Kendisini şahsen tanıyana kadar birçok kitabını okumuştum. Yazabileceklerimi yazmaya çalıştığım günlerdi. Ne yapmam gerektiğini henüz tam bilmeden... Çok okuyarak da ama aynı zamanda... Gidenler Dönmeyenler ilk okuduğum kitabıydı. Hikâyelerdeki o anlatıma hayran kalmıştım. Nasıl da ilham vericiydiler. Hatta yol gösterici... Ayrıca kitabın adı da ne çok çağrışımla yüklüydü. Farklı anlatım yolları bulmam gerektiğini bir daha fark etmiştim. Deneyecektim. Hatalar yaparak... Karşılaşmamıza daha vardı.
Yazılanlar ve kalanlar
Aradan yıllar akıp gitti. Başka kitaplarını da okudum. Bir Çağ Yangını’nı, Kurtarılmış Haziran’ı, Ten ve Gölge’yi, hâlâ arada sırada karıştırdığım, bazen de hikâye kitabı tadı alarak okuduğum Erotologya ile hazırlığı yirmi yıl sürmüş Büyük Argo Sözlüğü’nü de... Nevi şahsına münhasır bir yazar olmasının yanı sıra çok değerli bir kültür insanıyla karşı karşıya bulunduğumu her okumada biraz daha iyi anlayarak... Bunları hatırlıyorum da, ilk kez ne zaman, nerede sohbet ettiğimizi şimdi çıkaramıyorum ne yazık ki... Anılar yine birbirine karışmış. Hangisi daha önceydi, hangisi daha sonra, hatırlayamayacak kadar... Ama anlar... Bazı anlar hafızama öyle kazınmış ki... Ya birinci ya da ikinci hikâye kitabım çıktıktan sonra, yine hatırlayamadığım bir yerde, yazdıklarım hakkında beni çok yüreklendiren, mütevazılığını da ortaya koyan o satırlarını okuduğumda nasıl da mutlu olmuştum. Hayranlık duyduğum bir yazar tüm açık kalpliliği ile özellikle dilim hakkında övgülerde bulunuyordu. O günden sonra daha iyi görecektim birçok genç yazarı elinden tutma yüce gönüllülüğünü nasıl gösterdiğini. Yıllar sonra da bu tavrın nasıl bir yol göstericilik değeri taşıdığını anlayacaktım. O anlar ne gösteriyordu?
Ondan bana kalan bu kadar değil ama. Öyle olsaydı bu yazıyı başka bir yerde durmayı seçerek yazardım. Ama hayat bizi, benim için o kadar değerli anlar için buluşturdu ki... Bir keresinde, onu ortaklarından biri olduğu Yaratım/FCB reklam ajansında görmeye gitmiştim. Artık tanışmış bulunuyorduk. O günlerdeki ortak yayıncımız Atıl Ant ile bir öğle yemeğine gitmemizin üzerinden birkaç ay geçmişti. Benimle hayatındaki çok derin bir sırrı paylaştığı bir yemekti. Bu sırrın getirdiği hikâyeyi zamanla uzun uzun konuşacaktık. Beni o günlerde bir dert ortağı gibi görmesi nasıl da onurlandırıcıydı... Ajansta kendisini ziyaret ettiğim o günse içim çok sıkkındı. Vaktimi fazlasıyla aldığını gördüğüm, sevmediğim bir işte çalışmaktan, dolayısıyla da istediklerimi, istediğim şekilde yazamamaktan nasıl da şikayetçiydim. Dikkatle dinlemişti. Ardından masasının üstünde bulunan bilgisayarının her zaman gözünün önünde olduğunu söylemişti. İş arasında bile her an oraya bir iki satır yazabiliyordu. O gün bana yazmanın bir yazarın hayatının her anında bulunduğunu büyük bir zarafetle anlatmıştı. Birlikte şehir gezileri yaptığımız günler de olmuştu. Daha doğrusu onun beni götürdüğü yerler... Bir keresinde Asmalımescit’teki Eren Kitabevi’ne gitmiştik. Bana bir roman almıştı, mutlaka okumam gerektiğini söyleyerek. Bu romanın ilk Türkçe roman olduğu bilgisini ekleyerek aynı zamanda. İlk olarak kabul edilen Taaşşuk-u Talat ve Fitnat’tan yirmi yılı aşkın bir süre önce yayımlanmıştı. Tek farkı Arap harfleri ile değil de Ermeni harfleriyle yazılmış olmasıydı. Adı Akabi Hikâyesi’ydi. Yazarı da Osmanlı’da önemli devlet hizmetlerinde bulunmuş Vartan Paşa’ydı. Laf arasında ilginç tespitlerde de bulunurdu. “İki tür azınlık var’ demişti bir keresinde, “Etnik azınlık ve etik azınlık”... Kelimelerle oynamayı severdi. Hatta bu işin ustasıydı. Bir cambazlık değildi ama o anda yaptığı. Söylediklerinin derinliği vardı. Bu lafları da yol gösterici gibi gördüm. Kendisiyle paylaştıklarımın tümünü bu yazıya sığdıramam. Onlara da hak ettiği daha uzun bir yazıda yer veririm artık. 29 Ocak 2011 tarihindeki cenaze merasimine çok yazar gelmişti. Oğulları tabutunu çok sevdiğimiz Fenerbahçe’nin sarı lacivert bayrağına sarmıştı. En çok onun için mi ağlamak istemiştim? Aktunç edebiyatımızın aydınlık yüzüydü.