

İstanbullu gençler görecek
Hangi gazeteyi? Oksijen!!! (Gülüyoruz tabii…) Sonra onları mikserle karıştırıp bir hamur oluşturuyorum. Tutkalla birleştiriyorum. Hamurun et kalınlığını yaklaşık 6-7 santim gibi düşünün. İçinde demir konstrüksiyon ve teller var. Toplam ağırlığı ne kadar acaba? 500’ün altında değil, bir tonun üzerinde değil. Tartamadığımız için ancak tahminde bulunabiliyorum. Arogan’ı İstanbul’a gönderiyor olmak önemli mi? Tabii önemli, İstanbullu gençler görecek Arogan’ı ve bu beni çok heyecanlandırıyor. Daha doğrusu genç ve ruhu genç olanlar görecek diyelim. Çünkü üretecisiyle tükecisinin genç ruhlu olması gereken bir iş Arogan… O yüzden Contemporary çok önemli. Çok güzel eserler olacak orada. Benimki de olsun. Benim çocuğum en güzel okullarda büyüsün. Sanatçı menajeriyle bu yüzden mi çalışmaya başladınız; “çocuk güzel okullarda büyüsün” diye? Doğru, bir menajerle hayatımda ilk kez çalışıyorum. Çünkü eserinin sergilenecek alanlar bulması bütün işin yarısı kadar önemli. İşini yaparsın, oturur çay demler karşısında içersin. İşini yaparsın, o iş buradan çıkar bir yerlere gider. O gittiği yer iyi bir koleksiyon olabilir, bir müze olabilir, iyi bir sergi veya bir fuar olabilir. Ama bunların hiçbirini ben yapamam. Bunları artık partnerim olarak Esra Sarıgedik yapacak, ki ben de o “gençler” dediğim varlığa ulaşabileyim. Böyle bağlantılara ihtiyacı var çocuğun iyi okullarda okuması için… Arogan Bodrum’a dönecek mi? Bu ay bitmeden dönebilir, buradan başka yerlere gidip sonra dönebilir… Doğrusu bu yolculuğun sonunu biz de merak ediyoruz.
Arogan’dan önce 5 yıl elime kalem almadım
Arogan’ı ne kadar zamanda bitirdiniz? Aslında dört ayda bitebilecek bir eserdi, ama tamamlaması bir buçuk yıl sürdü. Çünkü ona başladıktan bir müddet sonra başka fikirler, başka projeler doğdu. Eş zamanlı bir sürü şeyle uğraştım. Oysa Ocak 2016’dan beri elime kalem dahi almıyordum. Neden? Mukadderat serisi için Bodrum’daki evimi bırakıp 14 ay boyunca Balat’ta bir atölyeye kapandım ben. 12 asistanla birlikte bir kamp oluşturdum. O seride kullandığım teknolojiyi hiç kimseden örnek almadım ve tamamen deneme yanılma yoluyla kendi geliştirdiğim küçük bir endüstri kurdum. Bunu yaparken cebimden dünya kadar para harcadım. Kimyasallarla ilgili büyük sorunlar yaşadım, oturdum her şeyi baştan yaptım. Hiçbir sponsor bulmadım, aramadım da… “Mukadderat” neydi bu arada, bir hatırlatalım… Formaldehit kavanozlarda saydam bir su izlenimi veren silikon jelin içinde epoksi kalıptan yapılmış insansı bebekler, bebeksi insanlar serisiydi. Bir ölüm beyazı içinde, tıpkı plazalarda çalışan insanlar gibi üzerlerinde kravatı, topuklu ayakkabısı, döpiyesi olan 22 heykel… Sonuçta çıkan iş muhteşemdi, eserlerim yüksek rakamlara satıldı. Fakat o kadar çok harcamıştım ki koyduğumla aldığım ancak ucu ucuna dengelendi. Fiziksel ve duygusal olarak çok yoruldum. Yorgunluğumla muhteşemlik birbirlerini yok etti ve sonuç olarak elime bir daha sanatla ilgili hiçbir şey almak istemedim. O yıkım ve inme haliyle Bodrum’a evime döndüm. Altı ay dinleneyim geçer dedim, beş yıl sürdü. [video width="1280" height="720" mp4="https://gazeteoksijen.com/wp-content/uploads/2021/10/WhatsApp-Video-2021-09-30-at-21.11.10.mp4"][/video]- Sanatçı Bahadır Baruter'in Gergedan heykelleri serisinin ilk eseri olan, kibrin ve küstahlığın heykeli "Arogan", Contemporary İstanbul'a gitmek üzere sanatçının Bodrum’daki atölyesinden dün yola çıktı. Birebir gergedan boyutlarına sahip, yaklaşık 1 tonluk heykel vinçle kaldırılırken yürekler ağızdaydı. Arogan ve daha pek çok değerli eseri görmek isteyen sanat severler 7-10 Ekim günlerinde tarihi Haliç Tersanesi’nde (Tersane İstanbul) düzenlenecek olan Contemporary İstanbul’u gezebilir.


Bodrum’a hırs girdi
15 yıl önce Beyoğlu’ndan ayrılıp Bodrum-Gümüşlük’te yaşamaya başlayan Bahadır Baruter’le biraz da Bodrum sohbeti yaptık. O sohbetten birkaç not: Bodrum “cumartesi-pazar”lara benziyor. Yaz-kış, hafta içi veya sonu, hep bir “cumartesi-pazar” havası var. Burası bohemlerin, boş zamanları olan insanların yaşadığı, network’ün ana konusunun “Nereden denize gireceğiz, nerede içeceğiz, nereleri gezelim, kimle laklak yapalım” olduğu bir dinlenme ve eğlenme yeri… Başlangıçta böyle gördüm Bodrum’u… • Ama artık Bodrum’a hırs girdi. Bir vıdı vıdı var Bodrum’da. Çünkü para buraya geliyor. Alım satım hevesi buraya geliyor. Üretim de tabii hemen oturuyor kendiliğinden. Aslında Bodrum sertleşiyor, şehirleşiyor ve bana göre çirkinleşiyor. Mesela bundan 15 yıl önce Gümüşlük nahif bir yerdi. Huzurlu, sakin, yaşlı İngilizlerin tercih ettikleri, Türklerin arsızca tüketmedikleri bir beldeydi. Ama her geçen gün benzin istasyonları, market zincirleri arttı. Çirkinleşme dediğim bu. Her yerinde hırs var artık Bodrum’un: Benim villam olsun, onunkinden daha büyük olsun, önünde de saksağan ağaçları olsun, ördekler olsun. Orayı hep ilaçlayayım. Etrafımı da duvarlarla çevireyim. İçinde oturayım. “Mülayim” değil artık Bodrum, hırslı. Bizim değer verdiğimiz imgeleri geri çekildi, yerini yeni imgeler alıyor. Mesela eskiden “Şurası İlhan Berk’in evi” imgesi varsa şimdi “Orada şu lokanta açılmış” imgesi var. • Oysa yerini bilmeliydi her şey. İstanbul cumartesi-pazar olursa enerjisini kaybeder, çirkinleşir. Bodrum da hafta içine dönerse, trafiğiyle, hırslarıyla, rekabetiyle, enerjisi bozulur. Bozuldu da… Trafiğe bakınca bile o enerjinin nasıl bozulduğunu anlıyorsunuz. Artık Haziran-Ekim ayları arasında plakası 48 olmayan iki tür araba kullanan var Bodrum’da: 1-Aşırı arsız, atak ve aceleci. 2-Slowcity. Neredeyse asfalta yatacak. Halbuki Bodrumlu olanlar orta hızdadır. Ama bu ikisi bir geliyorlar Bodrum’a, Bodrum’un enerjisi bozuluyor. • Eskiden niye aşağıda (Gümüşlük sahil) dalga geçiyordum? Aslında Halikarnas Balıkçısı da dalgasını geçiyordu Bodrum’da… Çünkü burada yarına yetişecek toplantısı, zoom’u olmayan insanlar vardı etrafımızda… Köylüler ve balıkçılar vardı. Biraz da bohemler… “Gümüşlüklü” diye bir insan tipini oluşturuyorlardı. Kimdi Gümüşlüklü? Bir kere kesinlikle çalışmıyor. Ya emekli ya da gönüllü, çünkü çalıştığından para kazanma oranı çok düşük. İkincisi ya caz dinler, ya klasik müzik… Kitabını hep evde okumaz, eline alır aşağıya gelir. Çünkü mutlaka bir arkadaş grubu vardır. O grubun kendi içinde çekişmesi, dedikodusu, gönül macerası vardır. Gümüşlüklü ne yaşıyorsa açık yaşar, çünkü yargılanmaz. Kimse yaralıyıcı değildir. Ben burada çoğu arkadaşımın evini bile görmedim. Çünkü Gümüşlüklü açık havada olmayı, kuş sürüleri gibi hep beraber ateşin başında toplaşmayı sever. Ama artık bunların hepsi bitti, varsa da dağılmış vaziyette. Bir Gümüşlüklü’yle bir Türkbükülü’yü artık ayrıt edemezsiniz. Bu kimlik yeni açılan lokantaların masalarının altında ezildi, yok oldu. Sahil işgal edildi. Müzik bizi kovdu. O “hadi eller havaya” müzikleriyle denize girmek istemedik çünkü. Benim 30-40 kişilik arkadaş grubum vardı, özellikle şu son üç yıldır o adamların hepsi bir yerlere kayboldular. İletişim ağımızı kaybettik. Artık Gümüşlük’ü yeni gelenler oluşturacak. Mandalina bahçesinin çevresine taş veya çit yerine yüksek beton duvar örenler… • Tüm bu çirkinleşmeyi görmeme rağmen benim bunu durduracağım diye bir vizyonum yok. Sesini çıkartma kimse gelmesin kafasında değilim ben. Hatta tam tersine, Facebook’tan “Yine gelecekler”, “Gelmesinler” diyenlere gıcık kapıyorum. Boş versene sen… Hayata niye sen hükmediyorsun? Niye ben ve o diyorsun? Ne oluyorsa olsun. Yıllar önce de köyden şehire kimse göç etmesin deniyordu. Niye etmesin? İnsanlar gelsin, birbirine karışsın, hayat devam etsin ve coştukça coşsun. Yeter ki organize edilsin. Kurallar olsun. Birlikte yaşama hukuku ve sınırları olsun. Bu da tamamen yönetimlerin şuuru ve dikkatiyle alakalı bir konu.