Bu aralar çok unutuyorum. Hemen her şeyi. İkişer ikişer not alıyorum yapacaklarımı, yapmam gerekenleri. Telefonuma ayrı, defterime ayrı yazıyorum ama yine de bazı şeyleri atlamayı, unutmayı beceriyorum işte. Unutmak benim için korkulu bir eylem. Bir arkadaşım “Korktukça daha çok unutuyor olabilir misin?” diye sordu geçenlerde. “Olabilir” dedim. Emin olmak için doktor arkadaşlarıma soruyorum. Niye unutuyorum ben? Neden korktuğumu biliyor, anlıyor, sakinleştiriyorlar beni. Uzun zamandır sohbet ettiğim, destek aldığım hekimlerden biri, “Korkulacak bir şey yok. Şöyle düşün; bilgisayar ekranında onlarca sayfa açık kalınca bir süre sonra bilgisayar donup kalır, fan çalışmaya başlar ya? Hiçbir işlem yapamazsın. İşte zihnin de öyle şu anda. Onlarca sayfa açık ve aynı anda onlarca şey düşünüp, yapmaya çalışıyorsun. Fakat kapasitesi süper bir alet de olsa en iyiler bile zamana yenilir ve yıpranır. Donmuş kalmış bilgisayarı resetlemek zorunda kalırız. Açma-kapama düğmesine basıp yeniden başlatırız. Şu anda senin de yapman gereken bu bence. Kapayıp yeniden başlatman gerekiyor her şeyi. Açık bıraktığın tüm o dosyalar yeni bir işlem yapmana izin vermiyor artık. Anlıyor musun? Sen yüklendikçe beyin unutuyor” dedi. Açık bıraktığım bütün dosyalar ha...
Vay be! Ne doğru aslında. Bu dosyayı sil komutunu verip zihnimdeki çöp kovasını da kalıcı olarak boşaltamadığım için böyle oluyor tamam da, bunu kolayca yapabilmek mümkün mü? Kötü şeyleri unutmak becerimle övünürdüm ama artık iyi ve güzel şeyler de kaybolmaya başladı. Bu resetleme işini bir an önce yapmalıyım. Ama nasıl?
Nereye gidersen git...
Barbaros köyüne, şahane Selda Güleç’in yeni cennetinde zeytin toplamak için yol alırken bunları düşünüyordum. Günlerden perşembeydi. Güzel güneşli bir gündü. İstanbul’dan kaçıp buralara gelerek biraz hafiflediğimi, daha sakin olduğumu sanıyordum ama nereye gidersen git zihnin hep seninle. Eski Çeşme yolunda kıvrıla kıvrıla yol alırken Selda Güleç’i tanıdığım ilk geceyi anımsadım. İstanbul İstinye’de eni konu eski ve harap bir mahallede bir apartmanın alt katında bir mekana davet edilmiştim. SG İmalathane. Lokanta değil, kulüp değil, enteresan bir kültür barınağı. Evet, bence bir barınak. Dışarının akıp giden hızından kaçıp şiir, yemek, edebiyat, müzik konuşmak, yaşamak, tatbik etmek, öğrenmek için sığınılacak bir mekan. Selda’nın önce düşünü kurup sonra elini attığı her proje kültürel sığınmacıların yuvası olur daima. Şeflerin, tarihçilerin, araştırmacıların, müzisyenlerin, meraklıların, karnı ve zihni aç insanların öğreterek ve öğrenerek birlikte doyabilecekleri mekanların, büyük sofraların annesidir Selda. İstanbul’da önce SG İmalathane, sonra Kömürlük şimdi Urla’da Barbaros köyünde SG Tarla... Selda benim “eski ruhlar” dosyamdan biridir. Ruhuyla bu zamanın insanı değildir ama fikirleri, bakış açısı hep bugünden önde gider. Hiç durmadan işleyen aklına, ellerine rağmen koruduğu sakinliğine bayılırım. Derinlemesine ve arayarak bakar her şeye. İlham vericidir. Enerjisini düşlerinden alır. Önce hayal eder. Kalpten ister. Mesela Barbaros köyündeki bu zeytinlik... Bir Hıdırellez gecesi resmini çizmiş bir güzel. Zeytinliğin şeklini şemalini nasıl çizdiyse o şekil bir yer çıkmış karşısına. O zeytinlikte kurmayı hayal ettiği uzun sofra da varmış o dilek kağıdında. Ve gerçekten o zeytinlikte tüm köylünün bir araya geldiği birlikte pişirip birlikte yediği ilk sofra o olmuş. Upuzun bir masa kurmuşlar. Köylünün, yerlinin varlığına, toprağına müthiş saygılı, kalkındırmaya, korumaya yürekli ve hevesli bir yaklaşımı var. Bu yüzden gittiği her yerde çok sevilen, kucaklanan biri. Çünkü kucaklamaya açık kollarıyla karşılıyor hayatı ve insanları. O gün de ben zeytinliğe varıp arabamı park ettikten sonra, pandemi nedeniyle kucaklaşamasak da yürekten sarıldık aslında. Tam 1000 yaşındaki zeytin ağacının altında durup hayran hayran dallarını seyrederken “Düşünebiliyor musun bu gördüğün kısmı, aslında ağacın dalları. Gövdesi toprak altında kalmış” dedi. O sırada yavaş yavaş konukları gelmeye başlamıştı. Kimilerinin elinde bir tepsi, güveç veya ekmek vardı. “Bugün zeytin topladıktan sonra kuracağımız sofrada köy kadınlarının bize hazırladığı yemekleri yiyeceğiz. Yemekten önce Ali Canip Olgunlu ve Ahmet Uhri bize zeytin ve tarihini anlatacaklar” dedi. Selda’nın her davetinde olduğu gibi yine yeni şeyler öğrenecek, yeni şeyler deneyecek ve doyacaktık demek ki. Zeytinliği yürüdük bir baştan bir sona. Birgi köyünden girişe örülü taş duvarın arasına uzaklardan getirdiği eski mi eski bir kapı koymuş. Yanında bir çeşme var. “Babam için yaptırdım. Ali Canip de birkaç dize yazdı” dedi gözleri dolarak. Dünyaya, yeniliklere, farklı kültürlere ilgi duyan emekli bir İngilizce öğretmeni aslında Selda Güleç. Boğaziçi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Hayatı boyunca yemek ve pişirmekle ilgili merakının peşinden gitmiş. Ülke içinde ve yurt dışında ne var ne yok öğrenmek, görmek hevesi onu hep biraz daha meraklı yapmış. Yürürken “İmalathaneyi nasıl kurmuştun Selda? Nereden, nasıl başlamıştı bu yolculuk?” diye sordum. “Akıllı telefonların hayatımıza girdiği sıralardı, kızlarımın açtığı Instagram hesabından yemek paylaşımları yapıyordum, henüz İmalathane aklımda değildi. Zamanla yurt dışı seyahatlerimde öğrendiğim çevreye ve dünyaya dost malzemeleri özellikle annemin eski tariflerine uyarlayamaya ve yarattığım lezzetleri sosyal medyada paylaşmaya başladım. SG İmalathane’nin belki de hiç farketmeden ilk düşünce tohumu böyle atıldı. Üçüncü tekil şahıstan “İmalathane” diye adlandırdığım mutfağımın ağzından konuşuyordum. “İmalathane bugün pazara çıktı, şu sebzeyi aldı, şöyle yıkadı ve ayıkladı, sapını da atmadı, onu da kavurdu” gibi ifadeler, takipçilerimde böyle bir yer olduğu izlenimi yarattı. Yemek dostu insanların birlikte üretip paylaşabileceği gerçek bir mekan yaratılması fikri de bu şekilde doğdu. Fikir bütçemi zorlamayacak bir mekan kiralamak, içine endüstriyel bir mutfak tasarlamak, sadece upuzun tek bir masada sofralar kurmak, tek bir ocakta, çok elden, çok emekle ve sevgiyle pişen yemekleri sunmak şeklinde gelişti. Bu işi yapmamı gönülden isteyen dostlarımın önerileri ve destekleriyle bu güzel yolculuk başladı. Beş sene önce, yemek dostu insanların birlikte üretip paylaşabileceği, yeme içmenin kültürel boyutuna vurgu yapan bir mutfak olan SG İmalathane’yi kurmuş oldum.” İstanbul’da, İstinye’nin küçücük Dut Sokağı’nda başlayan serüven “Seyr’ü Seferler” ismini verdiği gezilerle devam etmiş. “Gittiğimiz, gördüğümüz yerlerde hayatın içinden geçişlerimiz, oralarda kurduğumuz sohbetli sofralarımız, eski dostlarımızla yola çıkıp yeni tanıdığımız kişilerle kaynaşmalarımız ve zaman içinde kocaman bir aile oluşumuz şimdilerde Barbaros köyünde hayata geçiyor. Ailemiz köy halkının güzel insanlarıyla kaynaşarak iyice büyüdü, koskocaman oldu.” *** Yavaş yavaş toplanıyor davetliler. Bin yaşındaki ağacın altında minderlere, serili hasırların üzerine oturuyoruz Bir Ali Canip Olgunlu anlatıyor bir Ahmet Uhri. Sonra hasada geçiyoruz. Doğma büyüme Barbaroslu olan emekli edebiyat öğretmeni Ümit beyle sohbet ediyoruz bir yandan da. Kuzey Doğu’dan aldığı rüzgarla serin yazların yaşandığı bu coğrafyada 8 bin yıldır süren bir medeniyetten, Barbaros köyünün eski adının Sıradam olduğundan, hurma zeytininden konuşuyoruz. Ümit öğretmenin tatlı dili hep bir hikayeye bağlanıyor. Barbaros köyüne özgü kısır düğünü anlatıyor. Gelinsiz ve damatsız eğlencede köy kadınlarının oynadığı sepetçi zeybeğinden söz ediyor. Selda da katılmış bir kısır düğüne. Pandemi sonrası köy halkına moral vermek için düzenlemişler. Kısır düğün, gelin ve damat olmadan eğlenmek için köy halkının bir araya gelmesi için bir vesile. Köy büyüklerinden Şenay abla hasat bitimi sofraya oturmadan bana oynayı veriyor Sepetçi Zeybeği’ni. Hiç itiraz etmeden kalkıyor yerinden. Neşeyle kaldırıyor kollarını. “Haydi yavrum yeyleni yeyleni ver” diye türküsünü de söylüyor bir yandan. Selda’nın bu zeytinliği almasına ve dolayısıyla buradaki yeni faaliyetlerine de sebep olan arkadaşı Canan hanımın bitişik zeytinliğinde kurulan yer sofrasında bir ziyafet var. Bal kabaklı börekler, tatlı lorla yapılmış çörekler, kuru fasulyeler, ekmekler… “En sevdiğim şey çalışmak. Hele gençlerle ve kadınlarla çalışmaya bayılıyorum. En büyük kazancım mutlu edebildiğim insanların çokluğu ve en büyük sevincim ilham aldığım kadar ilham verebilmek. Özgürce düşünebilmek ve uygulamaya koyabilmek çok güzel. Çalışmayı zevke, zevkle yaptığım her şeyi bir iş planına dönüştürmüş gibi hissediyorum” diyor Selda. Elleri hiç durmuyor elbette o anda da. Konuklarına hediye edeceği kavanozlara topladığımız zeytinleri dolduruyor. Erken ayrılmak zorunda kalıyorum o gün. “Sana bir iki soru daha sormak istiyordum. Mesaj atarım” diyorum. Mesajıma şahane bir mektupla yanıt yazıyor: “Kendimle ilgili düşündüm. Daha doğrusu bana benimle ilgili sorulan sorulara, o anda aklıma gelen anlık cevaplarla değil de gerçekten düşünerek cevap verseydim ne derdim diye düşündüm. Neden yemek yapmayı seviyorum? Sağlıklı ve hijyenik beslenmeye niçin bu kadar dikkat ediyorum? Spor yapamadığım günler niye huzurum kaçıyor? Deniz tutkum, yeşil tutkum, bitmeyen öğrenme tutkum nerden geliyor?
Cevaplamaya çalışırken bu soruları, bütün yollar babama çıktı.. Bazı sabahlar, Bursa’daki çocukluk evimizin sobasının üstünde pişirdiği (sonradan adına mıhlama da dendiğini öğrendiğim) kuymak kokusuyla çocuklarını uyandıran babama... Hiç tanımadığı annesinin Karadenizliliği ile övünüp, teyzelerinden öğrendiği anne yemeğini çocuklarına da tattıran babama... Ya da zamanının kovalarla balık tutulan Marmara Denizi’nden tuttuğu hamsileri, istavritleri anneme zahmet olmasın diye Burgaz sahillerinin deniz kenarında ayıklayıp, deniz suyuyla iyice yıkadıktan sonra eve getiren, kalaylı bakır tepside tek tek verev şeklinde dizip, limon halkalarıyla, maydonozlarla süsleyip pişiren babama.. Alüminyum tencere ve tepsilerin kullanılması yasak bir evde büyüdüm ben, turşunun plastik kavanozlara kurulması ya da o şekilde satın alınması söz konusu olmayan; süt, yoğurt hatta sebze, meyve ve konserve gibi şeylerin Ziraat Fakültesi’nin dükkanından alındığı bir evde. Eğer sebze ve meyveler pazardan alınacaksa, pazarcıyı kızdırmak pahasına, yetiştirildiği tarlanın, tarlanın sulandığı suyun menşeinin babam tarafından araştırılıp, soruşturularak alındığı ve eğer tarla egsoz dumanına çok maruz kalan bir yola yakınsa o tarlanın sebzesinin alınmadığı bir evde. Ekmeğin fırından ilk elden alınmasının tercih edildiği, bakkaldan alınan ekmeğin sabah kasası yere konmuşsa veya birileri elleriyle tutup seçmeye çalışmışsa diye tütsülenerek yendiği, kızartmanın babam evde yokken sadece öğlenleri annem tarafından gizlice yapıldığı, çorbalar için annem miyane kavurursa, unla yağın kavrulmasının zararları hakkında sofrada konuşmaların geçtiği, sebze ve meyvelerin yıkama işleminden önce sirkeli suda bekletildiği, eğer bekletilememişse meyvelerin mutlaka soyularak yendiği bir evde. Özen göstermeye her zaman önem veren; özensiz kıyafete, özensiz yenen yemeğe, özensiz kurulan sofraya, özensiz konuşmaya, özensiz düzeltilen yatağa, hatta özensiz örtülen perdeye tahammül edemeyen bir babanın kızıyım ben. Sofrada ekmek isteyince ekmek sepeti değil de ekmek dilimi uzatılınca kibarca tabağının kenarına koyup ekmek yemekten vazgeçen babam, torunlarına çatal bıçak kullanmayı ve yemeğini ağır ağır yerken keyfini çıkartmayı sadece söyleyerek değil, tatbik ederek de öğreten babam, sanat eseri gibi salatalar yapan, en basit bir omleti bile lezzet şöleni haline dönüştüren babam, yediğimiz zeytin ev yapımı olsun diye her sabah sabırla kavanozları alt üst eden babam. Her türlü mutfak malzemesinin camını seven, cam şişelere kışın içmemiz için domates suları hazırlayıp saklayan, klasik yöntemlere itibar etmeyip deneysel çalışmalarla yeni tür reçeller yapan babam. Sabahları güne yürüyüş ve “kültür fizik” yaparak başlayan, yürüdüğü yerler her neresiyse; oraların yeşilini mavisini özümseyen, İngilizce bilmese de yabancı kanalları izleyen, okuyan, gözleyen, öğrenen babam. Hiç durmayan, yorulmayan devamlı çalışan babam... Döndüm, yazdıklarımı okudum, anladım ki büyüdükçe babama dönüşmüşüm…” *** Selda’nın bu mektubu Whatsapp üzerinden gelince eski tarihli diğer yazışmalarımızı da okuyorum. Unutmuşum. Bir rembetiko gecesi düzenlemiş kaç yıl önce. SG İmalathane’de bir aradaymışız. Sonra başka bir gece, ‘Ölmeme gecesi’nde Nedim Atilla’dan şairleri ve şiirlerini dinlemişiz. Hatırlıyorum o gecenin sonunda Urla’dan konuşmuştuk uzun uzun. Benim buralara taşınmak aklımda hayalimde yoktu o vakit. Nedim Atilla çok yıllar önce Urla ile ilgili yazdığı kitaptan söz ettiğim köşe yazımı anımsatmıştı. Bana bir Urla fotoğrafı hediye göndermişlerdi hatta o vakit. O fotoğraf gazetedeki odamda masamın karşısında asılı kalmıştı çok uzun zaman. O gece bir dahaki buluşmamızın Urla’da olacağını bilmeden vedalaşmışız. Fotoğraflar çektirmişiz. Kimileri artık bizimle değil. Selda ile eski yazışmalarımızı okurken unuttuklarımı görünce kalbimi sızlatıyor. Ama bu vesile açık kalmış dosyalardan biri daha kapanıyor. Bin yıllık zeytin ağacı kadar yaşasam ne olurdu ya... Unutmadan yaşanmıyor aslında.