22 Kasım 2024, Cuma Gazete Oksijen
15.03.2024 04:30

Hüseyin Çağlayan: İngiltere’de büyümeme rağmen bu coğrafyaya kuvvetli hislerim var

Kıbrıslı, Türk asıllı, Britanyalı moda tasarımcısı ve sanatçı Hüseyin Çağlayan, PİLEVNELİ’deki yeni sergisi Öteki Taraf ile yeniden gündemimizde

Bazı insanlar vardır, tanımasanız da sizin hayat yolculuğunuza paralel bir şekilde eşlik eder. Genelde bu kişileri ilk gençlik yıllarımızda fark eder ve hayat yolculuğumuzda birlikte yaş alıp, onların başarı hikayelerinin yanı sıra kişisel dönüşümlerini de izledikçe sanki artık tanışıyormuşsunuz hissine kapılırsınız. Kıbrıs asıllı Türk, uluslararası moda tasarımcısı Hüseyin Çağlayan da benim için bu isimlerden… 1970 yılında Kıbrıs, Lefkoşa'da doğan Çağlayan, 1982'de ailesiyle birlikte İngiltere'ye göç etti ve 1993'te Londra'da bulunan Central St. Martins College of Art and Design'dan mezun oldu.

Yılın İngiliz Tasarımcısı ödülünü iki kez (1999 ve 2000'de) kazandı ve 2006'da Britanya İmparatorluğu Nişanı ile ödüllendirildi. Ve bizlerin radarına da ilk olarak Londra’da yaşayan ve uluslararası moda dünyasında ışıl ışıl parlayan bir moda tasarımcısı olarak girdi. Ama onun tasarımlarında alışılageldik moda tasarımı formlarından farklı bir şeyler vardı hep. Heykelsi formlarda tasarladığı kıyafetlerinden oluşan defilelerinde ahşap bir masadan etek tasarımıyla da karşılaştık, köklerinden ilham aldığı otantik çizgilere yaptığı çağdaş yorumlarla da… Hep moda ile sanat arasında bir çizgide duran Çağlayan, benim içinse hep bir tasarım düşünürü oldu. Nitekim 2005'te 51. Uluslararası Venedik Bienali’nde tasarımını gerçekleştirdiği Türkiye pavyonunda, yönetmenliğini yaptığı ve başrolünde Tilda Swinton'ın oynadığı bir filmi (Absent Presence-Olmayan Varolma) de gösterildi. Son olarak ise hafızalarımızda 16 Eylül 2022-29 Ocak 2023 arasında SSM’de düzenlenen Souffleur adlı sergisiyle kaldı. Ve şimdi bugünlerde İstanbul, Hüseyin Çağlayan’ı bir kez daha, 6 Nisan’a dek PİLEVNELİ’deki Öteki Taraf adlı sergisiyle ağırlıyor.

18 tane resim sunuyoruz burada ve her birinin ayrı bir hikayesi var, her biri de benim kişisel deneyimlerimle alakalı

 

Tasarımlarının yanı sıra heykel, video ve ses enstalasyonları gibi çalışmalarıyla da bilinen Çağlayan, bu kez daha sürprizli bir şekilde resimsel bir ifade biçiminin olanaklarını araştırıyor. Kâğıt üzerine akrilik, kalem ve karışık malzemeyle gerçekleştirilen resimlerinin çıkış noktasını ise sanatçının kendi geçmişi, deneyimleri ve gözlemlerinden yakaladığı detaylar oluşturuyor. Gözetlenme ve gözetleme kavramlarına yoğunlaşarak izleyicinin kendisini bir gözlemci gibi konumlamasına da aracı olan sahneler yaratıyor. Kore’deki Jeju Adası’nda etkilendiği ormandaki bir yapıdan yola çıkarak fırtına sonrası sessizliği yansıtmasına veya bir orman yangının ortasında kalan aşıkların gözetlenmesine, ya da ünlü oyuncu Raquel Welch’in Kıbrıs’a bir film çekimine gelmesi üzerine resmettiği bir seriye varan geniş bir konu yelpazesinde dolaşan Çağlayan, beklenmedik anları absürt kurgular ve ilginç senaryolarda buluşturuyor.

Hüseyin Çağlayan ile PİLEVNELİ’de buluştuk…

Moda tasarımı, sanat eseri ya da bunların da içinde farklı medyumlar deniyor olmak fark etmez, siz temelde hikayeler anlatan bir sanatçısınız. Bir önceki serginiz olan SSM’deki Souffleur’de boşluk dolduran objelerden bahsediyordunuz, bu kez nasıl bir hikaye anlatıyorsunuz bize?

Tek bir hikâye anlatmıyorum. 18 tane resim sunuyoruz burada ve her birinin ayrı bir hikayesi var, her biri de benim kişisel deneyimlerimle alakalı. Belli bir yerde bir şey yaşamış ve sonra onu başka bir deneyimle birleştirmişimdir mesela. Tamamen içgüdüsel aslında. Daha soyut ve rahat çalışmak istedim, çünkü normalde işlerim çok rasyonel ya da kavramsal olabiliyor ama bazen belki içgüdüsel olamıyorlar. Bu seri için tamamen içgüdümü kullanmak istedim ve yaşadığım belli deneyimleri birleştirerek ya da gözetleyen bir kişi olarak yansıttım. Başlığı da hepsini birleştiren tema, Öteki Taraf olarak belirledim. Yani benim orada dıştan içeriye bakmam durumu…

Tasarımlarınızın yanı sıra heykel, video ve ses enstalasyonları gibi çalışmalarınızla, malzeme olarak da ahşaptan bronza çok farklı malzemeler kullanmanızla biliniyorsunuz. Ama bu kez daha resimsel bir ifade biçimiyle karşımızdasınız. Kâğıt üzerine akrilik, kalem ve karışık malzemeyle gerçekleştirilen resimlerle… Bu bir anlamda kendi kişisel hikayenizi de en sade bir şekilde aktarmakla ilgili mi?

Yolculuğumun başlarında birçok sergide çizimlerimi de sundum ama boyayla yaptığım çizimleri değil, sadece sade kalemle yaptıklarımı. Boya kullandığım resimleri ise ilk kez burada sunuyorum. Yakın bir zamanda Bottega Veneta için çizimler yaptığım bir proje yaptım. Onları görünce Murat (Pilevneli) “Neden seninle bir desen sergisi yapmayalım?” dedi. Öyle başladı. Ben de aslında resim yapmayı çok sevdiğim için ve evet, söylediğiniz gibi biraz daha kişisel ve daha fazla hür irade olabileceği için de neden olmasın, dedim.

Raquel Welch On Film Set, Famagusta-Kıbrıs, 2024, Kağıt üzerine akrilik ve kalem, 85x60 cm

 

Kendi geçmişiniz, yolculuklarınız, anılarınız… Bu sergiyi biraz da otobiyografiniz gibi okuyabilir miyiz?

Hayatımın sadece belirli anlarını yakaladım burada. Bir otobiyografi olması için çok daha büyük bir sergi olması lazım. Tam değil ama evet, kişisel anılar var içinde. Büyük bir projeye çevirmediğim fikirleri de burada işledim. Örneğin bir seriden oluşan “Raquel Welch Kıbrıs”ta durumu çok absürt geliyor bana, onu yakalamak istedim.

Onu merak ediyorum lafı gelmişken, bu sizin tanık olduğunuz bir şey miydi?

Evet, Raquel Welch, 70’lerin başında orada bir film çekti. Bunu uzun yıllardır biliyorum ama bir projeye çevirmedim. Şimdi o absürtlük ilgimi çekti ve neden bunu malzeme olarak kullanmayayım dedim. Zaten her zaman Kıbrıs’a bir şekilde değinmek isterim. Çünkü toplumumuz neredeyse yok olmak üzere. Onun için devamlı ucundan yakalamaya çalışıyoruz o kimliği. Evet, İngiltere’de büyümeme rağmen bu coğrafyaya yakınlığım ve kuvvetli hislerim var. Kıbrıs, geçmiş, belirli anlar, hikayeler, tek başına projelendirmeyeceğim senaryolar, bu sergide benim için iyi bir fırsat oldu. Kıbrıs izole bir ada olduğu ve küçüklüğüm de orada geçtiği için, o izolasyonda böyle uluslararası bir senaryo oluşunca hem absürt hem de heyecan verici oluyor. Bunu işlemeye çalıştım çünkü izole olan yerlerdeki merak etme oranı çok yüksek. Raquel Welch durumu şöyle: Çok tanınmış birisi orada gelip bir film çekiyor. Bayağı da açık bir film. Bu orada yaşayan izole bir insanın durumunun tersi gibi geldi bana. Bu resimde kadınlar bitki ayıklarken, Raquel Welch’i görünce yaptıkları işi terk edip poz veriyorlar onunla. Raquel serisi ve birkaç diğer resim daha sıcak renkleriyle benim için yeni bir tarz. Biraz bu renklere kaydım şimdi.

Gözetlenme ve gözetlemeden bahsediyorsunuz ama sanki biraz roller değişiyor mu? Bu kez izleyici olarak biz mi sizi gözetliyoruz? Çünkü hep sizin için önemli anlardan bahsediyoruz ya... Biz de sizin belleğinizi gözetliyoruz bir anlamda...

Güzel yorumladınız. Evet, ama aslında beni tamamen kişisel olarak tanımazsınız bu resimlere bakarak. Çok çok ekspoze etmiyorum kendimi aslında, normalde de kişisel olarak kendimin çok ön planda olmasını sevmiyorum. Onun için mesela fotoğrafımın çekilmesine bayılmıyorum, daha anonim olmayı tercih ederim normalde.

Siz özellikle moda tasarımlarınızda öne çıkan kusursuz orantı, geometri ve muntazamlıkla tanınıyorsunuz ancak bu eserleriniz aksine daha organik ve rastlantısal tercihlerle ilerliyor. Bu nasıl oldu?

İsteyerek yapıldı, çünkü söylediğiniz gibi normalde her şey ölçülü, çok muntazamdır. Orada bırakmak istedim kendimi ve organik olmasını özellikle istedim. Kesinlikle benim yolculuğumda daha ilginç olacağını düşündüm bunun.

Biraz da belki bellek yolculuğu olduğu için. O çok organiktir…

Doğrudur. Bu işlerde aslında en teknik durum boya oldu. Boya, boyanın ve o zeminlerin birbiriyle olan ilişkisi zaman aldı. Ortaokul ve lisede, Kıbrıs’ta Emin Çizenel adlı çok önemli bir sanatçıdan resim dersleri aldım. Sonra Londra’da, St. Martins’te hazırlık okudum. Sanat okulu içinde moda bölümü vardı, orada okudum ama aslında sanat okulu olduğu için disiplinler arası çalıştık. Mezuniyet defilemde sanatçı arkadaşlarım modellik yaptı benim için. Onun için de çizim ve özellikle figüratif çizim küçük yaştan beri uğraştığım bir şey.

Figüratif dediniz, buradan bedenlere gelmek istiyorum. Bedenler, duruş ve beden üzerinden ifade biçimleri sizi yakından ilgilendiren konular. Bu kez bu konuda da yine yeni arayışlarınız var mı?

Evet, kesinlikle her birinde bedenle ilgili bir şey var. Soyut bir senaryo olsa bile aslında bedenden başlıyorum. Bedeni mekanla bir şekilde büründürüyorum. Sanırım benim diğer işlerimle de alakalı bu durum, yani devamlı beden-mekan ilişkisi. Burada zemin de ortaya çıkınca başka bir challenge oluştu benim için. Rizzoli kitabıma bakarsanız orada da boyamalarım var, orada bir bağ kurabilirsiniz bu işlerimle.

“Modada koleksiyon yapma şu anda doğru gelmiyor”

Bir önceki serginizde “moda çok sınırlı kalıyor bazen, ama sanat motiflerimi daha sınırsız buluyorum. Moda ya da defile çok geçici bir etkinlik 10 dakikada bitiyor o; sergide bütün gün bir objeyi seyredebilirsiniz. Bu da beni heyecanlandırıyor açıkçası,” demiştiniz. Peki bu aralar modayla aranız nasıl?

Eskisi gibi sezonsal koleksiyonlar yapmıyorum. Şu an sadece iş birlikleri yapıyoruz. En son Kore’de bir projemiz vardı, Kolon adlı bir dış giyim firmasıyla, çok iyi geçti. Çin’de küçük bir projemiz var. Yani proje bazında çalışıyoruz modada. Eskisi gibi koleksiyon yapma durumu şu anda doğru gelmiyor. Biz pandemide iş modelimizi değiştirdik ve daha çok proje bazlı çalışmaya karar verdik. Bizim için daha tatmin edici ve daha derine girebiliyoruz ama bu projelerin devamlı olması lazım. Şimdi onu düşünüyoruz. Nasıl olacak? Şangay’da Power Station of Art müzesinde büyük bir retrospektif sergimiz oldu ama en yeni işlerimizi de gösterdik 2 yıl önce. Pandemiden dolayı uzaktan yaptık ama gayet iyi geçti. Sonra Sabancı Müzesi’nde sergimiz oldu. Şimdi de Zeyrek Çinili Hamam’la bir projemiz var. Onların üniformalarını yaptık. Baştan beri sanat ve tasarımı beraber yürüttüm. Limited Edition bir şeyin satışını yapıp onu her zaman koleksiyonuma yatırdım. Pek bilinmeyen ya da görülmeyen bir model. Baştan beri bu şekilde çalışıyorum, yani benim için yeni değil sanat ortamında olmak.

Bir önceki gelişinizde “Beni Türkiye’de yaratıcı sektörde en fazla heyecanlandıran dal sanat ve sanatçılardır,” demiştiniz.

Yaratıcı herkese değer veriyorum. Moda konusunda Türkiye üretim, tekstil ve markalaşmada çok ileride. 30-40 yıl önce İtalya’da ne olduysa Türkiye son 20 yıldır bu süreçten geçiyor ve bence gayet iyi gidiyor. Ama burada çok kuvvetli bir moda kültürü var mı diye sorarsanız, İngiltere ya da Paris gibi değil tabii ki. Bunun sebeplerini tartışmak çok zor. O kendi başına bir tez. Sanat dalı biraz daha esnek olabileceği ya da çok daha farklı medyumlar kullanılabileceği için buradaki sanat dünyasını daha heyecanlı buluyorum, daha farklı şeyler çıkabiliyor. Biraz Türkiye’yi izole buluyorum kültürel anlamda ve izolasyonun yarattığı bazı engeller var. Bence sanatı seven insanlar seyahat edebilmeli, en azından kendi beyninde... Ama sanatta daha çok hür irade gördüm diyebilirim burada. Sanatta, modayla kıyaslarsak, daha çok yenilik görüyorum. Çok iyi endüstri tasarımcıları çıkıyor, özellikle ODTÜ’den.

“Yapay zeka hem özgürleştirici hem de korkutucu”

Yapay zeka hakkında ne düşünüyorsunuz? Korkutucu mu buluyorsunuz yoksa özgürleştirici mi?

Bence hepsi, yani hem özgürleştirici hem korkutucu, ama bence şu anda her şeyden fazla endişe duymamız gereken şey o. Çünkü her alanı etkileyecek ve bu hem çok heyecan verici hem endişe verici. Aynı zamanda da bilinmeyen bir şey.

Siz yaratıcılığınızda kullanıyor musunuz?

Kullanmayı düşünüyorum. Aslında geçmişte yaptığım birçok iş neredeyse analog yapay zeka gibi. Çünkü neredeyse belli fikirleri program gibi düşündüm; kendi kendini programlayan ama tamamen manuel bir şekilde yaparak… Onun için bana yapay zekanın mantığı ya da onunla yapılabilecek işler çok yabancı gelmiyor.

“En çok İstanbul’u seviyorum”

Şu an hayatınızın nasıl bir döneminde hissediyorsunuz kendinizi?

Tuhaf bir dönem yaşıyoruz. Birçok arkadaşımız hastalıktan, hiç beklenmedik şekillerde hayatımızdan yok oldu. Onun için anı yaşayabilmek, aynı zamanda da boşlukta hissetmeden bir plan içinde yaşamak gerekiyor. Dünyadaki sosyopolitik durumlar nedeniyle de kaygı ve endişe var. İlişkileri en güzel şekilde değerlendirmek, aile ilişkileri, arkadaşlıklar, hür iradeyle istediğimiz bir hayatı yaşayabilmek... Çok çalıştık diyelim ki, sonra biraz da kendimizin istediği bir rutini yaratabilmek… Bunlar önemli şeyler. Benim ayrıca profesörlüğüm de var Berlin’de. Oradaki dalım da inovasyonla alakalı, yaklaşık 4 buçuk yıldır oradayım. Daha önce de Viyana’da profesörlüğüm vardı. Orada da 5 yıl çalıştım.

Kıbrıs, Türkiye, Londra, Berlin… Peki şu ara kendinizi en çok nereye ait hissediyorsunuz?

Doğruyu söylemek gerekirse en çok İstanbul’u seviyorum, her zaman bunu söylüyorum. Burada yaşamıyorum ama en heyecan duyduğum yer burası galiba yine de.

 Sergiyi 6 Nisan’a dek PİLEVNELİ’de ziyaret edebilirsiniz.