25 Kasım 2024, Pazartesi Gazete Oksijen
08.10.2021 04:30

Abdülhak Şinasi Hisar’ın suskunluğu

Bize siyah beyaz bir fotoğraftan bakıyor. Takım elbisesi, gömleği, kravatı ve ceketinin üst cebindeki mendiliyle... Bir yaşlılık dönemi fotoğrafı bu. Bildiklerimiz kulağımıza Ayaspaşa’daki Boğaz manzaralı dairesinde olduğunu fısıldıyor. Ayrıntılara biraz dikkat ettiğimizde, etrafında çok eskilerden kalmış gibi görünen bir lambayı, bir sürahiyi, bibloları, fotoğrafları ve resimleri görebiliyoruz. Tabii kitapları da... Evin en sevdiği köşesi mi bu? Dolu dolu bir köşe... Muhtemelen de dolu dolu bir ev... Oturduğu koltuk da çok eskilerin sesini mi taşıyor? Bazı fotoğraflarındaki gibi gülümsemiyor. Onu yeni bir hüzün mü çağırmış? Belki de yine o uzaklarda kalmış uzak geçmişinin bir yerlerine dalmış...

Maziden süzülen eserler

Neresinden bakılırsa bakılsın hem hayatında geldiği yeri hem de eserlerini çok iyi veren bir fotoğraf bu. Abdülhak Şinasi Hisar. Sessiz bir yalnızlık yolcusu... Rumelihisarı’nda bir yalıda başlayan hayatı gelecek adına vaatlerle yüklü gibiydi oysa. Sadece varlıklı değil, entelektüel bir ortamın vaatleri... Babası, edebiyata gönül vermiş, aralarında Halit Ziya Uşaklıgil’in ilk yazılarını neşrettiği Hazine-i Evrak’ın da bulunduğu birçok derginin yayıncısı Mahmut Celalettin Bey, ona hayranlık duyduğu iki şairin, Abdülhak Hamit Tarhan ile Şinasi’nin adlarını verecektir. Dünyaya geldiği günlerden başlayarak, kendisine çizilen yazarlık yolunun ilk işareti midir bu? Sonra evdeki bir mürebbiyeden Fransızca öğrenmesi... Yalı komşusu Tevfik Fikret’ten de Türkçe… Galatasaray Sultanisi’ndeki öğrencilik yılları... Paris’e kaçış. Jön Türklerle ilişkiler, sadece Yahya Kemal, Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin ile değil, aralarında Anatole France’ın da bulunduğu Fransız yazarlarla kurulan dostluklar... Siyasal Bilgiler okumaktan çok, sanatçıların ve yazarların boy gösterdiği Quartier Latin’de geçen günler... Meşrutiyet’in ilanıyla memlekete dönüş... Tüm kalbiyle yazmaya devam eden ama eleştiriden ve beğenilmemekten çok korktuğu için, eserlerini neşretmeye bir türlü cesaret edemeyen bir adam... Bunlar onun hayatının özeti gibi kabul edilebilir mi? Belki. Ama önemli bir gerçeğin altının çizilmesi kaydıyla. Çünkü anlattıklarımız onun daha çok hayatının tabiri caizse pembe tarafı. Birçok kişinin de sırf bu yüzden onu uzakta görmeyi tercih etmelerinin sebebi. Zamanın acımasız akışında, kendisini yaşadığı dünyaya giderek daha yabancı hissetmesinin de...  O önlenemeyen kendine çekilişler, hayatın seyrini değiştiren o karşılaşmalara mı bağlıydı? Bunlardan biri, ne kadar önemsenmeye değer bilemiyorum ama, başından geçen iki yangın... İlkinde Hisar’daki yalı yanıp bir kül yığınına dönmüş. Tüm notları ve yazdıklarıyla birlikte. Tüm değer verdiği eşyaları ve anılarıyla da şüphesiz. Başka yazılarını da çok sevdiği ve değer verdiği, yazılarını teslim ettiği Şair Nigar Hanım’ın evinde çıkan bir başka yangında kaybetmiş. Bir yazar için ne kadar sarsıcı kayıplar. Ya iç yangınları? Ya o yangınlarda veya o yangınlar yüzünden kaybedilenler? Eserlerini çok geç neşretmeye cesaret eden yazarın üç romanı bize derin bir hüzünle bir yerlerden, o kayboluşun derinlerinde inşa edilmeye çalışılan bir medeniyetin izlerini duyuruyor. 1941’de günışığına çıkabilen Fahim Bey ve Biz, 1944’te neşredilen Çamlıca’daki Eniştemiz ile 1952’de okuruyla buluşan Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği... ‘Okuruyla buluşan’ ifadesi şimdi nasıl da can yakıcı aslında. Çünkü geçmişin sesleri, bu okurların sayısının çok az olduğunu gösteriyor. O, sadece döneminde değil, ilerleyen günlerde de pek az yazarın ulaşabildiği bir derinliğe ulaştı oysa. Benzeri birçok yazar gibi mahkûm edildiği sükût bu derinlikten mi kaynaklanıyordu yoksa? Belki de o bu yüzden 1942 yılında yazdığı Boğaziçi Mehtapları adındaki, bir roman gibi gördüğüm anılarında aslında olmayan bir dünyayı ve medeniyeti inşa etmeye çalışmıştı. Yine birçok yazarın ulaşamadığı muhteşem bir Türkçeyle... 

Yalnızlık derin bir kuyu

O dolu dolu fotoğrafı bu yüzden mi kendisini çok veren bir fotoğraf olarak gördüm? Oturduğu apartmanın adı Rüya Apartmanı imiş. Hayatı süresince hep bir rüyanın içinde kaldığı için mi? Öldüğü, yalnızlığına gömüldüğü için, ancak aradan birkaç gün geçtikten sonra anlaşılabilmiş. Cenazesinde elli kişi bile yokmuş. Daha fazlasını deşmeyelim. Bugün o da hak ettiği şekilde keşfedilmeyi bekliyor.
Mario Levi
Mario Levi