26 Nisan 2024, Cuma Gazete Oksijen
20.08.2021 04:30

Doğayı ‘insanlaştırma’ yanlışı

Bizi antoropomorfizme, yani doğayı insanlaştırmaya iten sebepleri anlamak zor değil, sonuçta aynı yerden geliyoruz. Sorun, sadece olumlu bulduklarımıza odaklandığımızda başlıyor. Hisleri olanları koruyalım da, “insan gibi” olmayan şeyler korumaya değmez mi?

Türümüz 300 bin yıl kadar önce evrimleşti. Dünya ise 4.54 milyar yıldır var olan bir gezegen. Bir diğer deyişle insanın varlığı, Dünya tarihinin %0.0066’sına denk geliyor. Şöyle düşünün: Eğer Dünya tarihini 1 yıllık bir takvime yerleştirip 1 Ocak gününü Dünya’nın başlangıcı alsaydık, insanlar o yılın 31 Aralık günü, saat 23:26’da tarih sahnesine çıkarlardı. Tarım Devrimi 23:58’de yaşanırdı. Modern bilim 23:59’u 58 saniye geçe başlardı. Biz, bu kadar yeni bir türüz.

Tuhaf çatışma

Bu kısacık sürede başardıklarımız elbette baş döndürücü. Ancak bu hızlı gelişme dolayısıyla insan, doğadaki yerini ve doğanın kendisini anlamak konusunda tuhaf bir çatışma hâlinde. Bir yandan doğanın bir parçası olduğumuz gerçeğini insanlara hatırlatmaya çalışıyoruz; öte yandan, bu kadar büyük bir nüfusun ve medeniyetin var olabilmesi için, doğanın bizim ihtiyaçlarımıza göre modifiye edilmesinin kaçınılmaz olduğunu fark ediyoruz. Bir yandan insan doğanın sıradan bir parçasıdır, doğa için özel bir tarafı yoktur diyoruz; diğer yandan hayvanları ve doğayı korumak için kendimizi onlara insansı özellikler atfetmek zorunda hissediyoruz (bitkilerin insanlar gibi “hisleri” olduğunu, ormanların insan şehirleri gibi bir ticaret ağına sahip olduğunu veya çeşitli hayvanlara insansı özellikler atfedenleri düşünün).

Zor bir ikilem

Bu çatışma, tuhaf bir ikilemi de doğuruyor: Bir şeyleri korumak ve kollamak için, onların insanlar gibi olduğunu mu düşünmemiz gerekiyor? “İnsan” veya “insan gibi” olmayan şeyler, “korumaya değer” olamaz mı?  Bizi doğayı insanlaştırmaya (“antoropomorfizm”) iten sebepleri biyoloji perspektifinden anlamak zor değil: İnsan, doğanın içinden gelen bir tür olduğu için, doğada bulunan birçok özelliğin bir formu bizim türümüzün de anatomisinde, davranışlarında ve genel olarak niteliklerinde var. Sorun, bunlardan sadece olumlu bulduklarımıza odaklanıp doğayı bu pozitif değerler üzerinden yargıladığımızda başlıyor. Örneğin bitkiler, tehlike altındayken çeşitli moleküller salgılayarak diğer bitkileri uyarabiliyorlar (bir nevi birbirleriyle “konuşuyorlar”), evet. Ancak aynı bitkiler, diğer bitkilerin büyümesini yavaşlatmak ve hatta rakiplerini öldürmek için allelokimyasallar da salgılıyorlar. Veya bitkiler, toprağın altındaki mantarlarla yaptıkları işbirliği sayesinde, “yer altı mikoriza ağı” denen bir ağ boyunca besin maddelerini alıp verebiliyorlar. Dev bir ticaret ağı! Ancak aynı ormanlarda, birbirlerinin köklerine yapışıp besinlerini çalan parazit bitkiler de görebiliyorsunuz. Ayrıca yer altı mikoriza ağını kullanan bitkiler de rastgele seçtikleri türdaşlarına değil, çoğunlukla kendi soyundan gelen bireylere yardım ederek, sadece onları kayırmaya meyilli gözüküyor. Benzer örnekleri hayvanlar dünyasından vermek de mümkün. Önemli olan şu: Bu canlıları korumak için, onların illâ insan gibi olmalarına veya insanın “insandan bile daha erdemli versiyonları” olmalarına gerek yok. Ormanları ve hayvanları korumamızın nedeni, ormanların dayanışma içinde yaşaması veya köpeklerin insan gibi zeki olması olamaz, olmamalı. Benzer şekilde, ağaçların birbirini öldürecek kimyasallar salgılaması, hatta bazı ağaçların belli dönemlerde sincap soylarında kırıma neden olması veya hayvanlar arasındaki vahşi rekabet de onları umursamamak için bahane olamaz, olmamalı. 

Tehlikeli ifade

“Bu yaptığını hayvan bile yapmaz!” lafı bu yüzden sevimli ama tehlikeli. Hayvanlar, hiçbir insanın yapmayacağı şeyleri düzenli olarak yapıyorlar. Ama evet, bazen son derece insansı, hatta “insandan öte” gözüken davranışlar da sergileyebiliyorlar. Ama bunun insanlarla bir ilgisi olmadığını, kendi türlerinin içkin niteliklerini yansıttıklarını, “Adeta insan gibi davranıyor!” gibi yorumların sadece bizim diğer türlere empoze ettiğimiz insan-merkezci bakışın bir yansıması olduğunu anlamamız gerekiyor. 

Yargılamadaki sorun

İllâ yargılayacaksak, doğayı kendi değerlerimiz üzerinden yargılamak zorundayız elbette, başka bir türün değerleriyle yargılayacak değiliz. Ancak bu tür bir yargılamanın ne kadar eksik ve ham olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Doğa, bizim değer yargılarımızla şekillenmedi. Doğa yasaları, bizim değerlerimizden tamamen muaf halde. Başta da söylediğim gibi biz, tarih sahnesine çok ama çok sonradan çıkmış bir türüz. Doğanın kendisi veya evrim gibi doğa yasaları, insan veya benzeri türler yaratmaya çabalamıyor. Her türün kendi evrimsel geçmişi var ve günümüzdeki türler, geçmişteki en uyumlu soyların torunları. Yani bu konuda bizim burada olmamızdan tamamen farksızlar. Bizden daha alçak veya daha üstün değiller. Onlar da doğanın bir parçası... Bu nedenle doğayı koruma, doğadaki unsurlara insani meziyetler yükleme ve bunu teşvik etme yoluyla olmamalı. Her tür, kendi nitelikleriyle, kendi özüyle tanınmalı ve bu içkin niteliklerinden ötürü korunmaya değer bulunmalı. İşte bu, değer verdiğimiz şeyleri anlamak ile başlar. Anlayabilmek içinse doğa hakkında doğru bilgiler üreten bir sisteme, yani bilime ihtiyacımız var.

Bütün olarak bakmak

Dolayısıyla bunu, doğaya bakış açınızı değiştirmek için bir çağrı olarak görün: Doğada kan, dostluk, vahşet, fedakârlık, ölüm, doğum, arkadan iş çevirme ve dayanışma bir arada; güzel kanatlı kelebekler ile sivri dişler yan yana... Eğer sadece “yüce” bulduğunuz değerler üzerinden doğayı övmeye kalkarsanız, doğada olan bitenin yarısını görmezden gelmeye zorlanacaksınız. Bu da size eksik bir kavrayış sağlayacak. Ne zaman ki doğayı bir bütün olarak, tüm yalınlığıyla görmeye başlarsınız, o zaman parçaları arasındaki ahenk çok daha anlaşılır, çok daha belirgin olacaktır.  Doğa, doğa olduğu için muhteşem, insansı özellikler barındırdığı için değil!