Bir zamanlar bitiremedikleri gecenin sonunda gün doğmadan öten kuşların seslerini duymadan yastığa başını koymayan gençler varmış. Gökyüzündeki koyu lacivert ince bir turuncuya dönerken göz kapaklarına asılan uykuya rağmen güneşin çatıların ardından yükselmesini bekler, içlerinden birinin “Hadi, kahvaltı yapıp öyle yatalım” diyen sesine uyup, şehrin henüz uyanan sokaklarında sıcak simit fırını aramaya çıkarlarmış. Gözleri mahmur kediler, dünden yorgun çöpçüler, sanki hiç uyumadan yaşarmış gibi görünen ihtiyar çiftler, eski kırmızı otobüsler, yaşlı çınar ağaçlarına konan kumrular hep böyle kalacak diye düşünürlermiş. Sıcak simidin, yağlı beyaz peynirin, taze demlenmiş çayın mutluluğuna geceyi uzatan o sohbetin, dansın, tartışmanın ya da filmlerin yorgunluğu karışır; çantalardan, ceplerden son bir gayretle çıkarılan anahtarların kilitte dönmesinden hemen sonra o genç kafalar uykuya kayar, rüyalara dalarmış. Aşkın hayatı büyük bir güçle yönettiği, neşenin ve şakanın var oluşun her zerresine işlediği o günler dünyayı tersine çevirecek bir inançla uyanmak, olup bitenin, bir gece öncenin yorgunluğunu birkaç saatte silip, yeni günün macerasına atılmak olağanmış. Yorulmak zor; heves etmek, başlamak, teselli olmak kolaymış... *** Ve Ankara o zamanlar pırıl pırıl Türkçe konuşan öğrenciler, idealist öğretmenler, devletin yetiştirdiği sanatçılar, fikir hürriyetinden ödün vermeden çalışabilen gazeteciler, farklı düşüncelerin konuşulabileceğine inancını yitirmeyen, siyasete mesafeli kalabilen bürokratlar, askeri darbelerden sonra dahi fikrini söylemekten çekinmeyen kadın ve erkekler, kitapçılar, tiyatrolar, konser salonları ile dolu; bir gün İstanbul’a benzeyeceğini bilmeden usul usul büyüyen bir şehirdi. Batıkent ve Oran şehrin iki ucuydu. Çok çooook uzaklarda, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde küçük maaşlı memurların girdiği kooperatif inşaatlarından söz ederlerdi. O zamanlar inşaatların bitmesi yıllar sürerdi. Çayyolu’nda bir gökdelense akla hayale gelmez, gelemezdi. Güven Park’ta buluşmak, Akün’de filmleri beklemek, Arı’da MFÖ konserine gitmek, Dost Kitapevi’nde saatler geçirmek, Goralı yerken o küçük ayranı bitirmemeye çalışmak, 2 numaralı otobüse binmek için durağa yürürken köz kestaneleri ceplere doldurmak, Küçük Tiyatro’nun gişesi önünde sıraya girmek, Selim Sırrı Tarcan’da voleybol maçlarını izlemek, Kızılay’daki kör çiçekçiden sümbül ve nergis almak ve bir de gelecek güzel günlere adımız gibi inanmaktı Ankara. Genç Belediye Başkanımız Murat Karayalçın’a yolda yürürken rastlamak, biz gençlerin hatırını sordu, ayak üstü fikrimizi aldı diye şehircilik ve siyaset okumaya karar vermek, hemen ardından Devlet Tiyatrosu’nun efsane oyuncusu Işık Yenersu’yu görünce de çivilenip kalıp, dakikalar önceki siyaset okuma fikrinden hızla vazgeçmekti. Ankara’da genç olmak Türkçeyi sevmek, Cumhuriyet’e ve yanlış bulduklarımızı düzeltebileceğimize inanmaktı. Genç olmak karanlıkta cıvıldayan sabah kuşu olmaktı aslında... *** Gün doğmadan uyandığımda duyuyorum şimdi o kuş seslerini. Bir zamanlar uykuya geçtiğim saatlerde şimdi güne başlıyorum. O hiç uyumadan yaşayanların teklisi gibi görünüyorum muhtemelen. Bu sabah karanlıkta patili ev arkadaşım Marlon’la köy yollarında yürürken kuşların sohbetini dinledim. Eski arkadaşlarımla bir araya geldiğimde böyle cıvıldayabiliyorum hala diye güldüm kendi kendime. Şimdilerde bir üniversite öğrencisi olan kızım ve arkadaşlarının sesleri evi dolduruyor. Geceleri hiç uyumuyorlar. “Gece yatmak bilmiyorsunuz, sabah kalkmak” diyorum. Gülüyorlar. Ben de gülüyorum kendime. Hayat bu değil mi? Bir zamanlar beğenmediğimiz o ebeveyn kabuğuna dönüşüyor, yavruları meyveleri korumaya çalışıyoruz. Geçtiğimiz yıl bu vakitler üniversiteden bir arkadaşım ziyaretime gelmişti. Hocaları, eski arkadaşları arayıp gülüşmelerin, ölenleri anımsayıp hüzünlenmenin ardından çocuklarımıza gelmişti konu. Serbest kalmak istediğimiz o genç halimizle korumak zorunda hissettiğimiz çocuklarımız aynı yaştaydı şimdi. Heyecan, heves, aşk dolu. Akıp gitmişti konuşmamız... “Ne kadar engelleyebilirdik cesaretlerini? Yaşamak önlerinde uzun bir yoldu. Yanılacaklardı. Kırılacak, kıracak ama işte onlar da düşe kalka öğrenecekti yaşamayı. Biz daha mı olgunduk acaba o vakitler? Ruhsal, bilişsel uyaranlarımız, odaklarımız farklıydı ama, evet. Okuduğumuz kitaplar başkaydı. Hayranlık duyduğumuz adamlar, kadınlar farklıydı. Dünya, Türkiye başkaydı. Bizi büyüten ansiklopediler, dünya atlasları bile boşa çıkmamış mıydı? Kızıma ders çalıştırırken çocukluğumdan kalma dev atlası açtığımda “Bu ne biçim harita. Böyle bir ülke yok ki” demişti Çekoslavakya’yı göstererek. Şimdi Çekoslavakya yazdığımda bile bilgisayarım hatalı yazım kabul edip, düzeltmek istiyor. Haritadan silinince siliniyor mu her şey?” Konuştukça hüzünleniyoruz. Hüzünlenecek çok şey var çünkü. “Her nesil kendi gençliğini daha masum görüyor muhakkak ama çok şey değişti be! Ankara? En çok Ankara. Ankara’da bir zamanlar konuşulan o düzgün Türkçe uzak bir anı artık. Televizyonlarda seslendirme yapanların yanlış vurgularını geç, kim bilir hangi tanıdık vasıtasıyla kendi özel programını yapan adamlar, kadınlar kulağıma sanki kurşun yağdırıyor. Düzgün konuşan, aksansız siyasetçi de ne kadar az üstelik. Siyasetçi mi? Hiç açmasak mı o dosyayı? Özal ne komik, ne hoşgörülü bir adamdı. Ha ha ha... Çok eleştirirdik ama niye acaba? Genç olduğumuz için mi? Özal’ın da, Demirel’in de, Erbakan’ın da diksiyonları çok iyi değildi ama konuşmalarının bir muazzam karakteristiği, mizahı ve içeriği vardı. Muzır yasası çıkmıştı hani, dergiler filan poşete girmişti de kıyameti koparmıştık. Gençtik değil mi? Dergi almak için para biriktirirdim ben. Dört otobüs bileti parası mıydı neydi o zaman. Belki de daha fazladır. Yürürdüm uzun uzun. Nasıl da yorulmazdık. Sahne altında dans provasından çıkar Sıhhiye’den Bakanlık’a yürürdük. Ben hiç dans edemezdim de hoca çıldırırdı. Pes etmemek gençliktendi değil mi? Bir şey diyeyim mi? Vallahi bizim şarkılarımız bile daha güzeldi. Öyle olmasa benim kız, senin kız onları deli gibi dinler mi? Öyle bir şiiri yok artık şarkıların. Bizim dinlediğimiz şarkıların şiiri vardı şiiri! Şimdi bakıyorum da hepsi seksenler-doksanlar dinliyor. Bizim şarkılarımızla ağlayıp bizim şarkılarımızla dans ediyor hepsi. Anlıyorlar mı acaba sözleri, hissediyorlar mı bizim gibi. Mesela Sezen Aksu “Bende hiç tükenmez bir hayat vardı, kırlara yayılan ilkbahar gibi” dediğinde anlıyorlar mı gerçekten? Tamam, biz doğduğumuzda Sabahattin Ali yaşasaydı kaç yaşında olurdu? Bir bakalım. 64 olurmuş. Koy üzerine 19. Ne ediyor? 83... Anladım, haklısın. Sen 19 yaşındayken 83 olacak bir kalbin derdini anladıysan onlar neden anlamasın? Haklısın. Biz de gençtik o vakit. Biz anlıyorduk ama. Biz yokluktan marifetli olan bir kuşaktık. Ah annem gibi konuşuyorum değil mi? Ne marifetli insanlardı onlar. Annem sabaha kadar uyumaz, önlük, palto dikerdi bana. Cumhuriyet’in eli meşaleli kızlarındandı. Seninki de mi öyleydi? Bir pazar yaparlardı, azıcık parayla dolu dolu gelirdi pazar torbaları. Bizim torbalar çizgiliydi. Her pazar sonrası yıkanırdı hepsi. Çok özlüyorum annemin pazar sonrası yaptığı yemekleri. Hiçbirimiz şişman değildik o vakitler. Ne büyükler, ne küçükler. Abur cubur yoktu. Zengin de olsan bakkalda alacak şeyler kısıtlıydı. Hangimizin evine şişe şişe kola, gofret girerdi ki? Alışveriş alışkanlıkları da başkaydı. Hayat şartları bak, bizi eskisi yapıyor farkında mısın? Elzem alanı alıp çıkıyorsun. Kendimi kızımın arkasından evdeki elektrik düğmelerini kapatırken buluyorum. “Boşuna yanmasın kızım şunlar” diye bağırırdı annem. Ben de şimdi ona dünyanın azalan enerji kaynakları üzerine postlar gönderiyorum. Son zamanlarda daha dikkatli ama. Yurda çıktığından, kendi hayatını kendi çekip çevirdiğinden beri büyüdüğünü hissediyorum. Haklısın her şey aslına dönüyor. Döner zaten... Onlar da bize benzeyecek. Bizim çocuklarımız çünkü. Biz yetiştirdik onları. Bizim parçamız hepsi. Doğru ya, doğru haklısın. Biz anne babamıza dönüşürken onlar da bize benzeyecek. Kaygım yersiz o halde be! Onlar bizim parçamızsa... Öyle ya, onlar yetiştirecek yarının çocuklarını. Bozmayalım moralimizi haklısın. Bizim sevdiğimiz şarkıları seviyorlar bir kere. Bizim ağladığımız filmlere de ağlayacaklar. Bu ülkeyi, bu ağladığımız, güldüğümüz şeyleri onlar yaşatacak değil mi?” *** Sabaha karşı ötüşen güzel kuşlar... Günün doğduğunu, yeni bir günü haber veren, gagasında bir sevinç taşıyan müjdeci çocuklar... Uykusuz gözleriniz aşkla dolsun. İtiraz ve sorguyla baksın. Anlayışla sakinleşsin ruhunuz. Sesiniz gür, kalbiniz engin bir deniz, Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun.
29.10.2021 04:30
Karanlıkta sabah kuşları
Kavuşma...
18 Şubat 2022
Bereket ölçülü olmakla çoğalır
17 Aralık 2021
Milyonluklara bir-iki
Tüm Yazıları
10 Aralık 2021