Bahadır Baruter’in Bodrum Gümüşlük’teki evinin bahçesinde dünyaya gelen Arogan heykeli, Türkiye’nin en önemli sanat fuarı “Contemporary Istanbul”a gidiyor. Ona iyi bak İstanbul! Sanki aynaya bakıyormuş gibi bak… Ona baktıkça hepimizi göreceksin...
Hangi gergedan bu; Afrikalı mı, Asyalı mı? Dişi-erkek, çift boynuz, tek boynuz? Yapmadan önce mutlaka araştırmışsınızdır… Bu bir Afrikalı gergedan, ama bununla ilgili bir niyet yok. Çift boynuzlu. Dişi-erkek belli değil, fark etmiyor. “Wide” türü. “White” diye geçmiyor muydu? Öyle biliniyor, ama doğrusu “geniş” anlamında kullanılan wide. O da Afrikaans dilinde yine geniş manasında olan “wyd”dan geliyor. Sonra zamanla White olmuş ve türün adı “Beyaz gergedan” olarak kalmış. Oysa siyah veya beyaz bir gergedan yok, tonlar var. Wide tatlı bir gergedan. Mesela zırhlı, daha kaba saba görünen bir Asya gergedanı var. Şeytani bakışlı… Daha korunaklı, daha güçlü, sert… Oysa bu çok iyi bakıyor. Bütün kabalığına, hantallığına rağmen masum, sevilesi, yumuşak bir ifadesi var.Neden gergedan? Başlangıçta, Mine’nin (Eşi, yazar Mine Söğüt) “Gergedan” kitabı çıkmıştı. Dedim ki, sana bir gergedan yapayım bahçeye, dursun. Bizim olsun. Önce bir gergedan yaptım. Ama sonra “Bu bir sanat eseri olsun ve biraz dolaşsın, bizim olmasın” kafasına girince bunun bir mesajı, bir derdi olsun, eserleşsin diye düşündüm. Üzerindeki insan figürü öyle çıktı. Başlangıçta hiç öyle bir kurgum olmamasına rağmen zamanla gergedanın doğayı, üzerindeki figürün de insan medeniyetini temsil ettiği bir hikaye oluştu. Yani her şey bir “gergedan aşkı”yla başlamadı; kendiliğinden bu noktaya geldi? Kesinlikle… Gergedan gördükleri zaman millet heyecanlanıyor şimdi, ama ben bunu hiç düşünemedim bile başlangıçta. “Gergedan görüntüsü çok güzel”, “İnsanları bu görüntüyle çarparım”… Bunları hiç hesaplamadım. Oysa oraya başka hangi hayvanı yapsam bu kadar güzel olmayacakmış. O insan figürünü bir ayının veya bir filin üzerine bindirmek gergedanla aynı şey değil. Ben de dün tam bunu düşündüm; başka ne olabilirdi diye, ama yok, mesajı en iyi karşılayan galiba sadece gergedan… Çünkü tıpkı üzerindeki insan kadar hantal… Hatta ondan çok daha büyük, çok daha güçlü. Ama tüm masum, mülayim, barışçıl haliyle insanın altında durup bir gün üzerinden inmesini bekliyor. Mesela masumiyet deyince bu kocaman bir koyun da olabilirdi değil mi, niye gergedan? Çünkü gergedan o haşmetinden ve gücünden hiç beklemediğimiz bir barışçıllığa sahip. Bir kere otobur. Ağzı o yüzden geniş zaten. Parçalayıcı, vahşi bir hayvan değil. Çok sevecen, çok iyi bir anne. Aile kuruyor, yavrusuyla uzun uzadıya şefkatli bir ilişkiye devam ediyor. İnsana korkarak yaklaşıyor. Zaten boynuz da o korkudan geliştirdiği bir şey, ama onu bile neredeyse hiç kullanmıyor.Tam tersi, insanlık o boynuzu kullanıyor. Sırf Çinlilerin “boynuzunda afrodizyak var” saplantısı yüzünden gergedan kalmamış dünyada. Aynen öyle. Dolayısıyla görüntüsündeki tüm kabalığına rağmen gergedan çok cici, çok mütevazı bir hayvan. Oraya aslan koysan adamın görkemine görkem, gücüne güç katar. Koyun koysan o masumiyet, heykeldeki çatışmayı yakalayamaz. En iyisi gergedan. Peki o üzerindeki insan kim? Bütün insanlık, hepimiz mi yoksa insanlığın bir grubu mu? İnsanlığın küstah ve kibirli yapısını temsil eden ortalama, anonim insan varlığı. Yüzünde kendinden hoşnut ve kayıtsız bir neşe var. Gergedanın üzerine çıkmış, Buda gibi oturuyor, “Hallettim ben”, “Buralar benim” diyor. Pişkin pişkin, kibirli kibirli bakıyor. Zaten heykelin adı “Arogan”*. Yani küstah ve kibirli insanın doğaya ve doğal olana binmişliği… O egosu, bitmek bilmeyen talepkarlığı ve pervasızlığıyla; haddinden fazla irileşmiş, obezleşmiş, büyük, hantal varlığıyla masum, barışçı, uyumlu olana, yani doğaya binip pişkince poz vermesi… Hatta böyle hafifçe yukarı bakıp Tanrı’ya da kafa tutan bir hali var.İlk ne zaman başladınız Arogan’ı yapmaya? Pandemi ilan edildikten sonra, yasakların başladığı gün.21 Mart 2020…İnsanın doğadaki yayılmışlığını, tüketim hırsını en çok o tarihten sonra konuşmaya başladık. Acaba size de bu figürü yaptıran o pandemi dönemi mi oldu? Belki de, belki de… Şimdi söyleyince büyük olasılıkla böyle olmuş olabilir diye düşünebilirim. Ben baştan beri işlerimde sosyo-politik mesaj vermeyi, kışkırtıcı, provokatif olmayı, kendi hayatlarımızla ilgili düşünmeyi hedeflediğim için; “Senin Ailen Bir Yalan Yavrum” veya “Mukadderat” serisinde olduğu gibi… Bunda da aynı şekilde bir şey söylemek istiyorum, insanlığın kötü alışkanlıklarıyla ilgili irkiltmek, düşündürmek… Burada beni etkileyen büyük olasılıkla pandemi olmuş olabilir, ama pandemiyi anlatayım diye bir niyet yok. Zamanın ruhu etkilemiş, o duygunun içine girmiş olabilirim. Bence çok doğru, güzel bir bağlam bu. Peki bu heykelin malzemesi nedir? Taş değil, çimento değil, demir değil… Gazete kağıdı…“Papier mâché” (Papye maşe) deniyor buna, yani kağıt hamuru. Küçük ölçekte hobi malzemesi olarak kullanılıyor, ama hamurdan bu boyutta bir iş daha önce hiç yapıldı mı, en azından ben bilmiyorum. Yüksekliği 3 metre. Yüzlerce kilo gazete kağıdı kullandım. Balya balya gazete alıyorum, suda çözüp ufak parçalara bölüyorum.
İstanbullu gençler görecek
Hangi gazeteyi? Oksijen!!! (Gülüyoruz tabii…) Sonra onları mikserle karıştırıp bir hamur oluşturuyorum. Tutkalla birleştiriyorum. Hamurun et kalınlığını yaklaşık 6-7 santim gibi düşünün. İçinde demir konstrüksiyon ve teller var. Toplam ağırlığı ne kadar acaba? 500’ün altında değil, bir tonun üzerinde değil. Tartamadığımız için ancak tahminde bulunabiliyorum. Arogan’ı İstanbul’a gönderiyor olmak önemli mi? Tabii önemli, İstanbullu gençler görecek Arogan’ı ve bu beni çok heyecanlandırıyor. Daha doğrusu genç ve ruhu genç olanlar görecek diyelim. Çünkü üretecisiyle tükecisinin genç ruhlu olması gereken bir iş Arogan… O yüzden Contemporary çok önemli. Çok güzel eserler olacak orada. Benimki de olsun. Benim çocuğum en güzel okullarda büyüsün.Sanatçı menajeriyle bu yüzden mi çalışmaya başladınız; “çocuk güzel okullarda büyüsün” diye? Doğru, bir menajerle hayatımda ilk kez çalışıyorum. Çünkü eserinin sergilenecek alanlar bulması bütün işin yarısı kadar önemli. İşini yaparsın, oturur çay demler karşısında içersin. İşini yaparsın, o iş buradan çıkar bir yerlere gider. O gittiği yer iyi bir koleksiyon olabilir, bir müze olabilir, iyi bir sergi veya bir fuar olabilir. Ama bunların hiçbirini ben yapamam. Bunları artık partnerim olarak Esra Sarıgedik yapacak, ki ben de o “gençler” dediğim varlığa ulaşabileyim. Böyle bağlantılara ihtiyacı var çocuğun iyi okullarda okuması için… Arogan Bodrum’a dönecek mi? Bu ay bitmeden dönebilir, buradan başka yerlere gidip sonra dönebilir… Doğrusu bu yolculuğun sonunu biz de merak ediyoruz.
Arogan’dan önce 5 yıl elime kalem almadım
Arogan’ı ne kadar zamanda bitirdiniz? Aslında dört ayda bitebilecek bir eserdi, ama tamamlaması bir buçuk yıl sürdü. Çünkü ona başladıktan bir müddet sonra başka fikirler, başka projeler doğdu. Eş zamanlı bir sürü şeyle uğraştım. Oysa Ocak 2016’dan beri elime kalem dahi almıyordum. Neden? Mukadderat serisi için Bodrum’daki evimi bırakıp 14 ay boyunca Balat’ta bir atölyeye kapandım ben. 12 asistanla birlikte bir kamp oluşturdum. O seride kullandığım teknolojiyi hiç kimseden örnek almadım ve tamamen deneme yanılma yoluyla kendi geliştirdiğim küçük bir endüstri kurdum. Bunu yaparken cebimden dünya kadar para harcadım. Kimyasallarla ilgili büyük sorunlar yaşadım, oturdum her şeyi baştan yaptım. Hiçbir sponsor bulmadım, aramadım da…“Mukadderat” neydi bu arada, bir hatırlatalım… Formaldehit kavanozlarda saydam bir su izlenimi veren silikon jelin içinde epoksi kalıptan yapılmış insansı bebekler, bebeksi insanlar serisiydi. Bir ölüm beyazı içinde, tıpkı plazalarda çalışan insanlar gibi üzerlerinde kravatı, topuklu ayakkabısı, döpiyesi olan 22 heykel… Sonuçta çıkan iş muhteşemdi, eserlerim yüksek rakamlara satıldı. Fakat o kadar çok harcamıştım ki koyduğumla aldığım ancak ucu ucuna dengelendi. Fiziksel ve duygusal olarak çok yoruldum. Yorgunluğumla muhteşemlik birbirlerini yok etti ve sonuç olarak elime bir daha sanatla ilgili hiçbir şey almak istemedim. O yıkım ve inme haliyle Bodrum’a evime döndüm. Altı ay dinleneyim geçer dedim, beş yıl sürdü. [video width="1280" height="720" mp4="https://gazeteoksijen.com/wp-content/uploads/2021/10/WhatsApp-Video-2021-09-30-at-21.11.10.mp4"][/video]
Sanatçı Bahadır Baruter'in Gergedan heykelleri serisinin ilk eseri olan, kibrin ve küstahlığın heykeli "Arogan", Contemporary İstanbul'a gitmek üzere sanatçının Bodrum’daki atölyesinden dün yola çıktı. Birebir gergedan boyutlarına sahip, yaklaşık 1 tonluk heykel vinçle kaldırılırken yürekler ağızdaydı. Arogan ve daha pek çok değerli eseri görmek isteyen sanat severler 7-10 Ekim günlerinde tarihi Haliç Tersanesi’nde (Tersane İstanbul) düzenlenecek olan Contemporary İstanbul’u gezebilir.
Nasıl geçti o beş yıl? Boş beleş… Bohem… Ama onun da bir sebebi var: Nerd’lük (sosyal hayattan kopuk, inek öğrenci)… Ben bir nerd olmalıyım ki bunların hepsi olsun, değil mi? Öyleyim de… Senelerce karikatür çizerken kapalı bir dünyanın içinde dünyaları yaratıyorduk. O iç dünyamız bize dünyalara bedel mutluluk veriyordu ve bir hayatımız yoktu. Bir hayatın olduğunu hayal bile etmiyorduk. Umrumuzda değildi. İşimizi yapıyorduk. Dergilerde iç dünyamıza kapanan, haftalık otomatiklerdik. İş çıkarmak zorundaydık. Bir yandan hayatı kaçırıyorduk ama bir yandan da yaşamaktan daha güzel yaşıyorduk. Bakın bu benim nasırım. (Sol elindeki kalem tuttuğu parmağını gösteriyor) Solağım ben. Kocaman bir şeydi. Çünkü orada kalem vardı sürekli ve biz onu böyleeee büyütüyorduk. Beş yıldır ne hale geldi, şimdi yok, çünkü kalem almadım elime. (Yok gibi dediği nohut kadar) Hangi yaşlar arası? 27 yaşımla, şimdi 59 olduğuma göre, demek ki 53 arası. Hem karikatür çiziyor hem yayıncılık yapıyordum. Ve biz dünyanın bütün güzelliklerine bedel bir arkadaşlık ve dayanışmayla örülü, yuva gibi bir ortamda yaşıyorduk. Ama birden makine durunca, o dinamikler bitince hayat Bodrum’da her akşam boş boş güneş batırdığım bir şeye dönüştü. Çünkü ona meydan okumayı bıraktığın anda hayat sana geliyor. Seni alıyor. Deniz kenarına indirip eline bira veriyor. Güneş batırıyor. Dans ediyorsun. Bir sürü insan giriyor hayatına. Böyle boş boş yaşamak da ay ne güzelmiş diyorsun, ama aslında içini kemiriyor o boşluk. Ölmek istiyorsun, fakat hiçbir şey yapasın da yok. Çünkü aklında hiçbir şey yok. Ben o hiçliği gerçekten dünyanın sonu sanmıştım, ama meğerse güzel bir şeymiş. Herkes dururmuş. O yaşadığım yılgınlık ve bitkinlik içersinde ben de durup nadasa yatmışım demek ki. Çünkü arkasından patır patır üç tane büyük heykel çıktı. Biri yapıldı, biri yapılmakta, biri proje. Ve daha önümde bir ton hayal var. O geçişi nasıl yaşadınız peki? Her şey 21 Mart 2020 günü gergedan yapmaya karar verdiğiniz anda değişmiş olamaz, değil mi? Sanat yapıyorum diye birden şenlenmedim tabii. Sonuçta artık Beyoğlu’nda değildim. Kimse benim dergime gelmiyordu. Kimse benim sergime de gelmiyordu. Atölyem de yoktu. Ben evimde oturuyordum ve yalnız başıma heykelimi yapıyordum. Heykel ortaya çıktığı zaman bir yerlere göndeririz, bir alıcısı olur; bunlar da çok önemsizdi. Yine nerd durumundaydım çünkü. Sonra bir gün Mine bana bu Haziran ayında yapılan Bodrum Açık Atölye Günleri’nden bahsetti. Bodrum çapında bir etkinlik olacak ve isteyen sanatseverler senin de atölyene gelip heykeli görecek dedi. Önce mırın kırın ettim ama sonra nasılsa birkaç saat sürecek ve o sıcakta da ancak üç beş kişi gelir diye kabul ettim; 50 kişi geldi. Çok şaşırdım. Yıllar sonra kendimi ilk kez görücüye çıkmış gibi hissettim. Gelenlerle konuşmaya çok gergin başladım. Ama gittiklerinde ertesi gün de o 50 kişi gelsin istedim. O temas beni kıpırdattı. Karnaval gibi geldi. “Sanatçıymışım ben” dedim kendi kendime. Çünkü sen böyle bir şey yapıyorsun. (Bahçedeki Arogan heykelini gösteriyor) Ama onun alt metni, senin hücrelerinin arasında, görmediğin bir yerlerde dağınık olarak duruyor. Yapan kişi bilemez çünkü onu. O böyle beyninin içersinde durur ve sen bir his olarak onu yaparsın.Elin, kafan, kalbin önde gidiyor, kelimeler sonra geliyor? Kesinlikle! Her zaman böyleydi bu… Uyduruyorum; aşıksın. Bir his o. Ama “Neyin var?” diye sorduklarında“Abi sırılsıklam” dediğin zaman başlıyor her şey… Dile gelip, sözcüklerini bulduktan sonra… Burada da Nasreddin Hoca’yı eşeğin üzerinde oturtmuyorsun sonuçta, bir hissi yapıyorsun. Ve senin gelip bu gergedanı gördüğündeki hissinle, benim bu heykeli yaparkenki hislerimin, henüz daha benim bu heykeli anlatmaya başlamadığım bir seviyede buluşması gerekiyor. Benim anladığım güzel sanatta, arada bir gevezelik yok. Şimdi konuşuyor olduğumuz için yapıyoruz bunu, ben gevezece tarif ediyorum, ama aslında sanat buna ihtiyaç kalmayacak şekilde olmalı. Hani bir insana bakarsın ve gözlerinden kötülük alırsın da anlatamazsın. Ama alırsın. Burada da bıdı bıdıların hiçbirine gerek olmadan benim yaptığım bir his olarak sana geçmiyorsa, araya entelektüel birtakım safsatalar sokuşturuluyor ve insanın basit algılarından uzaklaşıp analitik bir alanda tartışmaya açılıyorsa o eser, orada ben sanatın gücünü kaybediyorum. Benim için bu kadar basit, çünkü ben karikatüristim. Benim kimse balonlarımı, karikatürlerimdeki figürleri birine anlatmak zorunda kalmamış, ben de araya girip gevezelik yapmamışım. Benim yaptığım resimler de, heykeller de böyle olsun isterim. Arı içgüdüyle yapılmış ve “babaannem” bile görünce hissetsin. Bu konuda çok ukalayım. Aksi halde kendinizi fıkra anlatıp, sonra açıklamasını yapmak zorunda kalmış gibi hissediyorsunuz? Aynen bu kadar basit… Neyi anlamadınız işte, diyorum… Ayı gibi bir herif… Altında zavallı bir hayvan… Pişkin pişkin duruyor. Yemiş yemiş çıkarmamış, pislik bir şey. Hiçbirimiz bu figür kadar şişko ve çirkin değiliz, ama birleşince bu kadar şişkoyuz. İşte böyle konuşunca çıkıyor bunlar… Gelen 50 kişiyle de böyle konuştunuz mu? Aynen böyle. Hiç üşenmeden, önce edi sonra büdü diye yavaş yavaş başlayıp, sonra durdurulamaz bir şekilde konuşup ne halt yediğimi kendime de tarif eder bir hale geldim. O 50 kişi geldikten sonra benim kafam açıldı. Bu bir şey dedim. Ve yaptığım şeyi ciddiye almaya başladım. Sanatın görünürlüğüyle ilgili olan motivasyonum yükseldi. Görünmek istediğimi hatırlattı bana. “Görünmek” her insanı, ama hele de bir sanatçıyı çok besler değil mi? Her hafta 50 bin kişi görüyordu bizim karikatürlerimizi, görünmekten kendimizi alamıyorduk. Bu görünen neydi, eserimdi tabii. Van Gogh gibi kulak kesecek cesaretim yok benim, ben sosyal bir sanatçıyım. Benim işlerim anlaşılsın, görülsün, paylaşılsın… Ama yaparken de bunu unutup yapmak zorundayım. Yoksa “Ben şimdi bunu babaannelere nasıl kabul ettireyim” dersen çizemezsin. Ben dünya kadar pipi çizdim karikatürlerimde, ama “babaanneleri” hiç hesaplamazsın çizerken. İçgüdüsel olarak yaptığımız şeyler. Çizerken giderinin farkında olmayız biz, o kendisi gider. Meğer tam da tabular döneminde millet onu istermiş, ama sen bunu çizerken hesaplamazsın. Zamanın ruhu yaptırır, sen adını sonra koyarsın. *Arogan: Latince arrogantia’dan geliyor. Küstahlık, gurur, kibir. Başkalarını hor görmeyle birlikte, kişinin kendi değerine veya önemine ilişkin açık bir üstünlük duygusu.
Bodrum’a hırs girdi
15 yıl önce Beyoğlu’ndan ayrılıp Bodrum-Gümüşlük’te yaşamaya başlayan Bahadır Baruter’le biraz da Bodrum sohbeti yaptık. O sohbetten birkaç not: Bodrum “cumartesi-pazar”lara benziyor. Yaz-kış, hafta içi veya sonu, hep bir “cumartesi-pazar” havası var. Burası bohemlerin, boş zamanları olan insanların yaşadığı, network’ün ana konusunun “Nereden denize gireceğiz, nerede içeceğiz, nereleri gezelim, kimle laklak yapalım” olduğu bir dinlenme ve eğlenme yeri… Başlangıçta böyle gördüm Bodrum’u… • Ama artık Bodrum’a hırs girdi. Bir vıdı vıdı var Bodrum’da. Çünkü para buraya geliyor. Alım satım hevesi buraya geliyor. Üretim de tabii hemen oturuyor kendiliğinden. Aslında Bodrum sertleşiyor, şehirleşiyor ve bana göre çirkinleşiyor. Mesela bundan 15 yıl önce Gümüşlük nahif bir yerdi. Huzurlu, sakin, yaşlı İngilizlerin tercih ettikleri, Türklerin arsızca tüketmedikleri bir beldeydi. Ama her geçen gün benzin istasyonları, market zincirleri arttı. Çirkinleşme dediğim bu. Her yerinde hırs var artık Bodrum’un: Benim villam olsun, onunkinden daha büyük olsun, önünde de saksağan ağaçları olsun, ördekler olsun. Orayı hep ilaçlayayım. Etrafımı da duvarlarla çevireyim. İçinde oturayım. “Mülayim” değil artık Bodrum, hırslı. Bizim değer verdiğimiz imgeleri geri çekildi, yerini yeni imgeler alıyor. Mesela eskiden “Şurası İlhan Berk’in evi” imgesi varsa şimdi “Orada şu lokanta açılmış” imgesi var. • Oysa yerini bilmeliydi her şey. İstanbul cumartesi-pazar olursa enerjisini kaybeder, çirkinleşir. Bodrum da hafta içine dönerse, trafiğiyle, hırslarıyla, rekabetiyle, enerjisi bozulur. Bozuldu da… Trafiğe bakınca bile o enerjinin nasıl bozulduğunu anlıyorsunuz. Artık Haziran-Ekim ayları arasında plakası 48 olmayan iki tür araba kullanan var Bodrum’da: 1-Aşırı arsız, atak ve aceleci. 2-Slowcity. Neredeyse asfalta yatacak. Halbuki Bodrumlu olanlar orta hızdadır. Ama bu ikisi bir geliyorlar Bodrum’a, Bodrum’un enerjisi bozuluyor. • Eskiden niye aşağıda (Gümüşlük sahil) dalga geçiyordum? Aslında Halikarnas Balıkçısı da dalgasını geçiyordu Bodrum’da… Çünkü burada yarına yetişecek toplantısı, zoom’u olmayan insanlar vardı etrafımızda… Köylüler ve balıkçılar vardı. Biraz da bohemler… “Gümüşlüklü” diye bir insan tipini oluşturuyorlardı. Kimdi Gümüşlüklü? Bir kere kesinlikle çalışmıyor. Ya emekli ya da gönüllü, çünkü çalıştığından para kazanma oranı çok düşük. İkincisi ya caz dinler, ya klasik müzik… Kitabını hep evde okumaz, eline alır aşağıya gelir. Çünkü mutlaka bir arkadaş grubu vardır. O grubun kendi içinde çekişmesi, dedikodusu, gönül macerası vardır. Gümüşlüklü ne yaşıyorsa açık yaşar, çünkü yargılanmaz. Kimse yaralıyıcı değildir. Ben burada çoğu arkadaşımın evini bile görmedim. Çünkü Gümüşlüklü açık havada olmayı, kuş sürüleri gibi hep beraber ateşin başında toplaşmayı sever. Ama artık bunların hepsi bitti, varsa da dağılmış vaziyette. Bir Gümüşlüklü’yle bir Türkbükülü’yü artık ayrıt edemezsiniz. Bu kimlik yeni açılan lokantaların masalarının altında ezildi, yok oldu. Sahil işgal edildi. Müzik bizi kovdu. O “hadi eller havaya” müzikleriyle denize girmek istemedik çünkü. Benim 30-40 kişilik arkadaş grubum vardı, özellikle şu son üç yıldır o adamların hepsi bir yerlere kayboldular. İletişim ağımızı kaybettik. Artık Gümüşlük’ü yeni gelenler oluşturacak. Mandalina bahçesinin çevresine taş veya çit yerine yüksek beton duvar örenler… • Tüm bu çirkinleşmeyi görmeme rağmen benim bunu durduracağım diye bir vizyonum yok. Sesini çıkartma kimse gelmesin kafasında değilim ben. Hatta tam tersine, Facebook’tan “Yine gelecekler”, “Gelmesinler” diyenlere gıcık kapıyorum. Boş versene sen… Hayata niye sen hükmediyorsun? Niye ben ve o diyorsun? Ne oluyorsa olsun. Yıllar önce de köyden şehire kimse göç etmesin deniyordu. Niye etmesin? İnsanlar gelsin, birbirine karışsın, hayat devam etsin ve coştukça coşsun. Yeter ki organize edilsin. Kurallar olsun. Birlikte yaşama hukuku ve sınırları olsun. Bu da tamamen yönetimlerin şuuru ve dikkatiyle alakalı bir konu.
Bir sanatçı gözünden İstanbul/Bodrum farkı: Sen nereden hissedeceksin Genç Werther’in Acıları’nı?
Bodrum’un güzelliği içinde yaşayan insanın kolay kolay sanatla acılı, karanlık bir iletişime geçemeyeceğini düşünüyorum. Üzerinde şile bezi, ayağında sandalet, tepende güneş; sen nereden hissedeceksin “Genç Werther’in Acıları”nı? Mesela yazın burada Tarkovsky filmleri seyretmek aklıma gelmez bile… Ne zamanki kış bastırır, ufak ufak evlerimize çekiliriz, ancak o zaman kitaplarımızı, filmlerimizi hatırlarız Bodrum’da… Ancak o zaman Beyoğlu’nun, Osmanbey’in, Nişantaşı’nın o güzel, verimli, üretken yalnızlığına döneriz. Yoksa her yerden bir şamata sesi gelirken sen ancak bahçeni süslersin. Burada o gönül titreten frekansı yakalayamazsın. Çünkü birazdan denize gireceksin, dün de zaten kafan güzeldi. Ama İstanbul’da öyle değil. Kıçında ayı bağırıyor. Yani şehir bağırıyor. Kaos var. Kaos; bereket, gübre… O gübreyle benim gibi hafif marazi uyumsuzlar besleniyor, kendini gergin hissedenler o kaosu besliyor. Kültürler birbirini yiyor İstanbul’da ve enerjisi çok yüksek. Neden mizah dergileri Beyoğlu’nda çıkıyordu sanıyorsunuz? Çünkü Beyoğlu’nda pislik vardı. İnsan vardı; çıplak ve yaralı insan… Niye 4 Levent’te çıkartmadım dergimi? Çünkü Beyoğlu’nda bir piyasa yapıyorduk, gübreye dil atıyorduk. Yiyorduk o gübreyi. Görüyorduk, hissediyorduk. Ben buraya gelince niye çöküyorum? Acaba bu beş yıl içinde İstanbul’da olsam nereden bulacaktım o güneşi? O aylak hayatı? Mecburen bunaldıkça çizecektim. Bunaldıkça üretirsin çünkü…” [video width="1920" height="1080" mp4="https://gazeteoksijen.com/wp-content/uploads/2021/10/Aragon-3a-Music.mp4"][/video]