22 Aralık 2024, Pazar Gazete Oksijen
15.10.2021 04:30

Masada kalp kırılmaz, kırılmamalı

Eş-dost buralara gelmeden evvel “E, peki biz ne yapalım? Nereden başlayalım?” diye sordukları vakit ben de bir soruyla yanıt veririm. “Kaç gün kalacaksınız?” Eğer bir hafta için geliyorlarsa vereceğim “yapılacaklar-görülecekler-yiyecekler” listesi başka olur, iki gün için geliyorlarsa başka. Fakat uzun ya da kısa fark etmez her iki listeye de giren üç ana mekanım vardır ve bunlardan bir tanesi Yengeç’tir.    Urla’da uzun zaman yaşayan hemen herkesin en az bir anısı vardır Yengeç’te.  İlk buluşmalara, kutlamalara, kavuşmalara bazen de vedalara mekan olmuş Yengeç, Urla bu denli popüler değilken bile onun için yollar aşıp gelen müdavimleriyle tam 13 yıldır İskele mahallesinde, eski limanda aynı dükkanda, aynı masalarda, aynı özenle kapılarını açan bir klasiktir artık.   İskele’yi Yengeç’siz, Yengeç’i Oğuz Bey’siz düşünemezsiniz. Oğuz Bey zarif, titiz adamdır. İşine tutkuyla bağlıdır. Nezaket, vefa, aidiyet, hız, disiplin onu anlatan birkaç kelimedir. Bu işe girmeden önceki uluslararası büyük bir tütün şirketindeki uzun yöneticilik yıllarının ve asker çocuğu olmanın kurallı yaşam tarzı onu başarıya taşıyan önemli bir etken kanımca. Mesela ona göre müşteri her zaman haklı değildir ki bu ilk duyduğunuzda sizi yadırgatabilir.  “Çizgi her zaman tam ortadadır. Saygı sınırları aşıldığında işler değişir. Birinci kuralımız her misafiri memnun etmek, mutlu uğurlamaktır elbette.”            

Yengeç’i Oğuz Bey’siz düşünmek zor. Şimdi yanında okullu bir şef olan kızı Aylin de var.
Yengeç’i Oğuz Bey’siz düşünmek zor. Şimdi yanında okullu bir şef olan kızı Aylin de var.
Her küçük şehrin, ilçenin adı ve emeği iyi bilinen bir ya da bir kaç kahramanı vardır da o civarda büyüyenlerin anısında sembol  isimlerinden biri olarak kalır ya hani; işte, Oğuz Bey de Urla İskele mahallesi için o sembol isimlerden biridir. Tüm titizliği içinde onu kızdırmamak ve Karadenizli damarının ortaya çıkarmamak gerektiğini onu tanıyan herkes bilir.    Yengeç’te masalar her gece eldiven giymiş garsonlar tarafından kurulur ve ertesi gün aynı şekilde servis açılır. Oğuz Bey’in tabak çanakta parmak izine tahammülü yoktur çünkü. Bir de bayat yemeğe.  “Kendi çocuğuna yediremeyeceğin bir şeyi müşteriye asla yediremezsin” der çalışanlarına da.  Bir mekanın sahibinin duruşu sadece çalışanlarının değil müşterisinin de kendine çeki düzen vermesine neden oluyor diye düşünürüm. Bu restoranda “Prensipler bütünü içinde yaşamanın hayatın normali” olduğunu ve bunlara müşterinin de çalışanının da uyması gerektiğini hemen anlarsınız. Tuvaletteki uyarı notları, rezervasyon yaptırırken nazikçe aktarılan işletme kuralları,  rezervasyondan sonra aldığımız konfirme mesajlarını sorduğumda gülmüştü Oğuz Bey.    “Bu kuralların her biri bir nedenle konuyor. Hayatın içinde de böyle değil mi? Ben çalışanlarımın ya da misafirlerimizin yaşam alanlarını daraltmak için değil, ortak keyfi, ortak paylaşımı daha konforlu ve rahat hale getirebilmek için bunların uygulanmasını öneriyorum, ısrarcı oluyorum” demişti.  Bu yüzden kendisi de evinde kedisi ve köpeğiyle yaşamayı tercih etse de mekana pet dostların gelmesine izin vermiyor. Başka masaları rahatsız edecek ölçüdeki gürültü, taşkın hareketler, silahla masaya oturmak, 18 yaşından küçük birinin içki içmesi, bir masanın bir diğerini huzursuz etmesi Yengeç’te kabul edilir mevzular değil.  “İşletmenin şeklini şemâlini, ne ikram edileceğini, nasıl ikram edileceğini belirleyen benim. Benim hayalim. Benim hayalim ve ölçülerim içinde mesela ‘Başka yerde var sende niye yok? Başka yerde çay bedava sende niye 1 lira?’ diye sorulduğunda  benim de bir yanıtım var elbette. Başka yerde bulabileceğiniz bir şeyi neden bende arıyorsunuz? Ben başka yerde bulamayacağınız bir düşün peşindeyim. Ve evet, çay paralı. Çay paraları olduğu gibi Koruncuk Vakfı’nın aylığı oluyor bizde.” Ben severim Yengeç’te olmayı. Güzel bir servis alırım ama her zaman tatlı bir mesafesi vardır tüm çalışanların. Bu da hoşuma gider doğrusunu isterseniz. Bu arada biraz garip kaçabilir ama gazetede yazdığım mekanların hepsinin ‘gerçek’ müşterisiyim ben. Hesabını ödemediğim hiçbir işletme hakkında yazmadım bugüne dek. Sevmediysem söz etmemeyi, yazmamayı, önermemeyi tercih ettim. Sevdiysem yakınım da okurum da bilsin istedim. Sevdiğim yerleri, tatları, kitapları, insanları da kalben ve fikren bana yakın olanlar sevsin isterim. Aynı düşüncede olduklarımla kurduğum bir dünya içinde yuvarlanıp gidebilirim. İşte sevdiğim mekanların sahiplerine, işletmecilerine baktığımda da o dünyanın soydaşlığını görüyorum son dönemlerde. Mesela Oğuz Bey’in şu sözlerinin altına imzamı atabilirim:

Haklı bir tespit

 “Her türlü zorluğu atlattık bir biçimde. Hiçbir zaman yılgınlık hissetmedim. Pandemide bile bu zor günlerden nasıl yenilenerek çıkarız diye düşündüm. Yeni mezeler, tarifler denedim. Sabırla bekledim. Birbirimize teselliler verdik. Fakat özellikle son iki yıldır kendini daha çok belli eden yeni bir topluluk var. Hiçbir toplumsal ölçüye uymuyor, girmiyor, kurala uymuyor, başkası uysun diye bekliyor ve her şeyden, herkesten şikayet ediyor. Bu topluluk öyle de hızlı büyüyor ki. Bir ölçüsü olmayanın şikayeti nasıl belirleyici olabilir? İşte bu giderek usandırıyor beni.”  Ne doğru, ne haklı.  Paranın el değiştirme hızına paralel bir başkalaşım bu. İsim yapmış, sınırlı masası olan, birinci sınıf mekanlarda yer bulamamayı pandemi ya da müessese kurallarından çok kendi şahsına yönelik bir hakaret gibi algılayan uzak misafirler, bir kıyas bilgisi olmadan yargılayanlar, başkasını rahatsız etmeyi harcama limitine göre kendinde hak görüp kendi rahatsız olduğunda gözü dönenler, sadece oradaydım demek için yaşayanlar, orada olmadığı halde, oradaydım demenin bir varoluş meselesi olduğuna inananlar... *** Eskiden çok hızlı yazardım yazılarımı. Şimdilerde birkaç gün sürüyor. Bir başlıyorum. Sonra bir ara veriyorum. Okuduğunuz bu yazıya da iki gün önce başladım aslında. Bu sabah çalışma masama oturmadan önce kahvemi içerken Neflix’te “Küba ve Kameraman” isimli bir belgesel izledim. Sabahın 07.30’unda evet! Vaktiyle listeye atmışım. Sabah kahvemin yanında kemirdiğim fıstık ezmeli çok kızarmış ekmek dilimi bitene kadar bir şeyler izlemek için öylesine basmıştım tuşa. İki saate yakın ekran başında kaldım.  Yengeç’ten Küba’ya nasıl geçtin diyeceksiniz ama... Para el değiştirdikçe değişen insanın, ırkın, dünyanın hikayesi her defasında şaşırtıyor beni. Bir Küba köylüsünün evine elektrik beklediği o yıllardaki mutluluğu iki öküzü ve verimli toprağından kaynaklıydı. Tembellik etmeyi bilmeyen üç yaşlı köylü eksik dişleriyle topraklarını sürdükçe mutlu mutlu gülüyordu kameraya. Sonra Sovyetler Birliği dağıldı. Doğu Bloku yıkıldı. Küba devriminden neredeyse haberi bile olmadan hep aynı hayatı yaşayan köylünün öküzlerini, tarladaki ürününü çalan aç ve yoksul kasabalı, kendilerini karanlıkta yaşamaya mahkum eden ambargocu Amerika’ya kaçma hayaline tutunuyordu. Velhasıl ilgi duyuyorsanız aynı gazetecinin 30 yıllık dökümünü izlersiniz zaten.  Belgesel bittikten sonra çalışma masama oturdum. Bir süre bahçeyi izledim. “İnsan neden terk eder yaşadığı yeri? Neden pes eder? Neden çalar? Nasıl vazgeçer? Ne sebep olur yılgınlığına? Cehennem gerçekten başkaları mıdır?”  Bunların yanıtı hepimizde kendimize göre değişe değişe yaşar aslında. Tam yazıya başlarken son günlerde ortalarda dönüp duran bir cümle geliyor aklıma, ses Süleyman Demirel’in:  “Boş bir tencerenin deviremeyeceği bir iktidar yoktur!”       Gülüyorum kendi kendime. Tersine düşünürsen karnını doyurana, karnını iyi doyurana, tatmadığını tattırana, bilmediğini öğretene duyduğumuz sevgi de onu baş tacı yapmamıza neden oluyor değil mi?  Şahane lezzetleri ile sevenlerinin müdavimi olduğu Yengeç’te mevsimine göre değişkenlik göstererek servise çıkan 137 meze, 45 ara sıcak ve 15-20 çeşit balık var. Ben tadabildiklerim kadarına kefil olabilirim elbette ama bu kadar güzel bir mutfak, tıkır tıkır işleyen bir servis ve saygı duyduğum bir duruş karşısında acaba Oğuz Bey Belediye Başkanı filan mı olsa diye düşünüyor, gülüyorum. Neden olmasın?  *** Barba, bilen bilir meyhanenin başı, sahibi, patronu demekmiş Osmanlı’da. Rumca bir kelime. Amca manasında aslında. Yaşlı olurmuş Barba. Bir gözüyle, bir sözüyle idare edermiş her şeyi. Yüksekçe bir yerden hiç içki içmeden etrafı izler, saki işini doğru yapıyor mu, içen edepli içiyor mu diye bütün akşam pür dikkat asayişi sağlarmış. Bu iş babadan oğula geçermiş o vakit. E, ruhsat almak zor olduğundan alınan ruhsatı aile dışına çıkarmamak için baba oğlunu yetiştirirmiş.  Yengeç bir meyhane değil. Ama işletiliş prensibi ile eski bir Barba mekanı gibi bence. İçki içmeden, masalara oturmadan, bir bakışıyla bütün akşamı çekip çeviren bir patronun mekanı. Ve yine ne güzel ki eski bir gelenek devam ediyor ve  Oğuz Bey’in kızı Aylin okullu bir şef olarak İtalya’da 3 Michelin yıldızlı bir restorandaki stajından sonra şimdi Yengeç’in mutfağında, tezgahında çalışıyor. Babası ve annesinin birlikte kurduğu, büyüttüğü Urla geleneğini şimdi o geleceğe taşıyor. Oğuz Bey’e göre öğle rakısı tek, ot kavurma yoğurtsuz, erkek centilmen olmalı. Sohbet bağırmadan edilmeli, ilk kadeh karın doymadan içilmeli, ikinci kadeh ara sıcak görünmeden dudağa değmemeli. Bir dilim beyaz peynir ve kavundan sonra, bebek kalamar ile lakerda gelmeli. Tam ikisinin arasına tarla domatesi ile yapılmış, tuzlandıktan sonra biraz sulansın diye beklenmiş, içine ekmek düşmelik bir salata yerleşmeli. Bugünlerde giderseniz Sığacık Kaya Barbunu da yersiniz. Ah, unutmadan, masada kalp kırılmaz, kırılmamalı...
İclal Aydın
İclal Aydın