Yılların akışında hayatınızdan hangi trenler geçti? Hangilerini bir yerlerde saklamak ve unutmamak istediniz? Bazı yolculuklar sizde de çok özel bir yer edinmemiş miydi? Ülkeler ve şehirler. Bir yerden bir başkasına doğru yol alırken geçtiğiniz kasabalar, köyler. Size belki de çok uzakta kalmış gibi görünen istasyonlar. Şimdi birkaçını hatırlayınca... Bir anı yine bir başkasını doğurabilir elbet. Belki birçok kez tekrarladığım için, İstanbul-Ankara arasındaki Mavi Tren’i hatırlamaya başladığımdaysa ne çok anı geçiyor zihnimden. Gece yolculukları... Başka gece yolculukları... Vagon restoranının havası... Köfte ve kroketin yanında içilen buz gibi bir bira... Sigara böreği de var mıydı? Hayal gibi. Bunları yaşamış mıydık gerçekten? Kuşetli vagonlar da o trenlerde miydi? Şimdi başka trenlerden sahneler birbirine mi karışıyor yoksa?
Her şiir kendini doğururdu
Her gece treni bir başka şiir de midir o hâlde? İçine kapalı, bir duyguyu daha derin yapan bir şiir... Bir dokunuş... Onca trenin onca şiirden geçmesi kaçınılmaz değil miydi? Bir tarih o yollarda yazılmıştı neticede. Behçet Necatigil bizi eski bir resme götürmemiş miydi? Bir zamanlar posta trenleri de vardı değil mi? Kim bilir kimlerin mektuplarını taşıyan trenler... “Yine yarın benimlesin bekleyiş,/ Gelmedi posta treni!/ Bu berbat düşünceler saatinde;/ Tanrım başıboş bırakma beni”... O trenlerde mektuplarla birlikte hangi paketler de taşınmıştı? Beklemeyi bilmek önemliydi elbet. O hayatlar o bekleyişlerle bir başka anlam kazanmamış mıydı? Gitmek de öyle değil miydi? Bekleyişler... Kendinden bekleyişler... Başkalarından bekleyişler... Yorgun da düşmez misiniz bazen? O tren yolculukları içimizde kalmış bir yarayla yazılıyorsa... Uzuyorsa... Bir sıkıntı işlemişse yolculuğumuza? Edip Cansever Ruhi Bey’i böyle bir yolculuğa mı çıkarmıştı?.. “Bir tren yolculuğunda ve her yerde/ Her şeyin ya da hiçbir şeyin çekilmezliğini/ Bir hafta tatilini, bir öğle vaktini, belki bir pazartesiyi/ Saatler iyi/ Adamlar gülüyorlarsa iyi/ gülmüyorlarsa gene iyi/ Ve bütün yolcuların dalgın/ Koparıp koparıp bir şeyler yediklerini/ Görünüşte kararsız/ Görünüşte endişeli/ Görsek mi acaba görmesek mi?”... Kendimizi beklemediğimiz bir anda bir yerlere ya da adını veremediğimiz bir şeylere yabancı hissettiğimizden midir bütün bunlar? Bir gün gelir nerede durduğumuzu ve kaldığımızı sorarız kendimize. Attila İlhan da o lafları kendine mi söylüyordu? O yolculuklara neden çıkılmıştı öyleyse? Farklı seslerin ve kokuların varlığı hangi yolculuğunuzda size neleri duyurmuştu?.. “bu rüzgarın tadı senin hiç tatmadığın/bu yolcular bilmediğin bir yerden geliyor/ konuştukları dil ömrünce duymadığın/ gözlerini sakla, sen burda bir yabancısın/ akşam tren raylarına yağmur yağıyor”... Yabancısı olduğunuz şehirlerin garlarında bulundunuz mu? İstasyonlarından geçtiniz mi? Trenlerine bindiniz mi? Neler kaldı geriye? Hep bu insanlar nereye gider, neleri kimlerle yaşar sorusu... Meçhul hikâyelerin izini sürmek bu muydu? Bir de benim korkularım vardı. Yanlış bir trene binme ihtimalinden kaynaklanan... Ne olurdu binseydim? Bir felaket olmazdı tabii. Hatta belki gideceğim yer gitmek istediğimden daha iyisini yaşatırdı. Korku da korkuydu ama. İnsanın, kaçırdıklarının farkına vardığında hissettikleriyse başka meseleydi tabii.