Bir yazarın, yaşadığı günlerde, hak ettiği değeri görmediği ve ancak vakti geldiğinde, başka şartların bir araya gelişi sayesinde, tabiri caizse keşfedildiği çok örnek vardır edebiyatın haksızlıklarla dolu dünyasında. Bir talihsizliktir bu şüphesiz.
Her zaman yalnız kalmak
Hakkında okuyabildiklerim, Nahid Sırrı Örik’in de bu talihsizlerden biri olduğunu gösteriyor. Kendisini hiçbir zaman tam manasıyla ait hissetmediği bir devrin değerleri arasında sıkışıp kalmış ve bu yıpratıcı ruh haline rağmen, yazmaya dair farklı hayalleriyle ısrarla bir var olma mücadelesi vermiş bir yazar... Dışlanmış bir yazar... Üstelik sadece okurlar tarafından değil, çağdaşı edebiyatçılar tarafından da... Neydi Nahid Sırrı Örik’i böyle bir yalnızlığa iten? Hayatına dair, bizzat kendisi tarafından kaleme alınmış bir makaleden 1895 yılında İstanbul’da dünyaya geldiğini öğreniyoruz. Eserleri karşımıza eskiye daha bağlı bir yazarı çıkarır gibidir. Neden? Divanı olan şair bir paşanın torunu olmasının yanı sıra, yine şair, üstelik iki Shakespeare eserini aslından dilimize aktarmış, çok önemli devlet memuriyetlerinde bulunmuş, hocalık da yapmış bir başka paşanın oğlu olduğu için mi? Hayatın sunduğu imkânlar sayesinde, evinde Fransız mürebbiyesinden Fransızca ve bu ülkenin edebiyatını öğrendiği günlerin hasretini çektiği için mi? Yine babasının sunduğu imkânlardan yararlanarak bulduğu farklı Avrupa şehirlerinde yıllarca avare avare gezme fırsatını, yeni devletin kurulmasıyla hepten kaybettiğinden mi? Pek az kişi bu zaman yolculuğunda kendisini gösteren hasretin ardına sakladığı ironiyi gerektiğince fark edebilmiştir. O eserlerdeki derinlik
Bu fark edemeyişe yol açan bir başka aykırılıktır belki. Yine devrin değerlerine ters düşen eski kelimelerle yüklü o dil... 1946 yılında, Tan Gazetesi’nde tefrika edildikten dokuz yıl sonra yayımlanan ilk romanı Kıskançlık ile 1957 yılında yayımlanan son romanı Sultan Hamid Düşerken, devrin olaylarından çok karakterlerinin işlenişiyle karşımıza eşsiz bir resim getirir oysa. Romancımız bizi insan ruhunun kuytu, hatta karanlık köşelerine, edebiyatımızda pek az rastlanan bir hassasiyetle çekmektedir. Bilhassa kadın kahramanları aracılığıyla. Kıskançlık’ın Seniha’sı ile Sultan Hamid Düşerken’in Nimet’ini nasıl unutabiliriz? Batı edebiyatında çok gördüğümüz ‘kötülük’ nasıl bir sahne almaktadır? Romanın en çok anlam kazandığı yerdeyizdir. Yaşanan günleri karakterlerin derinlerinden geçerek anlatmak... Eski Zaman Kadınları Arasında kitabında niçin yazılmıştı ki... Yazarın kadınları bu kadar iyi anlatmasında yine o günlerde aykırı bulunan cinsel yönelimlerinin de etkisi var mıydı? Şüphesiz vardı. Ancak bu başarıda aynı zamanda babasının görevi nedeniyle gördükleri de rol oynamıştır şüphesiz. Buradaki sahiciliği görmezlikten gelemeyiz. Aksi halde çok sevdiğim Selim İleri, Cemil Şevket Bey. Aynalı Dolaba İki El Revolver adlı romanında, ondan muhteşem bir roman karakteri çıkarır mıydı? Sinemaya da uyarlandı
Ziya Öztan, Sultan Hamid Düşerken’i; Zeki Demirkubuz, Kıskanmak’ı sinemaya uyarladı. Özen Yula, yazılışından doksan yıl sonra İhanet adlı oyununu, sahneye koydu. Ama hâlâ okunması gereken çok sayıda hikâyesi, romanı, oyunu, makaleleri ve tiyatro eleştirileri var. Sonrası? Sonrası daha çok okumak belki. Bir yalıda başlayan hayatın Şenesenevler’deki mütevazı bir dairede, çok mütevazı şartlar altında, üstelik dışlanmışlığın ve unutulmuşluğun verdiği acıyla bitmesi bu sefer de gerçekteki hangi kötülüğün hayat bulmasından kaynaklanıyordu? Sorunun çok cevabı var. Ama en iyileri zamanla daha iyi verilecek galiba.