16 Nisan 2024, Salı
10.12.2021 04:30

Hayatta kalmak bir tercih değildir

Sıradan ve karmaşık birçok davranış, beyindeki belli devrelerin sağlıklı çalışmasına bağlı. Böylesi üst düzey fonksiyonlar bile sıradan devrelere bağlıyken, hayatta kalmak kadar temel bir içgüdünün özgür tercih olduğunu düşünmek abesle iştigal etmek olurdu

İşte size ilginç bir düşünce: Sizden başlayarak soy hattınızı geriye doğru takip edersek, 4 milyar yıl önce kimyasal bir çorba içinde evrimleşen ilk canlıya kadar eksiksiz bir “hayatta kalanlar” zinciri kurabiliriz. Sadece anne-babanız veya dede-nineniz değil, on milyonlarca nesil boyunca sizin soy hattınızda yaşamış herkes ve her canlı, sadece üreme çağına kadar hayatta kalmayı başarmakla kalmadılar, aynı zamanda üreyerek, kendileri gibi üreme çağına erişebilecek kadar başarılı yavrular verdiler. 

Zincir bir noktada kırıldı

Bu size “baş döndürücü” gelmiyorsa, bu konu üzerine yeterince düşünmemişsiniz demektir; çünkü bu başarılı zincirlerin milyarlarca katı zincir, o 4 milyar yıllık zaman diliminde herhangi bir noktada kırıldı ve bu nedenle o zinciri temsil edecek bireyler bugün yaşamıyorlar. Veya şöyle düşünün: Size gelen soy hattında, o 4 milyar yıllık süre zarfı boyunca herhangi bir birey, herhangi bir nedenle, yanlış yerde, yanlış zamanda bulunsaydı ve üreyemeden ölseydi, siz bugün var olmayacaktınız. Bu örnek, “hayatta kalma” dediğimiz şeyin ne kadar önemli olduğunu bize hatırlatıyor. Buradan anlayabileceğiniz üzere sizin yaptığınız her bir tercih, sadece sizin yaşamınızı etkilemiyor. Aynı zamanda 4 milyar yıldır kesintisiz bir şekilde yoluna devam eden bir soy hattına ne olacağını belirliyor. Öyle ki, son dönemde yükselişe geçen epigenetik sahası sayesinde biliyoruz ki genlerinizin doğrudan değişmediği durumlarda bile, genlerinizin nasıl okunduğu, içinde bulunduğunuz ortama göre değişiyor. Yedikleriniz ve içtiklerinizden tutun da deneyimlediğiniz duygulara kadar her şey, DNA’nızın nasıl çalıştığını değiştirebiliyor. Hatta bu etkilerin bir kısmı gelecek nesillere de aktarılabiliyor; örneğin çok stresli veya korku dolu hayatlar yaşayan farelerin torunlarında bile bu stres ve korkunun genetik izlerini görebiliyoruz. Bu şekilde genleri değiştirmeksizin soy hattında aktarılabilen özelliklere “epigenetik özellikler” diyoruz. Yine de evrimsel/genetik değişimlerin yanında epigenetik değişimler oldukça kısıtlı kalıyor. (Birçok epigenetik etki, en fazla 4-5 nesilde yok oluyor). Evrimsel değişimler çok daha kalıcı ve köklü. Çünkü her canlı, sahip olduğu genlerden ötürü edindiği özelliklerle, bulunduğu çevrede bir yaşam mücadelesi veriyor. Bu genler (ve onlardan doğan fiziksel/fizyolojik/morfolojik özellikler) belli şartlarda ona avantajlar sağlıyor, belli şartlarda dezavantaja neden oluyor. Bunlar her gün, her an çevrenin zorlu şartlarıyla sınanıyor. İşin kötü tarafı, çevre de sürekli (ve öngörülemez bir şekilde) değişiyor. Bu değişim, bir dönem “avantaj” olan özelliklerin sonradan “dezavantaja” dönmesine neden olabiliyor (veya tam tersi). Böylece hangi gen/özellik kombinasyonlarının çevresine uyumlu bireyler verdiğinin ölçüsü de değişmiş oluyor ve evrim, durmaksızın yön değiştiren, upuzun bir nesiller silsilesi olarak yoluna devam ediyor.

Karmaşık bir bilgisayar

Bizler, bu uzun silsilenin ucundaki türlerden biri olarak (ve daha önemlisi, özel olduğuna derin bir inanç besleyen bir tür olarak), iri beyinlerimiz nedeniyle hayatta kalma zinciri üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurduğumuzu düşünmeye meyilliyiz. Halbuki henüz tercihlerimiz konusunda özgür bir iradeye sahip olduğumuz konusunda bilimsel anlamda genel geçer bir yargıya bile varamıyoruz. Beynimizin bazı özellikleri sanki maddeci bir temeli aşkınmış gibi hissettiriyor (çoğu durumda bu his, sonradan hatalı çıksa da ve maddeci bir açıklamayı başta gözden kaçırdığımızı fark etmemiz sonucu yıkılsa da). Ancak beynimizin geri kalan neredeyse tamamı, adeta bir bilgisayar gibi çalışıyor: Karmakarışık bağlantılardan oluşan devasa bir bilgisayar... Bu bağlantılardan biri veya birkaçı kopacak veya yapay yollarla susturulacak olursa, son derece karmaşık ve “üst düzey” olarak algılanan özelliklerimizi yitiriveriyoruz. Mesela şu anda bu satırları okurken ileri geri sallanmamayı veya hareket etmemeyi seçenin özgür bilinciniz olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Fakat bir şekilde beyninize erişimim olsaydı ve ufacık bir elektroşok cihazıyla, beyninizin her iki yarım küresinde de arka orbitofrontal korteksinizi uyuştursaydım, belki diğer hiçbir davranışınız değişmezdi ama derin bir huzursuzluk duymaya başlardınız, birçok sosyal beceriniz zayıflardı ve olduğunuz yerde durmaksızın hareket ederdiniz. Çok sıradan (ve çok karmaşık) birçok davranışınız, beyninizdeki belli devrelerin sağlıklı çalışmasına bağlı ve daha önemlisi, sergilediğiniz her davranış, doğrudan doğruya bu devrelerin aktivasyonunun bir sonucu.  Böylesi üst düzey fonksiyonlar bile sıradan devrelere bağlıyken, hayatta kalmak kadar temel bir içgüdünün özgür tercih olduğunu düşünmek abesle iştigal etmek olurdu. Ne var ki bu kadar temel bilişsel süreçler, genelde beynin çok derin ve temel katmanlarına işlenmiş halde bulunur ve bu yüzden tespit etmek, daha karmaşık bilişsel fonksiyonlara göre daha zor olabilir. Bu nedenle bilim insanları, daha basit sinir sistemlerine sahip organizmaları incelerler (bunlara “model organizma” deriz). Bunun en güzel örneği Caenorhabditis elegans solucanıdır. Bu solucanların sadece 302 nöronu vardır ve bu nöronların birbirleriyle bağlantılarına yönelik neredeyse bütün detaylar eksiksiz olarak çözülebilmiştir. Bu basit solucanlarla bile ortak ataları paylaştığımız için, bu solucanların sinir sistemine bakarak, belli bir özelliğin kaynağını tespit edebilmek için insan beyninde nereye bakmamız gerektiğine dair fikirler edinebiliriz.

Tek nöron tetikliyor

MIT’den araştırmacılar da yakın geçmişte tam olarak bunu yaptılar: Hayatta kalma güdüsünü kodlayan nöral devreleri tespit etmek için C. elegans sinir sistemini incelediler. Solucanın ne zaman besin aramayı ve ne zaman olduğu yerde durmayı tercih ettiğini takip ederek (ki bu, bu solucanın hayatta kalma güdüsünün direkt uzantılarından birisidir), beyinde bu davranışı tetikleyen devreleri belirlediler. Gerçi “devre” lafı biraz çok olabilir... Bu solucanlarda NSM isimli tek bir nöronun ateşlenmesi, bu temel içgüdünün yönünü belirliyordu: “Yemek ara” veya “olduğun yerde dur”. 

Algoritma hazırlandı

Araştırmacılar bu nöron ve konuyla ilişkili 3 diğer nöronu takip eden bir yapay zeka algoritmasını eğittiler ve sadece bu nöronların ateşlenmesine bakarak solucanın ne yapacağını, daha o solucan o hareketi yapmadan önce yüzde 95 ihtimalle tespit edebilmeye başladılar. Bu çalışma sonucunda, AIA isimli bir diğer nöronun da bu 4 nöronluk devreyi açıp kapatabildiğini gördüler – ki AIA, daha önceki çalışmalarda yemek kokusu almayla ilişkilendirilmişti.  Şimdi uzmanlar, insan beyninde bu nöral devrenin karşılığını arayacaklar. Eğer bulabilirlerse, örneğin kaçmak ile savaşmak arasında kaldığınızda hangisini tercih edeceğinizi, “bilinciniz henüz bu tercihten haberdar olmadan önce” kestirebilmemiz mümkün olabilir. Sinirbilimdeki gelişmeler, irademizin özgürlüğüne yönelik pembe hayallerimizi bir bir yıkıyor, evet. Ancak güzel bir akşam yemeğinden önce ağzınızı sulandıran kokuların nöral tarihinin milyonlarca yıl geriye gittiğini bilmek, belki de o yemekten bir lokma daha alma “tercihinizi” bir nebze keyiflendirebilir.