Annemle babamın sinemalarından kalanlar uzak, iyiden iyiye silik bir hatıra artık. Ya yeniyetmelik ve gençlik yıllarımdan kalanlar? O büyülü fenerin yaşattıklarının üzerinden de ne çok yıl geçmiş. Ne çok ses... Ne çok yüz ve sokak... Bazılarının hâlâ canlılıklarını koruması, arada sırada varlıklarını hissettirmesi sadece sinema aşkından mı? Hepsi hikâye şimdi. Bir başka İstanbul hikâyesi... O kadar ki sadece oralarda yaşananlar, bir başka kitabın, başlı başına bir anı-romanın yolunu açar mı diye soruyorum bazen kendime. İşte bir başka hayal. Nasip olursa yazılır. İçimdeki İstanbul Fotoğrafları kalanların bir kısmının izlerini taşıyordu. Hepsini anlatabildim mi? Orası biraz şüpheli.
Site Sineması’nı hatırlamak
Bu sinemaları sevdiren, derinlerde bir yerlerde yaşamasını sağlayan sadece o perdedeki akıl çelici, nice hayalin kurulmasına sebep olan görüntüler değildi şüphesiz. Anlatılan hikâyeler de değildi. Hayatın içinde vazgeçilemez bir yer edinmelerini başka türlü nasıl açıklayabilirim? Haftada en az bir, tercihen iki veya üç kez, o hikâyeler ve hayaller için, o karanlık salonlardaki koltuklardan birine oturmak… Bu alışkanlıkların dışına bazı sebepler yüzünden çıkılmak zorunda kalınınca da bir eksiklik hissetmek… Hayata daha çok bağlanmak için... Anneannem ile dedemin evine en yakın olanı Site Sineması’ydı. Bilmeyenlerin gözünün önüne getirmesi için söyleyeyim, bugün müze halini almış Atatürk’ün evinin hemen karşısındaydı. Günümüzün koşulları dikkate alındığında, birçok benzeri gibi, çok büyük bir sinemaydı. Şimdi hafızam beni yanıltmıyorsa galiba bin iki yüz kişilik bir sinema. Revaçtaki filmlerin çok ilgi gören seanslarında tümüyle dolduğunda, nasıl bir sinema havasının hakimiyet kurduğunu hayal edebiliyor musunuz? “Koltuk”tan mı seyretmek isterdiniz o filmleri, “balkon”dan mı? Ya on dakika arada ne isterdiniz? Frigo, Alaska, Koko? Boztay meyve suyu? Başka bir meşrubat? Koltukta iyi yer bulamadıysanız en önde bulunan sıralarda oturabilirdiniz. Onlara da birinci denirdi. İlk dokuz sıra. Biraz daha ucuzdular. Ama doğrusu, o kadar da itibarlı değildiler. Hepsi başka ince ayrıntılarla derinleşiyor. Ne var ki şimdi onlara bu yazıda değinebilmek için yeterli yerimiz yok. Gününe ve seansına göre sinemanın farklı bir havaya bürünebildiğini söylemekle yetinelim o zaman. Birçok insanla beraber sinema heyecanını paylaşmak başkaydı, tamam. Kalabalık bir salonda doğru bir seçim yaptığınız duygusuna kapılabilirdiniz. Gördükleriniz kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlayabilirdi. Ya hafta içinde, bazen pek az seyircinin geldiği salonlarda o filmleri seyrederken gördükleriniz? Sinema birçok şehir kaçkınının sığınağıydı da aynı zamanda. Yalnızlarındı. Yalnızlıklarını taşımaya çalışanlarındı. Hele bir de o perdeye yaşamak isteyip de yaşayamadıklarınızın yansıdığını gördüğünüzde. O hüzünlü havayı da unutmadım. O buruk gülümseme bu havanın uyandırdıklarından mı geliyor yoksa daha çok? Ya başkaları?
Bu farklı duygular, tanıdığım bütün sinemalar için geçerliydi şüphesiz. Site’nin biraz ilerisindeki, Şişli’ye doğru giderken, karşı sırada bulunan Kent Sineması için de öyleydi, Harbiye’den gidilirken Valikonağı Caddesi’nin başlarında sayılabilecek bir yerde yer alan ve nedense daha ‘elit’ bir havayla birçok insanın hafızasına kazınmış Konak için de, Elmadağ’daki As için de... Pangaltı’daki İnci ve Tan sinemaları için de... Osmanbey’deki Gazi için de... Şişli Sıracevizler Caddesi’nde bulunan sadece Yeşilçam filmleri oynatan, bir zamanlar da Sinematek’e ev sahipliği yapmış Kervan için de... Ve elbette Beyoğlu sinemaları için de... Emek, Saray, Alkazar, Yeni Melek, Atlas, Rüya, Sinepop... Unuttuklarım da var mı? Vardır şüphesiz, mutlaka vardır. Hepsi birer hikâyeydi evet. Ne çok hikâye... Murathan Mungan şu dizeleri yazmaya ihtiyaç duyar mıydı aksi halde?.. “Beyaz perdeden geçerek çıktığımız sokaklar/ çıkmadıkça sandıklarımızdan/ kendimize yazdığımız serüven/ ve çocukluğumuzdan beri/ bizi bir yerlerde beklediğini/ sandığımız o muhteşem sahneler/ düşeriz gözümüzdeki kendimizden/ sıyrılır tüller, düşler, dumanlar/ içindeki kendimiz/ üzerimizden/ boşuna mı ararız bu sokaklarda/ içinde olmamız gereken fotoğrafları/ sinemalar hepimizi kandırdı!”...