not be Televised” adlı kendi şiirinden bestelediği şarkısı Amerikan rap müzik tarihini başlatan bir şarkı olarak da görülen bir klasiktir. Şiir de sistemden ve gidişattan şikayet edenlerin hiçbir şey yapmadan oturup günlerini televizyon izleyerek geçirmelerini eleştiren yoğun bir hicivdir. Devrimin uzaktan bakılacak, seyredilecek bir şov olmadığını, bir şeyleri düzeltmek ve daha iyi bir gelecek için savaşmak gerektiğini söylüyor bu şiir/şarkısında Heron.

Savaş Üstüne Savaş’ı sadece Amerikan sosyolojisi üzerinden okumak filmi küçümsemek olur. Film Heron’un şiiriyle Amerikalı yazar Thomas Pynchon’un romanı Vineland ve günümüzde tartışılan kimlik politikaları üzerinden ustalıkla yapılmış keyifli bir karışım. Yönetmen daha önce de Pynchon’un Gizli Kusur (Inherent Vice) romanını sinemaya uyarlamıştı. Ancak bu sefer bizde de İthaki Yayınları’ndan çıkmış olan Vineland adlı kült romanın çıkış noktasını baz alarak bir ‘serbest uyarlama’ yapmış. 1980’lerde Reagan dönemi ABD’sinde geçen Vineland’de ergen kızıyla yalnız yaşayan ve işsizlik sigortasıyla geçinen eski aktivist bir adam bir gün yıllardır görmediği bir hükümet ajanı tarafından ziyaret edilir. Tanık koruma programındaki aktivist bir belgesel yönetmeni olan eşi kaçmıştır ve eğer kızını ve eski kocasını görmek için gelirse kendisine haber vermesini ister.

Politik bilinçlerini koruyan devrimciler

Anderson, Vineland’in bu fikrinden yola çıkmış, ama Pynchon’un karmaşık anlatım tarzını tamamen bir kenara bırakıp seyircinin hemen içine girebileceği, hiç tavsamayan bir tempoda lezzetli bir film yapmış. İkibinlerin Amerika’sında French 75 adlı devrimci bir grubun popüler ve durdurulamaz siyahi kadın eylemci Perfidia ve onun sadık aşığı patlayıcı uzmanı Pat’i tanıyoruz önce. Özellikle sınırlarda yakalanan göçmenleri serbest bırakmak için yoğun eylemler gerçekleştirirlerken Perfidia şiddet yanlısı ırkçı bir subay olan Steven Lockjaw ile karşılaşır. Lockjaw, o andan itibaren Perfidia’ya cinsel bir saplantıyla bağlanmıştır. Bir eylem sırasında kontrolünü kaybeden Perfidia yakalanır ve Lockjaw, bazı bilgiler karşılığında onu tanık koruma programına alacağını söyler. Böylece ekibin bütün elemanları ülkenin dört bir yanına dağılırken, Pat de ismini Bob olarak değiştirip kızıyla birlikte ortadan kaybolur. 16 yıl sonra, Albay Lockjaw, önemli yerlerde önemli üyeleri olan ırkçı bir gizli organizasyona girmek için uğraşırken Perfidia’nın geride kalmış ailesini yok etmek için harekete geçer ve nefes nefese bir kovalamaca başlar.

Film artık 40’lı yaşlarına gelmiş devrimcileri hâlâ ne olursa olsun yok etmeye çalışan -özellikle de yaşlı beyaz erkeklerin yürüttüğü- sistemi yerden yere vuruyor. Ama devrimciler de eskimiş ve körelmiş gibi gözükseler de hâlâ politik bilinçlerini korumakta, hep tedbirli ama yaşam dolu, ezilenin yanında durmakta ve gerektiğinde de harekete geçmekte... Film kaçanlar ve kovalayanların arasındaki çizgiyi çok net çekiyor. 16 yıl geçince biraz kendini koyvermiş, Big Lebowski gibi yaşamaya başlamış olsa da Bob kızı için alarma geçiyor. Ona verilen destekler de Latin Amerikalı, Kızılderili ya da siyahi insanlardan geliyor hep.

Oyuncuların Oscar adaylıkları kesin gibi

Bob ve kızı Willa’nın etrafında oluşan bu büyük kaçış-kovalamaca hikâyesi yer yer hınzır ve bazen de Bob’un körelmişliğinden çıkan dozunda bir mizahla beslenmiş. Heyecanlı aksiyon sahnelerinin zirvesi ise finaldeki antolojilere geçecek araba takip sahnesi… Film bittikten sonra salonu 90’lı yıllarda bize unutulmaz anılar bırakan filmlerin verdiği büyük tatmin duygusuyla terk ediyorsunuz, hatta bir kere daha izlemek istemeniz de kuvvetle muhtemel. Son yıllarda hiçbir Amerikan filminden bu kadar ‘doymuş’ olarak çıktığımı hatırlamıyorum.

Leonardo DiCaprio kendi neslinin en önemli oyuncularından biri. Bunun en temel sebebi büyük yönetmenlere, ego ve kibir yapmadan kendisini olduğu gibi bırakabilmesi. Bu filmde de onu büyük bir kahramanlık yaparken değil, vazgeçmeyen bir baba olarak izliyoruz daha çok. Benicio del Toro’nun soğukkanlı ve havalı ‘sensei’ karakteri “ayrı bir filmi olsa da izlesek” dedirtiyor. Lockjaw rolünde Sean Penn aynı anda hem gülünç hem de korkutucu! Oscar’a adaylığı kesin gibi. Perfidia’da büyüleyici bakışlarıyla dikkat çeken oyuncu/şarkıcı Teyana Taylor ve ilk kez perdede izlediğimiz genç oyuncu Chase Infiniti de olağanüstüler. 

* Bu haber/yazı ve resimlerin eser sahipliğinden doğan tüm hakları Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’ne ait olup işbu yazı/haber ve resimlerin, kaynak gösterilmeksizin kısmen/tamamen izin alınmaksızın yeniden yayımlanması yasaktır. Haftalık Yayıncılık Anonim Şirketi’nin, 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 24. maddesinden doğan her türlü hakkı saklıdır.