Oktay ve Tansu Okan karşı karşıya şimdi. Oktay sarılıyor Tansu Okan’a. Hayatlarında ilk kez karşılaşan bu iki insanın kucaklaşması öyle bir kucaklaşma ki...
Babasız büyümüş tüm çocuklar babasına kavuşuyor sanki. Bir evlat kucaklayamamış tüm erkekler o mutluluğun gümbürtüsünü duyuyor kalbinde. Ölüp de unutulanlar, ölmeden bir kalbe gömülenler, ölse de yaşayanlar kucaklaşıyor. Anıların içinde toz duman olmuş bütün küçük sevinçler canlanıp uçuşuyor. İnsan bedeninin ince kırışıklıklarında sıkışıp kalmış bütün keder parçaları silinip gidiyor.
Bu öyle bir kucaklaşma ki Nona kahkaha atıyor, Tanju Okan çağlıyor...
***
Bu satırlar 2021 yılında yayımlanan romanım Söylenmemiş Sözler’den. Romanı okuyanlar geçtiğimiz hafta hayata veda eden, hiç karşılaşmadığım, yüz yüze tanışmadığım Tansu Okan’ın vefatına ne kadar üzüldüğümü tahmin edecektir.
Aslında size her şeyi baştan anlatmalıyım...
Her romanımda bir şehir adeta ana kahramanlardan biri olur. Sonuncuda birkaç yıl önce yerleştiğim Urla’yı seçmiştim. Necati Cumalı ve romanları, okurun o romanlardan tanıdığı Urla köyleri, insanları, bin yaşındaki zeytin ağaçları, tütünü, bağları olmadan Urla eksik anlatılır. Bütün bunların yanında Urla’yı onsuz düşünemeyeceğimiz bir isim daha vardır. O da Tanju Okan.
Tanju Okan’a dokuz yaşımdan beri hayrandım. O yaşta bir çocuk keder şarkıları söyleyen bu adama neden o kadar sevgi duyuyordu, kimse anlamazdı. Onunla çektirdiğim siyah beyaz fotoğraf senelerce en önemli hatıralarımdan biri oldu. Sonra şehirden şehire taşınmalarımdan birinde kaybettim. Ama onu sevmekten ve dinlemekten hiç vazgeçmedim.
Geçen yıl bir yandan ilk taslağımı yazıp bir yandan bilgi toplamak için yeni okumalar yaparken, editörüm Tolga Meriç bir Youtube bağlantısı gönderdi. Cengiz Özkarabekir imzalı bir belgeseldi. Tanju Okan’ın hayatının anlatıldığı bu belgeselde oğlu Tansu Okan’ın bir cümlesi kalbimi sızlattı. O ana kadar yazdığım taslağın, kurduğum hikâyenin boşuna olmadığını anladım. Tanju Okan’la ilgili anlatmak istediklerim içinde oğlu ile olan ilişkisi yoktu aslında. Fakat hikâye garip bir biçimde buna evrilmişti. O belgeselde duyduğum cümleyi hikâyeme eklemeliydim. Ekledim. Yayıncılarımın, gazete yöneticilerimin hoşgörüsüne sığınarak biraz uzun bir alıntı yapacağım kitaptan. Ama bu şekilde beni daha iyi anlayacağınızı umuyorum...
***
“Bazı insanlar büyük yaşamak istemezler aslında. Yaşarken rezilliğine tahammüllerinin kalmadığı hayatın yüzüne tükürürcesine bir tükenişi tercih ederler. Evet, bir tercihtir bu. Hiç istemedikleri halde sadece bu tercihleri yüzünden büyük bir hayat bırakırlar artlarında. Tanju Okan böyle adamlardan biriydi kanımca...”
(...)
Rüzgâr yine esiyor ama az önceki kadar güçlü değil şimdi. Tanju Okan başka bir şarkıya geçiyor...
Bu akşam çok efkârlıyım
Kalbim neden kan ağlıyor
Bunu bir bilsen sevgilim...
Oktay derin bir iç çekiyor...
“Buraya neden geldik, biliyor musun Kerem?”
“Bilmiyorum abi.”
“Tanju Okan’ın ilk eşinden bir oğlu oluyor. Fakat anlatılan o ki, yıllarca kopuk yaşıyor oğluyla. Az görüşüyorlar. Evlilikler, aşklar, vazgeçişler derken yıllar geçip gidiyor... Sana bir şey itiraf edeceğim. O çok anladığımı düşündüğüm, çok severek dinlediğim adam gibi olmaktan çok korktum ben. Yolumu bekleyip duracak, beni her istediğinde göremeyecek bir çocuk ve eş fikri korkuturdu beni. Arkamda bırakacağım insanların sorumluluğunu taşıyamayacağımı düşünürdüm. Belki de bu yüzden bir eşim, çocuğum olmadı... Tanju Okan ise hepsini cesurca kucakladı belki. Kucakladı ama taşıyamadı. İsteyerek, bilerek yaşadığı o tükenişin sonunda çok hastalandı. Bir bacağını kaybetti hatta... Tüm olup bitenlerden sonra ona bakmaya kim gelmiş, biliyor musun?”
“Kim?”
“Oğlu... Birbirine yabancı iki adam yıllar sonra, tükenişin son durağında kavuşmuş. Ölene dek oğlu bakmış ona. Çok yakınlarda oğlunun bir konuşmasına denk gelmiştim bir yerde. Babasının bacağına masaj yapıyormuş hastanede. Tanju Okan yattığı yerden doğrulmuş, ‘Oğlum, çok yoruldun, değil mi?’ demiş üzüntüyle. ‘Babamın bana gerçekten oğlum dediği bir andı’ demişti konuşmasında. Bu cümlesi çok ağır geldi bana. O zaman tam anlamıyla idrak ettim. Hayran olduğum adamın neden bunu, bu tükenişi tercih ettiğini anlayabiliyordum ama evet, onun gibi olmaktan hep korkmuştum. Keşke onun kadar cesur olabilseydim, onun kadar cesurca kucaklayabilseydim hayatın verdiklerini...”
Oktay’ın itirafındaki hakiki pişmanlık gözle görülecek kadar net şimdi. Somut. Düşen omuzlarında, öne eğilmiş sırtında, yere silkelediği külde bile görünüyor...
Devam ediyor anlatmaya.
“Neyse... Beni geçelim… Çok paralar kazanmış, kazandığını geleceği umursamadan harcamış o büyük adama hastalığının son günlerinde emekli maaşı bağlanıyor. Fakat bir bacağı yok artık ve yataktan kalkamıyor. İlk maaşını alması için oğlunu gönderiyor bankaya. Tabii kurallar nedeniyle ona vermiyorlar...”
Oktay tam burada susuyor. Devam edecek ama boğazında bir düğüm var. Denize bakarak bir yudum içiyor.
“Sonra... Çok sevilen, çok sayılan biri olduğu için bir istisna uygulanıyor. Bankadan bir memur görevlendiriliyor. Maaşını teslim etmek için oğlu ile evine gidiyorlar.”
Yine susuyor. Derin, çok derin bir soluk alıp bırakıyor.
“Ama yetişemiyorlar... Eve gittiklerinde oğlu yatağında son nefesini vermiş olarak buluyor babasını...”
“Ahh!..”
“Maalesef. İlk emekli maaşını göremiyor anlayacağın... Ama oğlunun şefkatini görüyor. Elini tutan, kesik bacağının yerine ona bir bacak olmak için çırpınan oğlunun sevgisini görüyor. Bir hevesle göndermiş oğlunu bankaya Kerem. Düşünsene, umutla, mutlulukla göndermiş...”
Kadehinde kalan şarabı bir yudumda bitiriyor. Şişeyi alıp bir daha dolduruyor. Kerem’e dönüyor.
“Çok gevezelik ettim. Ama bunları anlatmamın bir sebebi var. Bugün hastanede sen odaya girdiğinde bunu düşünüyordum. Tanju evlat şefkatiyle geçirdiği son günlerinde muhakkak ki huzurluydu, diyordum. İçkiyi bırakalı birkaç sene olmuş, oğluyla arasındaki mesafe kalkmış… O gün de oğlunu beklerken kesin mutluydu, diyordum. Mutlu ölmüştür… 58 yaşında öldü. 58 yaş nedir ki, diyordum… Sonra sen girdin içeri...”
***
Yukarıda okuduğunuz satırların devamında gelen hikâye bittiğinde bütün yazdıklarım için Tansu Okan’ın rızasını almam gerektiğini düşündüm. Numarasını bulmak başta kolay olmadı ama sonunda sevgili Çiçek Dilligil aracı oldu. Tansu Bey’i aradım.
“Bu hikâyede siz de olacaksınız. İzninizi istiyorum. Size göndereyim. Bir okuyun. İstemezseniz kullanmam, yazmam” dedim.
“Hiç gerek yok aslında” dedi ama ben yine de ısrar edip gönderdim. Birkaç gün bekledim. Ses çıkmadı. Aramaktan çekindim. Bir mesaj yazıp gönderdim. Bir iki hafta daha bekledim. Yine ses çıkmayınca editörlerime “Baskıyı biraz erteleyelim. Sanırım rızası yok. Öyle kibar bir adam ki. Onu kırmayı hiç istemiyorum. Ben alternatif bir şeyler yazacağım” dedim.
Oturdum ve Tansu Okan’ın hikâyenin içinde olmadığı bir versiyon yazdım. Birkaç gün sürdü. Tam son cümlemi bitirmiş, noktayı koymuştum ki bir mesaj sesi duydum. Buna inanır mısınız, bilemiyorum... Ama gerçekten o son kelime bitti ve mesaj geldi. Telefonumun ekranında Tansu Okan’ın ismini gördüm. Mesajı açtım.
“Bu aralar hayat biraz karışık. Size dönemedim. Okurken gözyaşlarımı tutamadım” diyordu.
Belki hikâyeciliğimin etkisidir, belki hayatla baş etme yöntemi olarak bunu seçmişimdir ama bazı sihirli anlara, olaylara anlam yüklemeyi seviyorum. Durup dururken hiç tanımadığım Tansu Okan’ı yazmak istemem, o baba oğul hikâyesinin içine girmem, son dakikada gelen bu mesaj filan… Bir anlamı olmalıydı bunların.
Roman ilk yazdığım haliyle baskıya gitti.
Sonrasında da görüşemedik. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu seziyordum ama soramıyordum elbette. Aylar geçti..
***
Geçtiğimiz hafta girdiği ameliyattan sonra hayatını kaybeden Tansu Okan’ın son bir yıldır kanser tedavisi gördüğünü öğrendim. Yakını, arkadaşı olmadığım bir insanı tanıyamadan kaybettiğimiz için üzgünüm.
Kitapta Tanju Okan için yazdığım “58 yaşında ölmek nedir?” sorusunu ne yazık ki onunla aynı yaşta vefat eden oğlu için soracağım aklıma gelmezdi...
58 yaşında bu dünyaya ‘Hoşça kal’ diyen Tansu Okan’ın ardından yazmak istedim. Belki şimdi aynı yaşta, aynı kederden tanış iki arkadaş olarak karşılaştılar, kim bilir?