Muğla’da bir hafta içinde yaklaşık 67 bin hektar ormanlık alan yandı. 67 bin hektarda kaç ağacı kaybetmiş olabiliriz diye hesap yapmaya kalkarsak elimizdeki ölçütlerden biri Orman Genel Müdürlüğü’nün 2004’te yayınladığı Silvikültür Çizelgesi. “Silvikültür” Latince “silva” (orman) ve “cultura” (yetiştirme) kelimelerinden oluşan bir bilim dalı. O çizelgeye göre bir hektar başına en fazla 1.660 kızılçam fidanı dikilebiliyor. Dikimle doğal ormanın ağaç yoğunluğu muhakkak farklıdır, ama en alt sınır olarak 1.500 kızılçamdan hesaplasak bile karşımıza çıkan rakam inanılmaz: Yaklaşık 100 milyon ağaç. Sadece Muğla’da ve sadece bir haftada…
100 milyon rakamını görünce benim aklıma ilk gelen Akbelen ormanı oldu. Akbelen, Bodrum merkeze yaklaşık 60 kilometre uzaklıkta, Milas’ın İkizköy Mahallesi’nin sınırları içinde kalan bir kızılçam ormanı. Bu ormanın 740 dönümlük bir alanı, Limak ve IC İçtaş ortaklığına ait olan Yeniköy Kemerköy Termik santrallerinin maden sahasına katılarak linyit ocağına çevrilmek isteniyor. Yaklaşık iki yıllık bir mesele, ama Türkiye gündemine 17 Temmuz’daki kesim denemesi ve köylülerin buna mani olma görüntüleriyle giriyor. O tarihten beri kesime karşı olan köylüler ve çevreciler orman girişinde nöbet tutarak yeni kesimleri engellenmeye çalışıyor. Doğrusunu isterseniz haftalık Bodrum sayfası için bir Akbelen eylemi yazısı yazmayı pek düşünmezdim. Ama yaşadığın ilde bir haftada en az 100 milyon ağaç kaybetmek zaten başka bir konu konuşma imkanı bırakmıyor ve ister istemez merak ediyorsunuz: Acaba o ormanın maden yapılmasından vazgeçilir mi?
Bilirkişi heyetini bekliyorlar
7 Ağustos Cumartesi sabahı bu hislerle Akbelen’e gittiğimde ormanın hemen girişindeki alanda bekleyen bir grup köylü ve çevrecinin aslında artık “ağaç kesimi”nden çok “yangına karşı” nöbet tutmaya başladıklarını gördüm. Hepsiyle tek tek konuşamadım, ama aldığım genel hava buydu. Çünkü yangının çok yakınlarına kadar geldiği bir ortamda, hele de bu kadar ağaç kaybedilmişken “artık herhalde hiç kimse orman kesmeyi aklından bile geçirmiyordur” diye düşünüyorlardı. “Sonsuza kadar ana haber bültenlerine çıkmayacağız”, “Elbette ilginin azaldığı, bu yangınların unutulduğu bir gün müdahale edecekler” öngörüsü vardı, ama henüz daha ulusça yanan ormanların yasını tutuyorken değil. 5 litrelik pet şişeleri yol boyu dizmişler, aman alevler buraya da sıçramasın, aman olası bir sabotaja izin vermeyelim diye gözlerini kırpmadan yangın tehlikesinin geçmesini bekliyorlardı. “Şu yangınlar bir bitse; dava açtıkları Muğla 1’inci ve 3’üncü İdare mahkemelerinin atadığı bilirkişi heyetleri bir gelse; hukuki süreç bir an önce tamamlanıp huzurlu günlerine bir dönebilseler…” Görebildiğim kadarıyla İkizköy’ün 80 küsur yaşındaki teyzesinden 15 yaşındaki delikanlısına kadar tüm köylülerinin tek isteği buydu: “Zeytinlerimize, kızılçamlarımıza kimse dokunmasın, köylerimiz artık istimlak edilmesin, yeni kömür sahası açılmasın ve doğduğumuz topraklarda ölelim.”
Çünkü biliyorlar; kömür sahası açmak demek, özetle o alanın yeryüzünden kazınması demek. Yani sanki öyle bir coğrafya hiç olmamış gibi, oraya gökyüzünden bir meteor düşmüş de kilometrelerce çapı olan dev bir çukur açılmış gibi… Görüntüsü, kokusu katlanılamayacak kadar çirkin, ama o kadarla da kalmıyor. Bir kömür sahası ve kömürle çalışan santral kurduğunuzda 1-Ormanı ve içindeki canlıları tamamen yok ediyorsunuz. 2-Bölgede yaşayan insanların hayatını geri dönülmez bir biçimde değiştiriyorsunuz. 3-Ciddi bir göçe sebep oluyorsunuz. 4-O sahalar ve santraller çalıştığı müddetçe çok geniş bir alan içindeki yer altı sularını, yer üstü sularını ve havayı sürekli zehirliyorsunuz. Sonuç: Dünya Sağlık Örgütü’ne göre küresel ölçekte her yıl 4.2 milyon insan hava kirliliğine bağlı olarak hayatını kaybediyor.
Bir kilo domates alamazsınız
İkizköy’ün Işıkdere mevkinde 2017’de açılan kömür sahasını kendi gözlerimle görmesem bu satırların tam karşılığını anlamadan yazıyor olurdum. Bence maden sahalarını özellikle lise ve üniversite çağındaki gençlere (13 yaş altı için olumsuz etkiler bırakabilir) göstermek lazım. Hem karar verici konumlara geldikleri zaman ne yapmamaları gerektiğini görmeleri için, hem de yaşadığımız bu “afetler çağı”nın nedenlerini tam da olay yerinde anlatmak için…
Bilim dünyası yıllardır bu konularda o kadar ciddi raporlar hazırladı ki sonunda Belçika, Avusturya ve İsveç kendi topraklarında kömürle enerji üretimini tamamen yasakladı. Portekiz, Fransa, Birleşik Krallık, Macaristan, İtalya, İrlanda, Yunanistan “En fazla 2025’e kadar kömür üretimini bitireceğim” sözünü verdi. Kalan pek çok Avrupa ülkesi için de kömürden son çıkış tarihi 2030. ABD, 2010’dan bu yana 338 kömürlü termik santralini kapattı. Artık uluslararası büyük finans şirketleri dahi kömürle iş yapan firmalara ya daha ağır faiz tarifeleri uyguluyor ya da tamamen alışverişini kesiyor.
Dünyanın kafasına taş düşmesine sebep olan o bilimsel raporlara, artan sera gazı değerlerine burada girmeye gerek bile yok, köylüye sorun; hayvanlarının düşük ve ölüm oranlarının arttığını, kalan zeytin ağaçlarından artık çok az zeytinyağ alabildiklerini, artan kemik hastalıklarını, fiziksel engelli doğumlarını dinleyin. Sonra oradan dönüşte yol kenarında gördüğünüz köylü amcadan bir kilo domatesi evinize alıp götürebiliyor musunuz, isterseniz bir deneyin. Ayaklarınız geri geri gidiyor, “Burada yetişen bir domatesle bir kalem pilin içeriği arasında acaba ne kadar benzerlik vardır” diye düşünüyorsunuz.
Köy+orman=Maden ocağı
İkizköylüler burunlarının dibinde 15 kilometreye varan bir kömür sahasıyla ve aslına bakarsanız hiç de seslerini çıkarmadan yaşıyorlardı. Ta ki iki yıl önce Ova ve Akbelen’deki arazilerini maden şirketine satmaları için yapılan tebligatlar kapılarını çalıncaya dek. Karşılarında artık mevta olmuş bir Işıkdere örneği olduğundan bu tebligatın ne anlama geldiğini hemen anlıyor ve panikle birbirlerine soruyorlar; “Bana tebligat geldi, sana da geldi mi? Başka kime geldi?” Sonuçta 300 tapulu bir köy, çoğunun korkusu aynı, o yüzden kararları da hemen hemen aynı oluyor: “Görüşmelere gitmeyeceğiz. Işıkdere’de olduğu gibi evlerimizi, zeytinlerimizi yok pahasına satmayacağız. Ne verirlerse versinler toprağımızı terk etmeyeceğiz.”
Bugüne kadar üçüncü tebligat mektubunun geldiği ev dahi varmış, ama dediklerine göre kendi köylerinden iki yıldır kimse arazisini satmamış. Fakat bir maden sahasının genişletilmesi projesi sadece yerleşim birimiyle bitmiyor tabii, pakette asıl madenin çıkarılacağı arazi meselesi var. Köylüler bir araştırıyorlar ki, Yeniköy-Kemerköy Elektrik Üretim ve Ticaret AŞ’nin 740 dönümlük Akbelen ormanında linyit işletmesine Tarım ve Orman Bakanı’nın onayıyla zaten izin verilmiş bile. “Ev ve orman” bir toprak insanı için aynı anlama geliyor. O yüzden artık korkuyla her an ormandan gelecek motorlu testere sesi beklemeye başlıyorlar. Gerçekten de Milas Orman İşletme Müdürlüğü’nün bu geçen süre içinde iki üç denemesi oluyor. Her defasında karşısında köylüleri bulan görevliler geri adım atıyor, ama 17 Temmuz’da köylünün gözlerinin içine baka baka 30 kadar ağaç kesilince işin rengi değişiyor. Köylüler artık bunun uzaktan engellenmeyeceğine, ormana daha yakın yaşamaları gerektiğine karar veriyorlar. Hasırını, çaydanlığını, yemeğini alan Akbelen’in hemen girişindeki alana gelip nöbete başlıyor.
Bu alanın iki özelliği var: Birincisi hem evlerine yakın hem de tam ormanın girişi, eğer gelen bir kesim aracı olursa görüp peşinden koşacaklar. İkincisi de bir köylünün arazisi, “Hazine arazisi olsa çıkartabilirler, ama şahsa ait olduğu için bize burada dokunmazlar” diye düşünüyorlar. 9 Ağustos’a kadar da bu dediklerinde haklı çıkıyorlar. Kimse gelip onları orman nöbetinden uzaklaştırmaya çalışmıyor. Aksine Türkiye’nin pek çok yerinden destekçileri o alana geliyor. 30 ağacın kesim görüntüleri, köylülerin yakarışları, çaresizliği insanları öyle derinden etkiliyor ki İkizköylüler müthiş bir ilgi görüyorlar. Hele de 28 Temmuz’da başlayan yangınlarla birlikte kamuoyunun Akbelen ormanının korunması gerektiğine inancı tam anlamıyla pekişiyor.
Bir anda her şey değişti
Mehmet Uyargil’le birlikte gittiğimiz İkizköy’deki hava tam olarak böyleydi işte. Gayet sakin bir gündü. Alandaki köylüleri, destek vermek için gelmiş çevrecileri dinledik, bilgiler aldık, insan hikayelerini anlamaya çalıştık, fotoğraflar çektik ve oradan “herhalde bu iş mahkemeye kadar uzar” izlenimiyle ayrıldık.
Yanılmışız. Bizim gittiğimizin hemen ertesi günü ormanın iç taraflarında bir yerde 105 ağaç kesildi. Köylülerin durumu anlayıp feveran etmesiyle kesim yine durdu, ancak bu kez de 9 Ağustos sabahı olduğunda alana ilk kez Jandarma gönderilerek Valilik kararıyla burayı terk etmeleri gerektiği bildirildi. Bir yanda Jandarma güçleri bir yanda kendilerini ziyarete gelen CHP’nin Muğla ve İstanbul milletvekilleri, Bodrum Belediye Başkanı Ahmet Aras ve Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’yla çevreciler, o günü öyle geçirdiler. Ancak 10 Ağustos geceyarısı olduğunda şahsa ait dedikleri o alandan Jandarma zoruyla çıkartıldılar. En son haberleştiğimizde; alana iki köylü, Muğla Barosu’ndan iki avukat ve iki çevre aktivisti olmak üzere altı kişinin alınmasına izin verilmiş, kalan eylemciler de yakınlarda beklemeye devam ediyorlardı.
Her şey an be an değiştiği için gazetemiz baskıya girene kadar muhtemelen size son durumu yazamamış olacağım, ancak iki yıllık süreci başından sonuna kadar izleyen üç kişiyle yaptığım söyleşi notlarım var. İkizköy köylüsü Nejla Işık, kızı Pamukkale Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümü son sınıf öğrencisi Esra Işık, çevre mühendisi Deniz Gümüşel. Sohbetimizden bazı paragraflar şöyle:
“Eşimle hayalimiz ölene kadar toprağımızda yaşamak”
Nejla Işık: 42 yaşındayım. Doğma büyüme İkizköylüyüm. 19 yaşında evlendim. Eşimle önce Bodrum’a çalışmaya gittik, sonra Milas-Beçin’e geçtik. 20 yıl kadar Beçin’de yaşadık. Buralara santraller için ilk kazma 1979 yılında vurulup çevre köyler kamulaştırıldığında “Devlet nasılsa kalan yerleri de alır” diye bizim köye hiç yatırım yapılmamış. Gençler o yüzden genellikle ya santralde ya havaalanında ya da çevre ilçelerde otellerde çalışmaya gitmek zorunda kalmış. Benim eşim de oto boyacısı oldu, ama bütün o yıllar boyunca tek bir hayalimiz vardı: Emekli olunca İkizköy’ümüze döneceğiz, zeytincilik ve tavukçuluk yapacağız, ölene kadar kendi toprağımızda yaşayacağız. 2018’in Eylül ayında artık dayanamayıp döndük, eşim halen Bodrum’da çalışıyor ama bir kez kavuştuk köyümüze, bir daha bırakamayız.
“Türkevleri olayı insanları yıldırmış”
Esra Işık: 1984’te Kemerköy Santrali yapılmaya başlandığı zaman Gökova’da büyük bir direniş yaşanmış. Türkevleri’ndeki köylü kadınların başını çektiği, bütün halkın “Biz burada santral istemiyoruz” diye karşı koyduğu büyük bir direnişmiş o… İnsanlar sonraki yıllar boyunca “Öyle bir direnişe rağmen santral yapıldıysa bizim elimizden ne gelir” diye düşünmüş hep… Buranın gücünü kıran asıl olay o olmuş. Benim dedem bile şimdi bizim şu anki direnişimizi görünce “Böyle olacağını bilseydim ben de Işıkdere’deki evimi, tarlamı vermezdim, biz nereden bilelim. Elimizden bir şey gelmez diye hep sessiz kaldık” diyor.
“Kimse tanrıcılık oynamasın, öleni geri getiremezsiniz”
Deniz Gümüşel: Bir ormanın tüm genetik bilgisi, kodları, organik yaşamı toprağının ilk 30 santimlik kısmındadır. Bir maden açıldığı zaman işte o değerli toprak tamamen sıyrılıp atılıyor. Altındaki kayaçlar dinamitlerle, kepçelerle parçalanıyor. Tüm bunlar bir hafriyatmış gibi karıştırılıp bir köşeye atılıyor. O andan itibaren artık o toprak canlı değil ve hiçbir kıymeti yok. Orman ölüyor, toprak ölüyor, su ölüyor, dolayısıyla madenin girdiği yerde canlı hiçbir şey kalmıyor. Canlı deyince biz en fazla ağacı, kuşu anlıyoruz, değil. En büyük canlı toprak. Ve onu yenilemenin imkanı yok. “Madenlerden sonra orman alanının rehabilitasyonu” diye bir yönetmelik var, tamamen göz boyama. “Ben maden alanını açarım sonra da rehabilite ederim”; hayır yalan söylüyorsunuz. Oranın ekosistemini asla yeniden oluşturamazsınız. “1 keseriz 100 dikeriz” diyorlar. Yapamazsınız. Yaşamı tekrar edemezsiniz. O yaşamın kendi içinde devamlılığını sağlayan mekanizmayı biz tam anlamıyla çözebilmiş değiliz ki insanoğlu olarak… “Oğlu”nu özellikle söylüyorum çünkü kafa çok eril bir kafa. “Ben yıkarım, yakarım, sonra daha iyisini yaparım.” Doğa öyle bir şey değil. Sen doğanın binde birini anladın mı acaba? O ekosistemin nasıl çalıştığının milyonda birini kavradın mı bugünkü bilimsel gelişmenle? Hala çok şey öğreniyoruz. Onun bütününü görmeden yaşamı nasıl tekrarlayacaksın? Tanrıcılık oynamasın kimse, en çok bunu söylemeye çalışıyorum.
“Santrali hala devletin zannediyorlar”
Nejla Işık: Hala çoğu insan santralin sahibini devlet sanıyor, işletmecinin yedi yıldır özel bir şirket olduğunu bilmiyorlar bile. Karşılarında devlet olduğunu sanınca da susuyorlar. Mesela Beçin’deki eski komşularım bazen arayıp soruyor, ne yaptınız diyorlar, ben “Vermiyoruz” deyince “Sen istediğin kadar verme, toprağın üstü de altı da devletin, devletle nasıl başa çıkacaksın” diyorlar. Algıya bakar mısınız? Hemen senin böyle modunu düşürüyor, enerjini alıyorlar…
“Sanki kendimi bulmuş gibiyim”
Nejla Işık: 2018’de köyümüze dönmeye karar verdiğimizde “Gelmeyin, burası da istimlak edilebilir” diyen çok oldu, ama biz döndük. Sebep tamamen eşim Ali İhsan’ın köyüne aşık olması, toprağına aşık olması, hayallerinin peşinden gitmesi… Biz de onun peşinden geldik. Benim eşim eskisine çok sahip çıkan, çok güzel bir insandır. Bize bu ortamı sağlayan, benim burada bulunmamı sağlayan en büyük faktör o. Ben de toprağımı çok seviyorum, ama onun bağlılığı bir başka. Çünkü o Işıkdereli. Işıkdere hemen yanından dere akan, yeşillikler içinde çok güzel bir köydü. Zeytin ağaçlarından evleri göremezdiniz. Eşim orada doğmuş büyümüş. İstimlak edildikten sonra madeni tepeden indire indire açmaya başlıyorlar ya, ilk yıkılan yer Ali İhsan’ın doğduğu ev oldu. O anları görmek eşimi çok etkiledi, “Bir anda gözümün önünde çocukluğum gitti, anılarım, evim-yurdum bildiğim yer gitti. Benim doğduğum köy yok artık” diyor. Doğrusu ben o Işıkdere olayını gördükten sonra geri dönmeyi düşünemezdim, ama o gelip hiç değilse kalan yerlere sahip çıkmayı çok istedi. İyiki de istemiş. Burada o kadar mutlu, o kadar güçlü hissediyorum ki kendimi… Sanki kendimi bulmuş gibiyim. Hepimiz birbirimize umut olduk burada, “Demek ki bir şeyler olabiliyormuş, bizim de gücümüz bir şeylere yetebiliyormuş” dedik. Bunu diyebilmek çok güzelmiş.
“Dinamitlerin yüzünden gerçek depremi anlamadık”
Esra Işık: Bizim köye su sağlayan kuyular özelleştirme yapılırken Kemerköy ve Yeniköy Termik santrallerine devredilmiş. Yani vanası onlara bağlı. Onlar bize verirse su alıyoruz, vermezlerle susuz kalıyoruz. Tam da Ankara’dan dönüşte bize su vermediler. Biz sesimizi çıkarmaya başladıkça ara ara günlerce su alamaz olduk. Köylülerimiz, hayvanlarımız, bahçelerimiz susuz kaldık. Tabii o zaman biz de bu sefer su için eylemler yapmaya başladık. Sonra su bitti ardından dinamit sorunu başladı. Kömür çıkarmak için Işıkdere’de dinamit patlatıyorlar. Bu bazı yöntemlerle yapılırsa biz Karadam’daki, Ova’daki evlerimizde daha az hissediyoruz. Daha az zarar görüyoruz. Ama biz eylemlere başladıktan sonra o dinamitler de çok sarsıcı olmaya başladı. Resmen evde deprem oluyor. Hatta bir keresinde gerçekten deprem olduğunda biz “Nasılsa dinamittir” diye evde oturmaya devam ettik. Sonradan rasathanenin sitesine bakınca anladık.
“Her şeyin başlangıcı Mehmet amcamız oldu”
Nejla Işık: 2019 yerel seçimleri biter bitmez bize tebligatlar gelmeye başlayınca bütün huzurumuz kaçtı. Bizim bir Mehmet Amcamız var, emekli Milli Eğitim Müdürü. Mehmet Amca İkizköy’ün durumu diye Milas Önder gazetesine bir yazı yazdı. Yazıyı MUÇEP’çiler (Muğla Çevre Platformu) görmüş. Hemen bizi buldular. Mayıs gibi MUÇEP’çilerle burada bir araya geldik. Ova, Karadam, Karacahisar, Çamköy, bayağı kalabalıktık. Hiç unutmuyorum, çevreciler bize “Çoğu yere gidiyoruz, ama böyle bir ilgi görmüyoruz, çok mutlu olduk” dediler. Bizim köy için her şeyin başlangıcı o gün oldu. Kaç kişi olduğumuzu gördük, dedik biz böyle birlik olursak bizi kimse yıkamaz. Tabii aramızdan üç beş anlaşan çıkabilir, ama yine de biz sıkı durursak sırtımız yere gelmez. Sık sık toplantılar yapmaya başladık. Ankara’ya bile gittik, derdimizi iktidara anlatabilmeyi çok istedik, ama kimseye ulaşamadık.
“Akbelen köylü hareketidir, parti siyaseti yaptırmayız”
Deniz Gümüşel: Muğla’da 2017-2019 yılları arasında Avrupa İklim Eylem Ağı adına bir rapor hazırladık. Pek çok uzmanla birlikte üç termik santralin ve maden sahalarının ekolojik ve toplumsal etkilerini çalıştık. Tam o çalışmalarımızın bittiği sırada MUÇEP’liler vasıtasıyla İkizköy olayından haberdar olduk. Bunun altını özellikle çiziyorum: Herhangi bir çevre örgütünün gelip bu mücadeleyi başlatması gibi bir şey yok. Hareket köyün hareketi, biz sonradan entegre oluyoruz. Ve biz başından beri burada şunu yapmaya çalışıyoruz; herkes bu harekete destek olabilir. Ama burayı kendi amaçlarına kullanmadıkları ve kendi isimlerini köyün isminin önüne koymadıkları sürece… Çünkü buraya en sağından en soluna kadar muhalif yelpazenin tamamı geldi, ama İkizköy Çevre Komitesi ve Kardok Derneği adına şunu çok net söyleyebilirim ki, hiçbir partiye bir adım önde yer vermeyeceğiz. Geçtiğimiz iki yıllık süreçte bunu yapmaya çalışanlar olduğunda hemen onlara “Sen önce bir köylünün arkasına geç bakalım” dedik. Çünkü iş parti siyasetine evrildiği zaman doğanın siyasetini yapmaya yer kalmıyor. Oysa burada köylü doğanın siyasetini yapıyor. Siyaset ne demek? Bir çıkarı öbürünün önünde tutmaya çalışmak değil mi? Burada yaşamın çıkarları önde tutulmaya çalışılıyor ve bunu köylü yapıyor.
“Bize önce çevrecileri kötülediler”
Esra Işık: Çevrecilerle toplantılar ilk başladığı zamanlar hemen köyde bir laf yayıldı, “Çevrecilere güvenmeyin, sizi yarı yolda bırakırlar” diye. Hatta güya “Onlara şirket bir sponsor olsa hemen dönerler, onlar paraya bakar. İki para verdin mi hemen sizi bırakırlar” diye dedikodular duyduk. Ama biz bu sözleri hiç çevrecilere duyurmadık bile. Herkes kimin ne olduğunu konuşunca anlıyor zaten.
“Bir köyün doğası, deresi önce kadınlara emanettir”
Nejla Işık: Köylü kadınları deresine, ormanına, doğasına sahip çıkar, çünkü bir köyde her şey önce kadınlara emanettir. Erkekler dışarı çalışmaya gittiğinde köyün kurdu, kuşu kadından sorulur. Bu toprağı, hayvanları çekip çeviren bizleriz. Bizi alıp şehre götürsen yaşayamayız bile. Kapalı yerde tıkalı kalmak sıkar bizi. Çünkü biz evde oturan değil, çalışan insanlarız. Burada hepimiz sütümüzü, yoğurdumuzu, meyvamızı, sebzemizi kendimizi üretiyoruz. Satamasak bile sofraya kendi yetiştirdiğimizi çıkartıyoruz. Bu imkanlarımız elimizden alınırsa tüm hayatımızı kaybederiz.
“Arkeolojik kazıların sponsoru santral”
Esra Işık: Köylülerimizin arasında bizim muhtar dahil sanırım 12 kişi santralde çalışıyor. Zaten duyduğumuz kadarıyla bölgedeki çoğu muhtar santralde çalışmış. Ama asıl kazıda çalışan köylüler var. Bizans ve Roma dönemine ait kalıntılar bulununca arkeolojik kazılar başladı burada ve babam dahil pek çok köylü zaman zaman o kazılarda çalıştı. Kazının sponsoru da Santral. Tabii bu insanların arasında işimi kaybederim diye korkanlar muhakkak vardır. Herkes haklı olarak geçim derdinde, çünkü çiftçilik ve hayvancılık çok büyük darbe yediği için en yakın çalışacak yer orası.
“Sadece hükümeti eleştirme, parti programına yaz”
Deniz Gümüşel: Muhalefetin Akbelen konusunda sadece şu anki hükümeti eleştirmesinin bizim için bir kıymeti yok. Programlarınıza artık kömürden elektrik üretilmeyecek, madenler için ormanlar talan edilmeyecek diye yazacaksınız. Programını açtığımda hala enerji bölümünde “yerli ve yenilebilinir kaynaklar” diye bir laf görüyorsam oradaki yerlinin de linyit olduğunu biliyorsam… “Yok dışarı bağımlı olmayalım, yok milli olalım…” Yok arkadaş artık! İstanbul’daki AVM’ler geceyarısına kadar ışıl ışıl olsun diye son 35-40 yılda 45 bin insan öldü bu yüzden. Neyin millisi? Herkes şapkasını önüne koyacak ve biz parti programlarında kömür olup olmadığını göreceğiz.
“Bir girdiler mi, hepsini alıp gidecekler korkusu”
Nejla-Esra Işık: Geçen 22 Nisan’da ilk kez koca bir kamyon, su dolu tanker ve 10 kişiyle geldilerdi. Tam sokağa çıkma yasağının başlamasına bir saat vardı. Bir de aynı anda yangın çıktı. Oruç zamanı, baktım ortada kimse yok, ben, kızım ve oğlum hemen koşa koşa ormana gittik. Korku o sırada hiç akla gelmiyor, sadece “Bir şey olur mu, kesime girerler mi, yetişebilecek miyiz” endişesi oluyor. Bir girdiler mi hepsini alıp gidecekler korkusu… Durduramama korkusu… O testere çalışırsa nasıl durdurabiliriz? Ancak kendimizi zincirlersek dururlar herhalde dedik. Çünkü o ağacı kesmesi için önce bizi kesmesi lazım. Artık son çare onu bile düşündük.
“Yatağan ovasının suyu kurşunlu”
Deniz Gümüşel: Yeniköy ve Kemerköy Termik santrallerinin hemen yanlarında birer tane de kül barajları var. Kömürün külü, cürufu, kazanın dibinde kalan tüm toksik maddeler o barajlarda depolanıyor. Ve altlarında hiçbir özel koruyucu yapı yok. Vahşi bir şekilde toplam 3 bin dönümlük bir alan orman içinde öylece duruyor. Ne oluyor? İçindeki o bütün zehirli atıklar yeraltı sularına karışıyor, sonra o sular Yatağan ovasının tarımsal sulamasında kullanılıyor. 2000’li yıllardan beri buraları çalışan hocalarımız var, kuyu suyunda kadmiyum, kurşun gibi ağır metallerin hepsi belgeli. Daha çıkan flor gazının, karbondioksitin, cıvanın, Gökova körfezine saldıkları sıcak suyun etkilerinden bahsetmiyoruz bile.
“Kimse bize sormadı, kimse bize anlatmadı”
Nejla-Esra Işık: 17 Temmuz’dan sonra buraya İstanbul’dan, Kazdağları’ndan, İkizdere’den, Bodrum’dan, Muğla’dan, Datça’dan, Ören’den, her yerden insanlar geldi. Adını bile bilmediğimiz siyasi partilerden insanlarla tanıştık. Hepsi bize destek sözü verdi. Bu nöbet alanı biz köylüler için çok büyük bir umut oldu. Hepimizin ortak kararı artık; bu döngüye bir dur demek istiyoruz. Burada yaşayan, zehirlenen biziz. Kime sormuşlar da almış buraları? Aramızda en çok konuştuğumuz konu bu zaten, termik santraller yapılırken bir kez bile halka sormamışlar. Etkileri şöyle şöyle olacak diye bir kez bile anlatmamışlar. Şimdi de burada kömür sahasını genişletirken bize sormuyorlar. Evinden olan köylü, ağacından bahçesinden olan köylü, suyundan olan köylü, zehiri yutan köylü, ölen köylü, kamu yararı nerede burada?