Geçtiğimiz hafta 1000 km’den fazla araba kullandım. Kitaplarımı imzalamak için çıktığım Türkiye turunda İstanbul, Bursa, Balıkesir, Ankara istikametinde bir şehirden diğerine giderken dinlediğim şarkılar, içtiğim kahveler eşliğinde bol bol düşünmek, anımsamak, küçük şeylerden pişman olmak, geleceği yeniden tasarlamak için vaktim oldu. Arkadaş evlerinde, otel odalarında uyandım. Unuttuğum eski seyyah sabahlarımı yeniden yaşarken fotoğraflar çektim, yollarda düşündüklerimi yazdım not defterime. Eskiden defter arasında kalan notlar, kutularda biriken fotoğraflar şimdilerde Instagram sayesinde herkesle kolayca paylaşılabildiğinden ben de paylaştım bir tanesini. “Belki bugün dünden güzeldir” dileğimi iliştirdim altına. Yorumlarıyla katılanlar, katılmayanlar oldu bana. Düşüncelerini sevip, önemsediğim gazeteci Şermin Terzi ise “Sırtını denize dönmüş şu koltuk gibiyim” notunu bıraktı o fotoğrafın altına. Durdum kaldım. Tam da bir gece önce şunları söylemiştim evinde konuk olduğum arkadaşıma: “Bir şey oldu bir yerde. Olup biten pek çok şeyi hatırlıyorum. Ne, ne zaman, neyi nasıl değiştirdi hayatımızda filan, çoğunu hatırlıyorum ama şu olanı anımsamıyorum: İstanbul’a yerleştiğim 1996 yılından bu yana Boğaz’daki köprülerden her geçişimde iki yakaya da büyük aşkla bakar, yaşadığım ne olursa olsun gözümün gördüğü o muhteşem İstanbul’un bir parçası olduğum için çok sevinirdim. Gam, keder, telaş her ne ise, onların içindeysem bile hep güzeldi İstanbul. Yıllarca değişmedi bu hayranlığım, ona ait olmaktan duyduğum sevinç. Sonra bir gün iki yana bakmadan köprülerden geçtiğimi; alımlı, çekici, güzel, seksi, baş döndürücü bulduklarımın pek de umurumda olmadığını fark ettim. Arkam dönük oturuyordum manzaraya. Kafamı kaldırıp bakmıyordum eskiden gözümü alan şeylere. İşte bu ne zaman nasıl olmuştu, ne vakit başlamıştı onu bilemiyordum. Çok düşündüm, düşünüyorum. Yaş almanın da payı vardır mutlaka ama galiba sıradan bir şeyden mutluluk duymanın suçluluğu da etkili. Sevinmenin, küçük şeylerle teselli bulmanın sığ bir düşünce ve davranış olduğuna ben de mi inandım, ne oldu acaba? Her şey bu kadar kötüyken sevinmek için nasıl olur da bir neden bulabilirim, buna nasıl cüret edebilirim diye mi düşünmeye başladım? Vaktiyle bolca mı harcadım çocuksu, sağlıklı sevinçlerimi? Şimdi geriye bir şey mi kalmadı yoksa?” Arkadaşım kafasını sallayarak dinledi beni. Vaktiyle babasıyla yaptığı bir konuşmayı aktardı sonra. “10 yıl önceydi sanırım. Arkadaşlarımla dışarı çıkacağım için mutlu mutlu hazırlanıyordum. Bir süsler, bir püsler. Babam beni izliyordu ben evin içinde bir odadan diğerine geçerken. Yeni açılan bir mekanmış sen de gelsen, bak hoşuna gider dediğimde yok be yavrum, doydum ben artık. Hiç merak etmiyorum yeni bir şeyi demişti. Bazen ben de kendimi babam gibi hissediyorum. Sanki merakım kalmadı hayata, yeniliğe. Yaştan mı yaşlanan dünyadan mı bilemiyorum ben de. Ama doğrusunu istersen dışarıyı merak etmesem de kendimi hiç yaşlı hissetmiyorum. Hiç hem de!”

Öyle deli gibi esme
Arkadaşıma ertesi akşam imza sonrası Eskişehir İF sahnesinde izlediğim “Şimdi Doksanlar” konseri sırasında bütün kalbimle katıldım. Metin Özülkü sahneye çıkıp, “Öyle deli gibi esme başım dönüyor” der demez Eskişehir İF’i dolduran yüzlerce insan adeta el ele tutuşup hep beraber 1990’lı yıllara uçtuk. Jale, Reyhan Karaca ve Ümit Sayın sırayla sahnede yerlerini aldıkça en önde herkesten çok bağırarak şarkı söyleyen ben, salondaki 20’liklerden daha 20 yaşımdaydım. Yemin edebilirim. Zaten bir süre sonra çevremi saran gençlerle şarkı söylerken bunu sadece hissetmediğimi aynen öyle yaşadığımı da fark ettim. Kızım bugün 19 yaşında. Eğlenmek için bir araya geldikleri, her an her yerde hep doksanlı yılların şarkılarını söylüyorlar ve o yılların listelerine benden daha hakimler. Bizden daha iyi biliyorlar. Hayret ediyorum. Kızım Ankara’da geçen sanat etkinlikleri ile dolu çocukluk ve gençliğimi, tiyatro okuduğum üniversite yıllarımı, iki Almanya’nın birleştiği yıllarda yaşadığım Berlin’i, tiyatro yaptığım dönemi ve medyadaki o şahane zamanları anlattığımda imrenerek ve üzüntüyle dinliyor beni. “Şarkıların iyisini dinlediğiniz yetmiyor gibi bir de ne güzel günler yaşamışsınız. Ne kadar özgürmüşsünüz” diyor. Oysa o vakit o özgürlük yetmezdi bize. Rüstem Batum rahmetli Turgut Özal’ı programında ağırlayabilir, yanındaki genç komedyene Özal taklidi yaptırabilirken bile daha fazla özgürlük isterdik. Youtube’da o günleri izlerken kızım şaşkınlıkla, bense sızıyla bakıyorum ekrana.